Genel olarak kötü haberlerin çevrelediği gündem oldukça yoğun… Dinlemeler, cinayetler, tecavüzler, ölümler, ben bu yazıyı yazarken haber kuşaklarını donatan çözüm süreci ve biraz önce aldığımız asırlık çınar Yaşar Kemal’in vefat haberi… Her biri hakkında sayfalarca yazı yazılabilir elbet, ama son günlerde sıklıkla duyduğumuz şiddet olaylarının, dozunu artırarak giderek büyüyen bir sosyal sorun olmaya devam etmesine değinmek istedim. Dr. Nükhet Subaşı’nın yaptığı toplumsal yaşamda rastlanan şiddet şekillerine bakıldığında karşımıza şu tablo çıkıyor:
Kendine dönük şiddet: İntihar, bedene zarar verici uygulamalar.
Kişilerarası şiddet: Kadına, çocuğa, yaşlıya yönelik şiddet, flört şiddeti, aile içi şiddet.
Organize şiddet: Uluslararası şiddet, kolektif şiddet, politik şiddet, iktidar şiddeti, iktidara karşı şiddet.
Medya şiddeti: Yazılı ve görsel basında şiddet içeren görüntü, ses ve yazı ile ortaya çıkan şiddet.
Diğer şiddet şekilleri: Çete şiddeti, kan davaları, sokak şiddeti, insan ve organ ticareti, pornografi, homoseksüel ve lezbiyenlere yönelik şiddet, azınlıklara yönelik şiddet, işyerinde, okulda ve spor olaylarında şiddet.
Kamuoyunda da zaman zaman yer bulan, ancak ne yazık ki bu konuda gerçekçi önlemler alınmayan ve toplumun ah vah ederek geçiştirdiği kadına yönelik şiddet ya da kadın cinayetleri geçtiğimiz haftalarda Özgecan Aslan’ın hunharca öldürülmesiyle bambaşka bir boyuta taşındı.
Yapılan çalışmalar, kadına yönelik şiddeti 3 bin yıl öncesine dayandırmaktadır. Aydınlanmaya rağmen uzun yıllar Avrupa ve Amerika’da kadın, ailenin malı olarak görülmeye devam etmiş, hatta Amerika’da 1800’lü yılların ortalarına kadar erkeğin, eşini dövmesi yasal kabul görmekteydi. Ortaçağ döneminden söz etmeye gerek bile duymuyorum. 1920’lere gelindiğinde kadınların eğitim öğretim hakkı, seçme/seçilme hakkı gibi geç kalınmış hakları kendilerine teslim edilmiş, ancak ayrımcılık gerçek anlamda yok olmamıştır. Tabii bunda din yasalarının getirdiği söylemler karşısında kadını ikinci sınıf vatandaş ya da bir mal gibi görülmesinin büyük etkisini yadsımak anlamsız olur. Türkiye’ye baktığımızda artık çok uzaklarda bıraktığımız ilk Türk devletlerini saymazsak, zaten Arap tesirinin fazlaca hissedildiği dönemlerde zengin mensuba ait kadınların dışında herhangi bir kimlikten söz etmek imkânsız. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet sonrası ise kadınların toplumsal ve politik sahadaki varlıklarını görmek yavaş yavaş mümkün olmakta. Buna rağmen oldukça yakın bir tarihte, 1987 yılında, ‘Dayağa Hayır’ yürüyüşü kadınların şiddete karşı ilk toplu tepkileri olmuş ve devamında çalışmalar hız kazanmıştır. Ancak son yıllarda çığırından çıkan şiddet eğilimi ve bu şiddeti gösterenlerin hiçbir şekilde korku ya da pişmanlık duymadan nasılsa kolayca işin içinden sıyrılacakları düşünceleri insanın kanını donduruyor. İdam geri gelsin diye ayaklananlar, gelmesin de en kötü işkencelerle sürünsün diyenler, ömür boyu hapis cezası vesaire… Şiddetin sonrasındaki çözümler belli, ancak önemli olan şiddet gelmeden engel olabilmek değil mi?
En nihayetinde görüldüğü gibi yalnızca ülkemizde değil, dünyada da etek boyunun kısa olmasından tutun da tamamen kapalı biri olsa bile bir bakıştan etkilenen erkeklerin cinsel taciz girişimleri ve saldırganlığı sağlıklı bir yaşamın sürdürülmesindeki en büyük engellerden olan bireysel ve toplumsal şiddetin göstergesi olmaktadır. Yalnızca bu kadar da değil kadın ayrımcılığı. Çalıştığı için kötü gözle bakılan, girişken olduğu için ‘yelloz’ ilan edilen, aile içinde sessiz sedasız tecavüze uğrayan, kalben sevdiği için paramparça edilen, henüz büyümeden yaşı geldi diye kocaya verilen insanoğlunun dişisi… Örnekler saymakla bitmiyor.
Caydırıcı cezalar Allah’ın emri oldu artık, ancak son olarak Sezen Aksu’nun 1990’lardan kalan şarkısındaki ‘yüzyıllardır namussuzluk etmekten, bir türlü usanıp bıkmadın namus’ sözleri kulağımda çınlarken ahlaksızlığın diz boyu olduğu ataerkil toplumlarda namus ve ahlak hikâyeleri çerçevesinde daha büyük olayların yaşanmaması için erkek aklının ivedilikle eğitilmesi gerektiğini zannederim hepimiz görmekteyiz.