Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ölçütüydü bu. Sorardı: “Paris’tesin, açsın… Cebinde elli frangın var… Ne yaparsın? Karnını mı doyurursun? Sinemaya, son günlerin en iyi filmine mi gidersin? Kitap mı, yoksa küçük bir röprodüksyon mu alırsın, müzeye mi gidersin?
Eklerdi sonra; “İşte o yaptığın senin kültüründür.”
Öyle değil midir?
Sözleri bir yana bırakalım, ne yaptığımız değil midir kültürümüzü belirleyen? Eylemlerimizle belirlenen seçimlerimizin bütünü değil mi kültürümüz?
Yaşadığımız olumsuz değerlere karşı koruyabildiklerimiz, dilimizin anlam zenginlikleri, geleneklerimiz, öz benliğimizin yansıması, kendimize ve yaşantılarımıza kattıklarımızdır…
Amerikan Kent Planlaması Enstitüsü’ nün önemli mimarlarından Lewis Mumford’un ‘Tarih Boyunca Kent’ adlı yapıtını geçtiğimiz günlerde okumaya başladım.
Kent ve kentlilik olgusu; üzerinde birçok disiplin ile bir arada düşünülmesi gerekli bir kavram.
Bu olgu, sosyopsikolojiden antropolojiye, şehir planlamadan mimariye uzanan bir dizi değerler bütününden beslenir.
Hayatımızı geçirdiğimiz kentin sadece yapı ve nesnelerden oluşmadığını biliriz.
Onu oluşturan aynı zamanda geniş bir toplumsal ilişkiler ağının hem yaratıcısı hem de düğüm noktası insanoğludur. Yaşadığımız kent ancak insan ile ve onun toplumsal kültürü ile oluşur, yaşar ve geleceğe miras kalır.
Rousseau’nun deyişiyle, “Köyü, kasabayı evler oluşturur, kenti ise yurttaşlar.” Öyleyse, Platon’dan Thomas More’a, Fourier’den bugüne, daha iyi bir dünya düşlemeye girişenlerin, hayallerini gerçekleştirmek istersek biz mimarlar öncelikle bir kent tasarlamakla işe başlamalıyız. Tasarlarken de kültürü ve yaşamı göz ardı etmeden, geçmiş kültürlerin izleri ile uyumlu bir geleceği planlayarak.
Amerikalı düşünür Lewis Mumford, kitabını kent planlamasından, kültür ve sanat tarihine, teknolojiden, toplumsal eleştiriye uzanan geniş bir alana yayılarak kaleme almış ve okurlarına sunmuş…
Mumford, okuru Antik şehirlerden başlayarak, Mezopotamya ve Mısır’dan yola çıkarıp, Yunan, Roma ve Ortaçağ’dan, Avrupa monarşilerinin başkentlerinden ve sanayi kentlerinden geçirerek, günümüz modern dünyasının yol ayrımının başına getiriyor.
Günümüz şehirlerinin kaotik oluşumunda merkezi yoğunluk yüzünden tıkanmış sıkışmış yaşam alanları yok edilmiş mecburen dört bir tarafa banliyöleriyle yayılan bugünün şekilsiz ve ahtapot misali kenti insanı yok etmeye hazır bir ejderha gibi bizlerle yaşıyor.
Ancak hem yaratıcı hem yıkıcı güçlerini kat kat arttırmış bugünün kenti, sınır tanımayan yayılmasıyla, toplumsal bir çözülmenin eşiğinde bütün bir gezegenin ekolojik sistemini altüst etme riskini taşıyor.
Kitap, bugünün insanını yaşadığı çevreyi sorgulamaya ve merkezinde kendi öz varlığına anlam aratmaya zorluyor.
Oysa yüzyılımızda mimarlıkla kent tasarımlarına ve geleceğe ait ütopyalara baktığımızda çok daha karanlık ve soyut bir tabloyla karşılaşıyoruz. Özellikle bilim kurgu romanlarında ve filmlerde gördüğümüz tasarımlar önceki yüzyılların iyimser ve toplumcu bakış açısının silindiğini gösteriyor. Doğanın kaybolmaya yüz tuttuğunu insanların birbirlerinden uzak yaşamlar sürdüklerini ve disiplinler arası ayrımın büyüdüğünü görüyoruz.
Yüzyılın ilk yarısındaki iki dünya savaşı, Avrupa toplumu üzerinde muazzam bir zihinsel travmaya yol açmıştı. Sanayi devriminin gerçekleşmesiyle elde edileceği umulan o kusursuz yaşamın yerini savaşın ve kıyımın alması özellikle Avrupa’yı derin bir karamsarlığa itti. Örneğin 20. yüzyılın en önemli mimarlarından Le Corbusier’in geleceğin Paris’ini tasarlayan kent planlamalarında, her şeyi tek yerleşim blokları içinde düşünmesi, bahçeyi çatıya koyması trafik ulaşımının havadan oluşacağını varsayarak yaya yollarını minimuma indirmesi, gökyüzünün görünmesinin ancak küçük boşluklarla sağlanması bu zihinsel ve ruhsal çöküşün yansıması kabul edilir.
Günümüzde yapı malzemelerinde yapılan yeni gelişmeler sonucu eğilip bükülebilen bina duvarları, çelik konstrüksiyonların plastik figürlere olanak sağlayan üstün nitelikte gelişmesi mimarlara sınırsız olanaklar sağlıyor. Fakat bu durum beraberinde bir paradigmayı da getiriyor, Eskiden planlar 50 yıl için yapılırdı, sonra zamanla görüldü ki kentler çok kısa zamanda değişiyor. Başta tasarlanan plan tutturulamıyor, örneğin havaalanı ya da stadyum binaları olarak kent dışlarında tasarlanan yapılar bir bakmışsınız kent merkezinde kalmış ve kent her hali ile her yeri yutuyor olmuş. Zamanla 50 yıllık planlar 10 yıla, 10 yıllıklar, 5 yıla inmiş, derken şimdilerde hiç plan yapmayalım diyenler bile çıkıyor.
‘Kentleşme’ sanayi devriminden bu yana geçen iki yüz yıl boyunca, insanlık tarihinin yaşadığı en hızlı dönüşüm süreçlerinden biri olmuştur.
Hepimiz bugün aynı zamanda yorgun kentlerin şaşkın sakinleriyiz... Üzerindeki yükleri taşımaktan halsiz düşmüş ve artık yağmurların başka anlamlara geldiği, güneşin etkilerinin farklılaştığı kentlerde yaşıyoruz.
Şehirlerin zihnimizdeki çağrışımı ise bugün sinirlerimizi bozan trafik, yetişemeyeceğinizi düşündüğünüz randevular, her an hareketlenebilecek güvensiz sokaklar, yoğun kalabalıklara rağmen artan yalnızlığımız, gözümüzü abartılı renklilikleriyle yoran uyumsuz ışıklı tabelalar, gereksiz dilenciler ve masumiyetle kaçan topunun peşinden koşmaya korkan temiz elbiseleriyle çocuklar. Oysa bu şehirlerin ruhu yok. Kaybolan çayırlarla, şehir içi bostanlarla, bilye oynayan çocuklarla aniden yok oldular.
Olması gereken, doğasıyla kültürüyle geçmişiyle barışık; onunla bütünleşmiş, insanları mutlu ve huzurlu üretken geleceğe miras kalacak kentler.
Peki, bir kentin kültürü ya da bir kentte kültür nasıl oluşur?
Birçok düşünür “Her şey unutulduğu zaman belleklerde ne kalıyorsa, ona verilen isimdir” der kültür için.
Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi:
“Kültür belki de bütün yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz bir şey”dir.
Kentlerin kimlikleri onlarla yüzyıllarının ruhunu sakladığı simgelerinde gizlidir.
Örneğin; Eyfel Kulesi, Paris’i, Topkapı Sarayı ve Ayasofya, İstanbul’u, San Marco Meydanı, Venedik’i, Empire State, New York’u anımsatmaktadır.
Ancak biliriz ki kent, sadece yapılardan ve simgelerden ibaret değildir. Kentlere kimlik kazandıran yegâne unsur mimari de değildir.
İnsanlar için oluşturulmuş doğal alanlar, meydanlar, cafeler, parklar bahçeler, su havzaları, birlikte paylaşılan etkinlikler gibi özellikler kenti kent yapan, insanı insanla buluşturan temel niteliklerdir.
Dolayısıyla kendimizi kentli sayabilmemiz için mutlaka kentte yaşıyor, kent kültürünü sadece paylaşıyor ve tüketiyor olmak yeterli değildir. Bunun için önce bireysel ve sonra toplumsal bilinç gerekir; çaba gerekir; fedakârlık ve cesaret gerekir…
Yaşadığımız mekânı kent yapmak ve bir kültür ve medeniyet iklimini yeşertmek artık yüzyılımızda insansal görevimizdir.