Dünyanın en çok tanınan fizikçisi, İngiliz bilim adamı Stephen Hawking’in hayatını ve evliliğini anlatan filmde benzersiz ve zorlayıcı bir aşk öyküsü var. Film “gençliğinde âşık olduğu bir adamın, fiziki yeteneklerini yitirmesiyle, yürüyemeyen, konuşamayan bir insana dönüşmesinden sonra, evliliği yıllarca sürdürmek, üç çocuk yapıp büyütmek nasıl bir şeydir?” sorusuna cevap veriyor. Temelindeki yoğun sevgiye ve fedakârlığa dayanan, sürdürülmesi imkânsıza yakın bir evliliği 25 yıl sürdürmeyi başaran Hawking’lerin ayrıksı aşk öyküsünü izliyoruz. İki kişi arasındaki olağanüstü birlikteliği anlatan film, Stephen’in bilimsel çalışmalarından çok, Jane’in evliliğini yürütme çabalarını anlatıyor. Oscar’lı Eddie Redmayne ile Oscar adayı Felicity Jones muhteşem bir oyunculuk gösterisi sergiliyorlar
Dünyanın en çok tanınan fizikçisi, İngiliz bilim adamı Stephen Hawking’in hayatını ve evliliğini anlatan ‘Her Şeyin Teorisi/The Theory of Everything’de benzersiz ve zorlayıcı bir aşk öyküsü var.
Film fizikçinin eski eşi Jane Wilde Hawking’in ‘Travelling to Infinity: My life With Stephen Hawking’ adlı anı kitabından uyarlanmış. Anthony Mc Carten’in yazdığı senaryo bu yıl En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar’a adaydı.
Film, “gençliğinde âşık olduğu bir adamın, fiziki yeteneklerini yitirmesiyle, yürüyemeyen, konuşamayan bir insana dönüşmesinden sonra, evliliği yıllarca sürdürmek, üç çocuk yapıp büyütmek nasıl bir şeydir? “Sorusuna cevap veriyor. Bu, filmi ayrıksı bir aşk öyküsü yapıyor.
2008 yılında ‘Teldeki Adam/Man on Wire’ adlı Oscar ödüllü müthiş belgeselinden tanıdığımız 52 yaşındaki İngiliz yönetmen James Marsh, bu filmle yalnız bir belgesel ustası olduğunu değil, elinde zengin malzemeli bir senaryo olunca, mükemmel bir öykü anlatıcısı da olduğunu kanıtlıyor.
Temelindeki yoğun sevgiye ve fedakârlığa dayanan, sürdürülmesi imkânsıza yakın bir evliliği 25 yıl sürdürmeyi başaran Hawking çiftinin inanılması zor evliliğini film etkileyici bir dille anlatıyor.
İngiltere’nin en prestijli üniversitelerinden Cambridge’de kozmoloji okuyan Stephen’in (Eddie Redmayne), Güzel Sanatlar öğrencisi Jane Wilde (Felicity Jones) ile tanışmasını anlatmakla başlayan film, Stephen’in 21 yaşındayken talihsiz bir hastalığa yakalanışının doğurduğu sorunlarla devam ediyor.
Evrendeki tüm oluşumu açıklayan tek bir birleştirici denklemin peşindeki astrofizikçi Stephen, tedavisi olmayan Amyotrofik Lateral Skleroz; diğer adıyla Motor Nöron Hastalığı’na yakalandığını ve doktorların kendisine iki yıl ömür biçtiğini öğrenir.
Bu hastalık merkez sinir sisteminde, motor sinir hücrelerinin kaybından ileri geliyor, kas erimesini beraberinde getiriyor. (Mao Zedong bu hastalıktan ölmüştü).
Jane, sevdiği adamın zamanla konuşma, yürüme, yutma becerilerini yitireceğini bilmesine rağmen, kararlılığını ortaya koyarak kendisiyle evlenir. Stephen’in ateist, Jane’in dindar olmasına karşın birbirlerini tamamlayarak, zorluklara göğüs gererek, meydan okuyarak direnen çiftin çocukları da olur.
Gün geçtikçe Stephen’de oluşan fiziksel çöküşün tek tesellisi beynin bu hastalıktan etkilenmemesidir. Zihinsel yükseliş trendinde Stephen, doktora tezinde zamanın bir başlangıcı olduğunu savunur, evrenin sırlarına herkesten daha fazla vakıf bir fizikçi haline gelir. Engelli olması bilim adamlığını etkilemez.
EVRENİN SIRLARINI EN İYİ BİLEN ADAM
Hayatı dolu dolu ve tutkuyla yaşamak, teorilerini geliştirmek, aynı zamanda sevgi dolu bir aile ortamında yaşamanın verdiği güven ile Stephen hayata tutunmaya çalışır.
İki kişi arasındaki olağanüstü birlikteliği anlatan film, Stephen’in bilimsel çalışmalarından çok, Jane’in bu zor hatta imkânsıza yakın evliliğini yürütme çabalarına odaklanıyor.
Stephen ve çocuklarına hizmet ederken bunalan Jane’e bir kilise korosuna yazılması tavsiye ediliyor. Eşini kaybettikten sonra, çıkış yolunu kendisini müziğe vermekte ve müzik hocalığı yapmakta bulan Jonathan’ın, Hawking’lerin yaşamına katılmasıyla bu evliliğinin sonunun yaklaştığını hissediyoruz.
Film, Stephen’in yürek parçalayıcı fiziksel yetersizliğini rahatça sömürüye kaçabilecek handikaplarını, bir hayat hikâyesinin hüznünü arttırmak tuzağından sıyrılma başarısını gösteriyor. En zor anlarında Jane’in fedakârlığını, azmini, kararlılığını, inandırıcı bir üslupla anlatıyor.
‘Her Şeyin Teorisi’ genç İngiliz aktris Felicity Jones’un birinci sınıf performansıyla, imkânsız bir evliliğin yıllardır nasıl sürdürüldüğünü inandırıcı kılıyor. Akademi üyelerinin engelli rollerini oynayan oyunculara Oscar verme alışkanlığına yenik düşen Felicity Jones’un, Alzheimer hastasını oynayan Julianne Moore’a Oscar’ı kaptırması şaşırtıcı olmuyor.
Bu avantajdan faydalanan Eddie Redmayne oluyor. Motor nöronların sinir sistemini felç etmesine rağmen beynin zihinsel fonksiyonlarına dokunmayan bir hastalığın pençesindeki Stephen Hawking’de göz kamaştırıcı bir performans ortaya koyan Redmayne En İyi Erkek Oyuncu Oscar Ödülü’nü hak ediyor.
Son olarak ‘Sefiller’de izlediğimiz genç İngiliz aktör, engelli bir insanın çaresizliğini, direnme ve hayata tutunma çabasını muhteşem bir oyunculuk gösterisiyle gözlere seriyor.
Filme başlamadan önce yedi kilo veren, canlandıracağı Hawking ile tanışan, filmin makyaj, saç uzmanı Jan Sewell ve tasarımcısı Steven Noble ile konu üzerine çalışan, giydiği dar gömleklerle daha zayıf duran Redmayne, unutulmayacak bir kompozisyon çizmiş.
Mike Leigh’in ‘Çıplak/Naked’ıyla tanınan David Thewlis, Hawking’in hocası iken en büyük destekçisi olan Dennis Sciama rolünde, Charlie Cox müzik hocası Jonathan’da, Maxine Peake deneyimli ve sevecen hemşire Elaine’de, oyuncu kadrosunun başarısını tamamlıyorlar.
Bu son derece hüzünlü film, oya gibi ince ince işlenmiş hikâyesiyle, karakterlerin hakkını veren derli toplu senaryosuyla, kusursuz mizanseniyle, uyumlu oyuncu kadrosuyla, Johann Johannson’un Oscar adayı özgün müzik partisyonu ile izlenmeyi hak ediyor.
Uzay bilimine büyük katkıları olan teorileri geliştiren Stephen Hawking, günümüzde 73 yaşında ve ‘Her Şeyin Teorisi’ni aramayı sürdürüyor.
Keyifli bir kara komedi
Geçen sene Cannes Film Festivali’nde Arjantin’i temsil eden ‘Asabiyim Ben/Relatos Salvajes’ ödül listesine giremedi, ancak film parlak uluslararası kariyerinden sonra Oscar’ın En iyi Yabancı Film dalının beş adayından biri oldu. Henüz üçüncü uzun metrajlı filmini yapan, Arjantin’de TV dizileriyle tanınan, bu filmdeki çıkışıyla izlenmeyi hak eden bir yönetmen haline gelen genç Damian Szifron(40), sürükleyici kara komedisiyle hayranlığımızı kazanıyor.
Filmin başrollerinden birini üstlenen, 58 yaşındaki Buenos Aires doğumlu, çakır gözlü Ricardo Darin’in hastasıyım ben. Darin’in uluslararası bir başarısı yok ama son yıllarda kaliteli Arjantin filmlerinin tümünde karşımıza çıkıyor. Bunlar arasında polisiye ‘Cinayet Tezi’ni (2013), ‘Gözlerindeki Sır’(2009) dramını ve müthiş gerilim filmi ‘Dokuz Kraliçe’yi (2000) sayabilirim. Günlük hayatımızı etkileyen stres ve depresyon hali kimimizde ciddi patlamalara yol açıyor.
Kontrolünü kaybeden insanların parodisini birbirlerine göbekten bağlı öykücüklerle yapan ‘Asabiyim Ben’ altı intikam hikâyesi anlatıyor.
Aşk, öfke, nefret, intikam duygusu temalarını çarpıcı üslupla işleyen Damian Szifron, toplumu esir alan şiddeti ustalıkla hicvediyor. Acımasız mizahıyla öne çıkan film, nefis sinema dili, iyi yazılmış, akıcı senaryosu ve iyi oyunculuklarıyla, seyirciye hoşça vakit geçirmesini garantili kılıyor.
‘Fareler’ adlı öyküde, otoyolda çalıştığı lokantaya gelmiş, vaktiyle evine el koyduğu babasının intihar etmesine sebep olmuş, annesini de taciz etmiş politikacının yemeğine fare zehri koymaya kalkışan genç bir garson kız var.
Otoyolda, pahalı arabasıyla solladığı mütevazı bir araba sürücüsüne hakaret eden zengin sürücünün, bir köprü ayağında arabasının arıza yapmasıyla geçilen araba tarafından yakalanması ve ölümcül hesaplaşma süreci ‘En Güçlü’ adlı bölümde anlatılıyor. ‘Küçük Bomba’ bölümünde, kızının doğum günü partisine yetişme telaşıyla yanlış park etmesinin cezasını ödemek istemediği için bürokrasiye savaş açan mühendis Simon (emsalsiz Ricardo Darin) var.
Filmin en keyifli bölümü olan ‘Ölüm Bizi Ayırana Dek’ adlı final bölümünde, iki zengin ailenin kızıyla oğlunun düğün töreninde yaşanan rezillikler var. Düğün gününde çapkınlığı bırakmayan damat ile aşırı kıskanç, şiddete meyilli gelin arasında, hakaret ve sövgü ile başlayan, kavgaya dönüşen, lüks oteldeki düğün skandalı, gelinle damadın düğün pastasının üstünde sevişmeleriyle mutlu sona bağlanıyor.
Şiddet patlamasının hüküm sürdüğü modern yaşamdaki hoşgörüsüzlük, iletişim kopukluğu, kontrolünü kaybeden insanların zavallılığı, mizahı ve ironisiyle öne çıkan bir mizansen içinde anlatılıyor.
Senaryosunu yazıp yönettiği, komediyle dram arasında gidip gelen bu filmle Damian Szifron bu filme Arjantin’de yılın en iyi yönetmeni ve senaryo yazarı seçilmiş. ‘Asabiyim Ben’de yılın en iyi filmi etiketine sahip olmuş.
Oscar adayları ve galiplerinin afişlerde de yarıştığı bu haftalarda, bu çarpıcı, eğlenceli, özgün buluşlu filmi kaçırmamanızı öneririm.