Yahudi geleneğinde Nakl-i kubur

Geçtiğimiz şubat ayında Türkiye, başarılı bir askerî operasyonla Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin dedesi Süleyman Şah ve iki askerinin Suriye’deki naaşlarını geçici olarak Türkiye’ye nakletti. Literatürde bu işleme, “ölülerin mezarından başka bir mezara nakli” anlamında ‘nakl-i kubur’ adı verilmektedir. Bu yazıda, naaşların taşınması dolayısıyla gündeme gelen “nakl-i kubur”un İslam’da yerine kısaca değinerek Yahudi geleneğindeki durumunu ele alıyoruz

Perspektif
18 Mart 2015 Çarşamba

Doç. Dr. Nuh ARSLANTAŞ *


Süleyman Şah’ın nakl-i kuburu, terör örgütü IŞİD’in saldırıp hem askerlerimizi şehit etme hem de türbeye zarar verme endişesiydi. Türk geleneğine yabancı olanlar, bu nakli biraz yadırgayabilir. Ancak Türklerde mezarların, hele de hakan ve bey gibi atalara ait olanlarının, özel bir önemi vardır. Mezarlar, tarih boyunca kutsal sayılmış, hatıralarına hürmet gösterilmiş, bu sebeple de bunlara yapılan saygısızlıklar şiddetle cezalandırılmıştır. Attila’nın (395-453) Balkan seferlerinden birinin sebebi, Hun hükümdar aile mezarının Margos piskoposu tarafından açılarak soyulmasıydı. Bu tarihsel arka plandan bakıldığında Süleyman Şah türbesine yapılan operasyonun sosyo-psikolojik gerekçesi daha iyi anlaşılacaktır.

Allah’ın insana verdiği değer ve fıtraten saygınlığından dolayı İslam geleneğinde kabirleri korumak, temiz tutmak, düzenlemek, tahrip olanları tamir etmek çok önemlidir. Bir mezarlık ne kadar eski ve ihtiyaç dışı olursa olsun, yine mezarlık olarak korunmalıdır. Böyle bir mezarlığı satmak ya da üzerinde bir tesis kurmak veya gereksiz nakl-i kubur caiz görülmemiştir. Kabrin taşınması, ölünün hakkının çiğnenmesi olarak değerlendirilmiş; zorunluluk olmadıkça, mezarlığın mezar olarak devam etmesi ve defnedilenlerin ebedi yurtlarında rahat ettirilmesine önem verilmiştir. Ancak sel, deprem vb. doğal afetler ile kamunun menfaatine olacak yol vb. imar faaliyetleri gibi nedenlerle nakl-i kubur caiz görülmüştür. Bir de cenaze defnedilen arazi, özel ya da kamuya açık bir arazi olmayıp gömülen kimsenin mülkiyetinde de değilse, sahiplerinin kabul etmemesi durumunda, nakl-i kubur gerekli görülmüştür. Nakl-i kubur sırasında ölünün saygınlığına zarar gelmemelidir. Hz. Muhammed, kabir kazarken çıkan kemikleri kırarak sağa sola atan birini “Ölünün kemiğini kırmak günah yönünden dirinin kemiğini kırmak gibidir” sözleriyle uyarmıştır. Müslüman gelenekte ölülerin hakları, aynen dirilerin hakları, hatta ondan da önemli kabul edilmiştir.

İslam tarihinde Uhud şehitlerinin sel sebebiyle yapılan nakl-i kuburu meşhurdur. Osman Gazi (ö. 1324) Söğüt’ten Bursa’ya, Şeyh Bedreddin (ö. 1420) Serez’den İstanbul’a (1924), Mustafa Kemal de Anıtkabir’e (1953) nakl-i kuburla defnedilmişlerdir. Dicle Barajı’nın yapımı sırasında Zülkifl ve Elyesa peygamberlere ait olduğu kabul edilen naaşlar (Diyarbakır, 90’lar) ile Adnan Menderes’in İmralı’dan Anıtmezar’a (İstanbul, 1990) nakl-i kuburu da bilinen diğer örneklerdir.

Ülkemizde nakl-i kubur işlemleri, 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nun 227 ve devamı maddelerin hükümleri çerçevesinde yasal olarak yerel yönetimler tarafından yapılmaktadır.

Elinizdeki yazının konusu İslam geleneğindeki nakl-i kubur değildir. Bu yazıda, naaşların taşınması dolayısıyla gündeme gelen ‘nakl-i kubur’un Yahudi geleneğindeki durumu ele alınacaktır.

Nakl-i kuburun Yahudi fıkhındaki (halaha) yeri

İslamiyet’te olduğu gibi, Yahudi anlayışında da insan yüce bir konumu haizdir. Tanrı, insanı kendi suretinde yaratmış, varlıkları emrine amade kılmıştır. Canlılar içerisinde Tanrı’yı idrak eden sadece insan olup Tanrı’nın nurunun da insan ruhunda mündemiç olduğu kabul edilmiştir. Bu sebeple fıtraten saygın olan insana, hayatta olduğu gibi, ölümünde de saygı gösterilmesi gerekmektedir.

Bu anlayıştan hareketle Yahudi geleneğinde insanın ebedî istirahatgâhı olan mezarlıklar özel bir öneme sahiptir. ‘Kabristan’ (bet ha-kevarot), ‘beka diyarı’ (bet olam, bet almin), ‘yaşayanların toplanacağı’ (bet hayim) ve ‘her canlının varacağı yer’ (bet mo’ed le-kol hay) gibi değişik isimlerle anılan mezarlıklar, çok erken dönemlerden itibaren kurulmuş ve bakımlı hale getirilmiştir.

Müslüman gelenekte olduğu üzere, Yahudi geleneğinde de herhangi bir sebep olmaksızın, daha iyi bir yer olsa dahi, nakl-i kubur (Filistin hariç) caiz görülmemiştir. Yahudilikte esas, kişinin mülkiyetinde, sonradan nakl-i kubur gerekmeyecek bir mezara (kever şelo) defnedilmesidir. Hz. Yakub, eşi Rahel’i el-Halîl’deki (Hevron) aile mezarlığına götürmemiş, o sırada meskûn olmamasına rağmen Efrat’ta defnetmişti.

Yahudi tarihinde ‘hahamların başı’ (roş ha-hahamim) olarak şöhret bulan Rabbi Akiva (40-137) nakl-i kuburu ‘mevtayı taciz’ (nivul ha-met) olarak nitelemiştir. Bu görüş, Orta Çağ’da Aşer ben Yehiel (1250-1327) gibi bazı din adamları tarafından da yinelenerek nakl-i kuburun ‘mevtaya saygısızlık’ (bizayon) olduğu vurgulanmıştır. Nakl-i kubura mesafeli duruşun bir gerekçesi de boyut değiştiren insanın hesap dünyasına intikal ettiği aşamada rahatsız edilmemesi (haradat din) düşüncesidir. Nakl-i kubura sıcak bakmayan din adamları İsrail’in ilk kralı Şaul’un, istimdat etmek üzere vefatından sonra Nebi Şmuel’le görüşmesini delil göstermişlerdir.

Ancak Yahudi din adamları nakl-i kubura bazı şartlarda da cevaz vermişlerdir. Bu şartları şöyle özetlemek mümkündür.

1. Kişinin Yahudilere ait olmayan bir mezarlığa (kever şel goyim) defnedilmesi. Bu durumda mutlak surette nakl-i kubur yapılıp naaşın Yahudi mezarlığına defnedilmesi gerekir.

2. Nakl-i kuburun Yahudilerce kutsal sayılan Filistin topraklarına (Erets Yisrael) gerçekleşmesi. Övgüye değer bulunan bu nakil, ölen kimse için de büyük bir onur kabul edilmiştir. Osmanlı dönemi Yahudi hukukçularından Yosef Karo (1488-1575) gibi bazı din adamları, kişi sağlığında iken karşı olsa dahi, ölümünden sonra varislerinin Filistin’e nakl-i kubur gerçekleştirebileceklerini belirtmişlerdir.

3. Dini otoriteler, ölen kimsenin anne-baba (etsel avotav) ya da yakın akrabalarının (beney mişpahto) mezarlarının bulunduğu yere yapılan nakl-i kubura cevaz vermişlerdir.

4. Ölünün ilk etapta bir yere (kever ha-nimtse) defnedilip daha sonra o yerin sahibinin bu defne itiraz etmesi durumunda nakl-i kubur bir vecîbe (mitsva) kabul edilmiştir.

5. Mezar ya da mezarlık su-sel ve benzeri bir akıntıya ya da nebbaş veya başka bir talana maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya ise nakl-i kubur gerekli görülmüştür.

Nakl-i kuburu gerçekleşecek kişinin kemikleri büyük bir özen ve saygı ile toplanmalı, insana yaraşır şekilde davranılmalıdır. Talmud’ta nakl-i kubur sırasında oğulun, babasının kemiklerine çıplak elle dokunması, saygısızlık olarak nitelenmiştir.

Nakl-i kuburun gerçekleştiği gün, ölü yakınları için yasla ilgili bütün kuralların geçerli olduğu kabul edilmiştir. Yas, nakl-i kuburun ertesi günü biterdi. Nakli gerçekleştirenlerin yas boyunca Şema okuyamayacağı, 613 Emir’den (Taryag Mitsvot) yapılması emredilen vecibeleri (mitsvot ase) yerine getiremeyeceği belirtilir. Nakl-i kuburun Şabat (cumartesi), bayramlar (moedim) ile bayram aralarında ‘hol ha-moed’ adı verilen ‘ara günler’de gerçekleştirilmesi de yasaktır. Nakl-i kubur sırasında ölü için mersiyeler okunmasa da, iyiliklerinin yâd edilebileceği kabul edilmektedir.

Yahudi tarihinde meşhur nakl-i kuburlar

Yahudi tarihinde nakl-i kuburla ilgili en meşhur örnek Hz. Yusuf’la ilgilidir. Hz. Yusuf, vefat edeceği zaman ailesine cesedinin Mısır’da bırakılmamasını vasiyet etmişti. Bu sebeple cesedini mumyalayan İsrailoğulları, Mısır’dan çıkarken naaşını da yanlarına almışlar; Filistin’e geldiklerinde, bu gün Nablus olarak isimlendirilen Şekem’e defnetmişlerdi.

İslam kaynaklarındaki bilgilere göre, Süleyman Şah’ın naaşına benzer şekilde birkaç kez nakl-i kubur yapılan ululardan biri de, İslam geleneğinde Danyal olarak bilinen Peygamber Daniel’dir. Nebukadnezzar (Buhtunnasr) tarafından Babil’e sürülen Danyal, Huzistan’ın (İran’ın güneybatısında bir eyalet) Sus şehrinde (Susa/Şuşan) medfundu. Müslümanlar şehri fethettiğinde Danyal’ın kabri, şehir kalesinde Sâdanyal adı verilen bir yerde bulunuyordu. Şehir fatihi (Ebu Musa el-Eşarî) kabrin kime ait olduğunu sormuş, halk Danyal peygambere ait olduğunu söyleyerek onun hürmetine Allah’tan yağmur dilediklerini ifade etmişti. Ebu Musa durumu Hz. Ömer’e bildirdiğinde halife cesedin tekrar kefenlenerek nakl-i kubur yapılmasını emretti. Bunun üzerine Ebu Musa, şehrin ortasından akan nehri keserek bir kabir kazmış; naaşı buraya defnettikten sonra da suyu üzerinden akıtmıştı. Ancak cesedin sonraki yıllarda nakl-i kuburla tekrar karaya defnedildiği anlaşılmaktadır. Zira kaynaklarda Danyal’ın naaşının yağmur için tevessülde bulunmak amacıyla Sus ile İran’ın güneybatısındaki tarihi bir şehir olan Tüster (Şüşter) halkı arasında gidip geldiği belirtilir. Bu münavebeli nakl-i kubur, XII. asra kadar da devam etmiştir. Bu asırda Sus’a tekrar nakl-i kuburla gelen naaş, şehirde Yahudi sinagoglarının birinde muhafaza edilmekteydi. Selçuklu sultanı Sencer (1118-1157), Danyal’ın naaşının sıkça nakl-i kuburundan rahatsız olmuş; bunun, bir peygambere saygısızlık olduğunu belirterek kristal bir tabut içinde demir zincirlerle şehri birbirine bağlayan köprünün tam ortasına yerleştirilmesini emretmişti.

Yahudi tarihinde İkinci Mabed Dönemi’nde (MÖ VI. yüzyıl ve sonrası) sıkça meydana gelen savaşlarda ölenler için zaman zaman geçici mezarlar ihdas edilmiş; toprakların Yahudilerin elinde kalmasına bağlı olarak bir kısmı kalıcı olsa da, çoğu nakl-i kuburla kalıcı mezarlıklara defnedilmişlerdir.

Pers döneminin sonlarıyla Helenistik dönemin başlarından itibaren Filistin Yahudileri arasında nakl-i kuburla ilgili yaygın bir uygulamadan bahsedilir. Filistin’de ölüler önce mağaralara (maarata) veya lahit olarak yontulan taşlara konur; cesetler iskelet haline geldiğinde kemikleri toplanarak kalıcı mezarlara nakledilirdi. Atsamot likut (kemiklerin toplanması) adı verilen bu işlem, genelde ilk definden bir sene sonra gerçekleşir; ölü yakınları sadece bir gün, o da nakl-i kuburun gerçekleştiği gün, yas tutardı. Nakl-i kuburun genelde bir yıl sonra gerçekleşmesi, muhtemelen, Yahudilikteki, kişinin ölümünden sonra on iki ay boyunca Tanrı katında yargılanma sürecinin veya kabir sorgusunun devam ettiği şeklindeki düşünceden kaynaklanıyordu.

Mısırlı Yahudi tarihçi Sambari (1640-1703), Orta Çağ’ın ünlü Yahudi alimi RaMBaM’la (Maimonides) ilgili nakl-i kubur değilse de, nakl-i uzuvla ilgili ilginç bir anekdot nakleder. 1204 yılında Mısır’da ölen RaMBaM, Taberiye’ye (Tiverya) götürülerek Filistin’de defnedilmişti. Sambari, cesedin nakil sürecinde ayak parmaklarından birinin Mısır’da kaldığını; daha sonra Mısır hahamlarından birinin rüyasına giren RaMBaM’ın, parmağın yerini kendisine söylediğini, tarif edilen yerden alınan parmağın Taberiye’deki mezara nakl-i uzuv yapıldığı söyler. Sambari’deki bu rivayet, RaMBaM’ın Mısır’da geçici olarak medfun kaldığı ve nakl-i kubur yapıldığı şeklinde bir yoruma da imkân vermektedir.

Yahudi tarihinde önemli nakl-i kuburlardan ikisinden özellikle bahsetmek gerekir. Bunlardan ilki, eylemci siyasal Siyonizm’in kurucusu ve bugünkü İsrail Devleti’nin ideolojik babası Theodor Herzl’in (1860-1904) nakl-i kuburudur. 1897’de “Basel’de Yahudi Devleti’ni kurdum; belki beş ama 50 yıl içinde bunu herkes görecek” sözleri nedeniyle “İsrail Devleti’nin kuruluşunu önceden gören” anlamında ‘Hoze ha-Medina’ olarak şöhret bulan Herzl, 1904 yılında Avusturya’da ölmüş, Viyana’da gömülmüştü. Herzl’in naaşı, devletin kuruluşundan sonra 1949’da Viyana’dan Kudüs’e nakl-i kuburle getirilerek Anıttepe (Har ha-Zikaron) olarak da adlandırılan Herzl Tepesi’ne (Har Hertsel) defnedilmiştir.

Nakl-i kuburla Herzel Tepesi’ne defnedilen bir diğer ünlü lider de Ze’v Vladimir Jabotinsky’tir (1880-1940). Siyonist Revizyonist hareketin kurucusu olan Jabotinsky, İsrail Devleti kurulmadan önce geçirdiği kalp krizinden dolayı New York’ta ölmüştü. 1930’larda yazdığı vasiyetnamede nakl-i kubur için devletin kurulma şartını koşan Jabotinsky’nin naaşı 1954 yılında getirilerek Kudüs’e defnedilmiştir.

Nakl-i kubur meselesi, İsrail’in kuruluş sürecinde yaptığı savaşlardan sonra daha sık gündeme gelmeye başlamıştır. 1948 yılında, İsrail Askeri Hahamlığı’nın (Hayil ha-Rabanut ha-Tsavait) kurucusu Rav Şlomo Goren’in (1917-1994) II. Mabed dönemindeki uygulamalardan hareketle verdiği bir fetva ile savaş sırasında ölen askerler geçici olarak defnedilmişlerdi. Bu definlerde sadece din adamları bulunmuş, ölü yakınlarının iştirakine izin verilmemişti. Bu durum din adamları arasında tartışmalara neden olmuşsa da, buna cevaz veren din adamlarının görüşleri esas alınarak askerler, bir yıl sonra ailelerinin isteğine göre, askeri ya da sivil mezarlıklara nakl-i kuburla gömülmüşlerdi.

1956 yılında İsrail’in Mısır’la yaptığı savaşta ölenler Askeri Hahamlık tarafından Orta ve Kuzey Necef’te (Negev) geçici olarak defnedilmiş; sayıları 132 olan bu askerler ertesi yıl (1957) nakl-i kuburla memleketlerine götürülmüşlerdi. Altı Gün Savaşı’nda (1967) da benzer bir durum yaşanmış, muvakkat gömülen 475 asker, 1968 yılında kalıcı mezarlara nakledilmişti. Nakl-i kuburlar, hem askeri hem de Askeri Hahamlık tarafından usulüne uygun dini törenlerle gerçekleşmişti.

1978 yılında, İsrail Sefaradlarının Başhahamı Rav Ovadya Yosef (1920-2013) Camp David görüşmeleri sürecinde Mısır sınırlarında kalan kabirlerin nakline fetva vermiştir. Onun nakl-i kubur fetvası, bazı din adamlarının itirazına neden olmuştur. Benzer bir durum İsrail’in Gazze’den çekiliş sürecinde de yaşanmıştır. Eylül 2005 yılında gerçekleşen çekilmeden dört ay önce, Mayıs 2005’te İsrail Silahlı Kuvvetleri’nde özel bir birim kurulmuş; Guş Katif’teki 48 Yahudi’nin nakl-i kuburu bunlar tarafından gerçekleştirilmiştir.

Ülkemizde ise İstanbul’da Eğrikapı Mezarlığı, Hasköy Mezarlığı’nın bir kısmı, Kuruçeşme Mezarlığı, Ortaköy Mezarlığı’nın bir bölümü, Edirne Mezarlığı ile Ege bölgesi ve Güneydoğudaki Yahudi yerleşimlerine ait mezarlıkların bir bölümü inşaat alanı veya yol geçmesi nedeniyle istimlak edilmiştir. İstimlak edilen mezarlıklardan da diğer Musevi mezarlarına nakl-i kuburlar gerçekleşmiştir.

Günümüzde gerek dünyanın değişik yerlerinde Yahudilerin yaşadığı ülkelerde, gerekse İsrail’de yol, köprü, geçit, demiryolu veya cadde açma gibi çeşitli imar ve iskân nedenlerinden ötürü, nakl-i kubur olayı daha sık gerçekleşmeye başlamıştır. Kudüs’te yeni inşa edilen Yahudi yerleşim birimlerine ulaşım güzergâhında bulunan Yahudi kabirleri, güvenlik açısından başka bir yere nakledilebilmektedir. Yahudi din otoritelerinin çoğu bu tür durumlarda ölüye gerekli saygıyı göstermek şartıyla nakl-i kubura cevaz vermektedir.

* Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi