Biraz kahve falı gibi… İnsana, yaşama, insanların birbirlerine yaptıklarına, sanata dair her bakışta ayrı bir hikaye anlatıyor İsa Çelik’in Schneidertemple Sanat Merkezi’ndeki ‘Gibi’ sergisi. “Gibi’siz yaşanılan bir dünya için” diyen sanatçı İsa Çelik ile hayata bakışını konuştuk.
Yunan şair Yannis Ritsos’un dizeleri karşılıyor bizleri İsa Çelik’in görülmemiş bir çiçek açtığı gibi Schneirdertempel Sanat Merkezi’nde: “Kendisi de korkuyordu sesinden. İçinde boğuyorsun sesini. Patlamak üzereydi susuşu...
Böyleydi, delik deşik, görülmemiş bir çiçek açıyordu işte.”
Biraz kahve falı gibi... Son bulmakta olan bir hayata yepyeni bir yaşam katar gibi...
Ve yine insanlar... Bir çocuğun elinden düşmüş dondurmanın yer çatlağında eriyip kuruması gibi... Farklı dokular, birbirinden çatlak çatlak ayrışan, ayrıştıkça bütünleşen, bütünleştikçe yeniden oluşan renkler ve katmanlar... Sanat yaşam gibi, yaşam da sanat gibi... Ve sanatçının imzası, imzasındaki o kırmızı leke/damga, her tabloda bambaşka bir yerde, imza da tabloyu tamamlar gibi... Bazen çığlığa tanıklık eden gökyüzündeki kuş misali, belki de insanı dünyadan ayıran ne varsa, hepsini toprağa bağlayan düğüm gibi... Yol boyunca arkadan itekleyip zorlayan ya da önden, elini uzatsan tutacağın bir baykuşun tünediği bilgelik dalının dalgalarda sörf yapmasını sağlayan denge çubuğu gibi... Bazen zımba tellerinin gerektiğini sansa da insan, bir arada tutmak üzere dağılmış yaşamların parçalanmış düşüncelerini, sıklıkla boşluktur tüm parçaları parça yaparken bütünleştiren sıva.
Birbirini takip ederken düşünceler, İsa Çelik geliyor galeriye. Çoğumuzun fotoğraf sanatçısı kimliğiyle tanıdığı İsa Çelik... Yüzlerce kitap kapağı, afişler, pankartlar, broşürler üretmiş; çok fazla çocuk kitabı illüstrasyonları yapmış çok yönlü bir sanatçı. Seramik yapmış, ahşap heykelleri var. Az miktarda da olsa taş yontmuş, tiyatrolara dekorlar yapmış bir sanatçı. Ve resim; sanat yaşamında hep olan ancak şimdi yeni çalışmaların izleyiciye sunulması ile gün ışığına çıkan resim. İsa Çelik, düzgün Türkçesi, teatral sesi ile dolduruyor anında havayı.
İsa Çelik: Hiç savaş gördünüz mü?
Dalia Maya: Gör-medik.
İÇ: Duydunuz.
DM: Benim neslim, savaş da değil ama, ancak 12 Eylül’ü hayal meyal hatırlıyoruz. Körfez Savaşı’nı televizyonlardan izledik. Neredeyse bir savaş filmi izlercesine.
İÇ: Fındık fıstık yiyerek televizyon karşısında.
DM: Yaşamadık.
İ.Ç.: Dışarıdan görmekle, duymakla olmuyor. Irak Savaşı’nda insanlar bayağı bir dizi film izler gibi izlediler. Şu anda, Türkiye, adı konulmamış bile olsa, bir savaş içinde. Otuzdan fazla yıldır bir savaş içinde. Irak’ta ve Suriye’de patır patır insanlar öldürülüyor. Görmediğiniz zaman bir hikâye, bir masal gibi gelir. Şimdi desem ki size, geçtiğimiz yıl, İstiklal Caddesi’nde tamirat yapıyorlardı. İki kablo çıkmış karların arasından. “Yahu, bu kabloları niye açık bırakmışlar? Birisi dokunur” demeye kalmadı bir ses, bammm diye bir köpek! Üstünden yürürken havaya fırladığını ve yere düştüğünü gördüm. Şimdi anlattığınız zaman gazete haberi bile olmayan bir şey. Ama gözünle gördüğün zaman farklı bir durum ortaya çıkıyor. Irak’a gitmiştik, Irak’taki Alevi mekânlarını geziyoruz. Dünyanın dört bir tarafından 50 kadar Alevi çağırmışlar. Benim hiç bir şeyle ilgim yok ama, Alevi Vakıfları Genel Başkanı, “Abi, gider miyiz?” diye sorunca, “Rakı varsa gideriz” dedim. Gittik. İçlerindeki alevi olmayan ve o işlerle hiç ilgisi olmayan bir ben bir de asistanım vardı. Orayı, burayı gezdirdiler; derken Bağdat’ta bir kiliseye geldik. Kilisenin ortasına bomba atmışlar. Bombadan kilisenin tabanında koskocaman bir çukur oluşmuş. Duvarlarda parça parça bir şeyler var. Bembeyaz duvarlar, ama parça parça kapkara bir şeyler var. “Bunlar nedir?” Diye sordum. “İnsan etleri” dediler. Nasıl insan eti? Birkaç bomba atmışlar. Aynı anda. İbadet sırasında. İnsanlar parça parça olmuş. Her yere parça parça kuruyup kalmış insan etleri sıvanmış. Zaten Irak’taki açlık, sefalet, ahlâksızlık... Her şey birikmiş, her şey üst üste, bir de bunu görünce, fena bir vurgun yedim. Sonra döndük. Aradan zaman geçti, ben bu iş tozlandı sanıyordum.
Bir gün bir öğrencim geldi. (Şimdi bu hikâyeyi anlatmanın da aslında bir gereği yok. İnsanın insana ettikleri deyince ortadaki işlerden ne dediğimiz anlaşılmalı. Ben bu hikâyeyi anlattım diye öyle okunmamalı.) Neyse, öğrencimin doğum günüymüş. Pasta getirmiş. Kutladık. Bir karton aldım; doğum günü armağanı diye karşımda duran soğan çiçeklerinin bir resmi yaptım. Kopya kalemi ile hiç boya kullanmadan. Derken ertesi sabah dünkü çiçekler fena olmamıştı dedim kahvemi içerken, bir resim daha yaptım. Derdim soğan çiçeği resmi yapmak değil. Soğan çiçeğinden yola çıkarak bir şeyler yapıyorum. Derken, kâğıt tozunu hamur haline getirip ekledim. Buna bir kırmızı lâzım diye düşündüm, rakı şişesinin kırmızı plâstik kapağını erittim, kırmızı renk olarak kullandım. Buna bir mor lazım dedim, mor bir şişe kapağını erittim kullandım. Bunlara bir kurşun gerekiyor galiba dedim. Kurşun suya dökülünce böyle tuhaf bir şey oluşur ya. Kurşun satın aldım ve onu eritip döktüm. Derken başka şeyler girdi işin içine, bir gece sabaha karşı uyandım, kalkıp oturdum: Dedim ki, “ben ‘savaşı’ yapıyorum, Irak’taki o kilisedeki insanların resmini yapıyorum galiba”. İnsanın insana, insanın topluma, insanın doğaya ettiklerini yapıyorum. Derken işin içine ağaçlar, kuşlar, hayvanlar girdi. Masal kuşları girdi, baykuşlar, güvercinler girdi. Çünkü bizim her şeyimize göz koymuşlar. Bizim aşkımızı, sevdamızı, mutluluğumuzu, geleceğimizi gebertiyorlar. Masallarımızı, hayallerimizi, düşlerimizi gebertiyorlar.
DM: Onlar kim?
İÇ: Onlar, kimse onlar işte: silah üretenler, kapitalistler ya da kim bilir kimler. Sen, ben değiliz herhalde.
Müzelere gidersiniz, parçaları tahmin edilen yerlerine yerleştirilmiş olarak sergilenen restore edilmiş bir obje görürsünüz vitrinde. Tıpkı öyleydi. Kolun bir parçası, belki gözün bir parçası…
Bir anda küt diye üstümüze ölü toprağı atılsa ve bütün insanlar geberse... Yarın öbür gün bizden bir şeyler bulan insanlar herhalde aynı müzelerdeki gibi yerleştirecekler onları.
DM: Sonra da izleyiciler ayrı ayrı parçalarla olmanın ötesinde bütününü de görmeye çalışacaklar.
İÇ: Evet, görebiliyorlarsa ne âlâ.
DM: Boşlukları düşüncelerinde dolduracaklar.
İÇ: Tabii doldurabiliyorsa ne âlâ... Yani tamamlayabiliyorsa ne âlâ, o sonradan gelen uygarlık. Ama sonradan gelen uygarlık kimi şeyleri es geçip kimi şeylerle yetiniyorsa, onu bilmiyorum tabii.
DM: Kendi ihtiyacına ve algısına göre algılayacak.
İÇ: Tabii ben ne dersem diyeyim, ne anlatırsam anlatayım, siz ne yediyseniz, neyle beslendiyseniz ‘o’sunuz. Ben ne anlatırsam anlatayım karşı taraftaki adam neyi alabilecekse o kadarını alacaktır.
Anlattığım konuları incelememişseniz, ben haybeye gösteriyorum. Yani karşı tarafın da biraz alabiliyor olması lâzım. Sanatsal eylem dümdüz bir şey değil. Öbür tarafın da biraz çalışması lâzım, onun da bir yerlere gelmiş olması gerekiyor gibi geliyor bana.
DM: Tam da söylemek istediğinizi anlaması önemli mi sizce?
İÇ: Yabancı bir yazarın bir sözü var, dinsel bir söylem ama olsun, “Tanrı beni tam tamına anlaşılmaktan korusun.”
Tam tamına anlaşılmak zor bir şey. Bırakın tam tamına anlaşılmasın ama her okuyucu aklında beyninde kendince mayalasın, köpürtsün olayı.
DM: Her işte yakma, eritme, bir anlamda bir şeyleri oldukları şekilde yaşamlarını sona erdirme var...
İÇ: İnsan, insanın kurdu mudur? İki ayağımızın üstüne neden kalktık? Neden alet yaptık? Ateşi neden bulduk? “Güzel günler…” söylevleri yalan mıydı? Yalandı. “Mutlu ve refah içinde bir ülke için” mavalları yalan mıydı? Yalandı. “Halkımızın mutluluğu için…” nutukları yalan mıydı? Yalandı. Hepsi yalandı. Hepsi yalan.
Onca açlık, onca yoksulluk varken neden silah yapıyoruz? Kitle ‘imha’ silahlarını neden yapıyoruz? Kimi ‘kutsal’ bellediğimiz şeyler uğruna, kutsallıksa kutsallığın en kutsalı olan yaşama hakkını neden insanlara çok görüyoruz? Bunlar birer soru değildi. Ateşi, insanları yakalım diye bulmadık. Alet yapmayı, silah yapıp insanları kör, topal, yaralı, hasta bırakalım diye öğrenmedik.
Alet yapmayı, silah yapıp insanları öldürelim diye öğrenmedik. Her şeyin, “gibi…” yapıldığı bir toplumsal düzen içindeyiz. Aşklarımız, gibi. Sevgilerimiz, gibi. Sözlerimiz, gibi. Her şey, sentetik... Her şey, plâstik... Aşklarımız, sevgilerimiz, sözlerimiz, toplumsal kalkınma masallarımız, evlerimiz, binalarımız, saraylarımız sentetik.
Neleri, neden ‘gibi…’ yapıyoruz? Tüm öğretiler bize, insanların eşit olduğunu söylerken, biz neden kimi insanların en insani haklarını bile görmezden gelebiliyoruz? ‘Biz’ derken, yalnızca erkekler miyiz biz bu dünyada yaşayanlar? Kadınlar yok mu? Çocuklar? Emekçiler, işçiler? Bizim dışımızdaki tüm öteki halklar… Tüm çiçekler, tüm bitkiler, tüm ağaçlar, tüm börtü böcek, tüm hayvanlar… Biz gerçekten, Melih Cevdet Anday’ın dediği gibi, “İnsanoğlunun ceddi” miyiz?
Her şeyin ‘sentetik’ yapıldığı, her şeyin ‘plâstik’ yapıldığı, her şeyin ‘gibi’ yapıldığı bir dünyada ben de, bütün bu olup bitenlere bakıyorum… Genellikle, geleneksel resim malzemesi dışında, elime geçen, anlatmak dinletmek istediğim şeyleri anlamlandırabileceğini düşündüğüm her türlü şeyi kullanıyorum.
DM: Ve yeniden yeni bir alevle yeni hayat kazandırma görüyorum ben burada. Yaşamı da mı gibi yapıyoruz?
İÇ: Evet.
DM: Gerçek olan ne var?
İÇ: Gerçek olan bilmiyorum ne var. Bir tek herhalde doğduğumuz ve öldüğümüz. Onun dışında, yalan, her şey yalan.