Moda Sahnesi’nde tiyatroseverlerle buluşan iki oyun, dünyanın farklı yerlerinden iki yazar tarafından kaleme alınmasına rağmen, adeta ‘bizi bize anlatıyor’.
1956’da Fildişi Sahili’nin eski başkenti Abidjan’da doğan, oyuncu, yönetmen, deneme ve oyun yazarı Koffi Kwahulé, doğduğu kentte başladığı tiyatro eğitimine Paris’te devam etmiş; Sorbonne’dan tiyatro doktorası var.
1977’den beri yazmış olduğu yirmi kadar oyun dünyanın her tarafında sahnelenmiş, çok sayıda ödül kazanmış olan çağımızın en yetenekli yazarlarından Koffi Kwahulé, ilk metinlerinden itibaren, güncel şiddetin içinden çıkan, müzikalitesi, yakıcılığı, caz ezgilerini çağrıştıran aksak ve hummalı ritmiyle alışılmış kuralları paramparça eden kendine has yazın diliyle dikkatleri çekmiş.
Kwahulé’den Ezgi Coşkun’un çevirmiş olduğu ‘Brasserie / Bira Fabrikası’, izleyiciyi doludizgin, günümüzün küreselleşmiş dünyasını sorgulamaya, medyatikleşmenin getirdiği bulanık ve gülünç sonuçları deşmeye davet eden bir oyun. Çığırından çıkmış, çıkarılmış bir dünyada yaşanmakta olan kaosun, ekonomik, politik, medyatik karmaşanın, herkesin gözüne sokularak kimsenin kendisini temize çekmesine de fırsat vermeden buruk ve ironik bir dille çizilmiş tavizsiz bir portresi.
Kwahulé’nin fantastik kâbusu, hem evrensel hem de fazlasıyla bizden. O kadar ki, gerektiğinde oyun metinlerinde değişiklik yapmaktan çekinmeyen Kemal Aydoğan’a ne kadarının uyarlama olduğunu bile sordum. Metnin neredeyse hiç dokunulmadan bire bir sahneye aktarıldığını öğrendiğimde şaşırmadım değil.
Dünyanın hem çok uzaklarda, hem de çok yakınımızda bir yerinde, ülkeyi yıkıp yakmış olan iç savaşın sayısız katliama imza atmış iki galibi ‘Yüzbaşı Ölümü Sallamaz’ (Necip Memili) ve ‘Onbaşı Asalak’ (Onur Ünsal), yıkımdan mucizevi şekilde hiç zarar görmeden çıkmış bir bira fabrikasını ele geçirmişlerdir. Demokratikleşme palavraları sıkarken asıl amacı, Las Vegas’a gidip çılgınca eğlenmek olan yeni iktidar, cebini doldurmak için işçi Scwanchen’den işkenceyle fabrikanın çalıştırılma yöntemini koparmaya çalışmaktadır. İkili, ‘küçük çük’ anlamına gelen adını eski patroniçesinin takmış olduğu Scwanchen’den (Gürsu Gür), fabrikayı ancak, zamanında işçilere donlarını indirtip gözüne kestirdiğini kendisine çocuk yapması için seçen, hâlen Moulin-Rouge’un baş dansçısı olan ‘Patron Beyazbüyü’nün (Melis Birkan) çalıştırabileceğini öğrenirler. Ülkeden kaçıp gittikten sonra Paris’te ‘Bavyeralı Josephine Baker’ olarak ünlenen sekiz aylık hâmile Alman kadınla işbirliği için aracılık, patronun seçimi olduğundan üzerinde hak iddia edemediği çocuğun biyolojik babası Scwanchen’e düşmektedir…
50’li yaşın deneyimlerini 20’li yaşın coşkusuyla bağdaştırarak topluluğun ürettiği bütün oyunları sahneleyen Kemal Aydoğan, bu son derece sert ve bir o kadar da komik metni, her türlü aşırılığın mubah, hatta şart olduğu grotesk bir fars olarak ele alıyor. Dehşet verici öyküyü kahkahalarla izletmek Brasserie’ye ‘cuk oturmuş’; hatta oyun başka şekilde sahnelenemez gibime geliyor.
“Bu oyun seyirciyi önemsiyor ve onu etkin konuma taşıyor. Koffi’nin tiyatrosu seyirciyi görüyor” diyen yönetmen, gerçekten de izleyicilerle öyle bir iletişim kuruyor ki Bira Fabrikası, İtalyan Sahne’de yorumlanıyor ama birçok ‘in-yer-face’den daha da ‘suratına’, daha da ‘yüzevurumcu’.
Moda Sahnesi’nin 12 kurucusu arasında, Aydoğan gibi bütün oyunlarında yer alan bir ikili var: Sahne tasarımlarıyla kostümlerde Bengi Günay ve ışık tasarımlarında İrfan Varlı. ‘Hamlet’ ve ‘Roberto Zucco’da, anlatının özüne ulaşan sade ve yalın tasarımları, Bira Fabrikası’nda minimuma indirgenmiş, ‘fabrika’ sadece 30-40 bira kasasıyla oluşturulmuş. Bu etkileyici sonuç, izleyicinin katılımcılığına ve hayal gücüne güvenildiği zaman, çok azla ne kadar çok şey yapılabileceğinin göstergesi. Hiçten oluşturulmuş gibi duran o sadelik ve yalınlığın, uzun araştırmalar sonucunda elde edildiğini de unutmamak gerek. Kostümler, giysi olmanın ötesinde, giyenlerin karakteryel özelliklerini belirliyorlar. Savaşın vahşi galipleri, mezbaha çalışanlarının kanlı önlüklerini, Scwanchen işçi tulumunun altına plastik çizme giyiyor. Karnı burnunda ‘Alman’ patroniçenin muhteşem rüküşlükteki uzun topuklu çizmeleriyle revü elbisesi, Nazi üniformasının ultra-kitsch parodisi.
Takım oyunculuğu olağanüstü. Aydoğan, Necip Memili’nin dizi oyunculuğu geçmişini zekice kullanarak olabildiğince karikatürize bir ‘Yüzbaşı Ölümü Sallamaz’ yaratıyor. On gün önce izlediğim Hamlet’in ardından yeniden bir palyaçoyu canlandıran Onur Ünsal, ‘Onbaşı Asalak’a hem aşırı yüzeysel hem de şaşırtıcı derinlikte bir yorum getiriyor. Scwanchen’e savaşta neler yaptığını anlattığı sahne nefes kesici. Onur’u tanımasam farklı bir oyuncu izlediğime inanabilirdim. Tiyatro kökenli Gürsu Gür, uzun süredir içinde olduğu sinema ve özellikle TV’yi aşarak başarılı bir Scwanchen canlandırıyor. Oyunun güzel sürpriziyse, sesi, diksiyonu, sahnede duruşuyla, bu deneyimli ekibin arasında zorlanıp ezilmek bir yana, kimi zaman rahatlıkla öne çıkan Melis Birkan. Türk tiyatrosunun önemli kadın oyuncularından biri olmaya aday. Tiyatroya mutlaka devam etmeli.
Eşimle oyundan çıkarken Fildişi Sahili’nde doğan, Fransa’da yaşayan birinin sanki bu oyunu bizleri düşünerek yazdığını konuşuyorduk ki, iki gün sonra İskoçyalı Kieran Lynn’in ‘Parkta Güzel Bir Gün’ünün de bir o kadar bizden olduğunu gördük. Anlaşılan küreselleşme belâsı bütün dünyanın çivisini çıkarmış, her taraf benzer şekilde çığırından çıkmış.
‘Parkta Güzel bir Gün’
İskoçya Kraliyet Akademisi’nde başlayan yazarlık ve oyunculuk kariyerine Royal Court’un genç yazarlar programında devam eden Kieran Lynn, ‘An Advert for the Army’, ‘The Recurring Rise and Fall’ ve ‘Pushing Up Poppies’ adlı oyunlarından sonra yazdığı, 2009’da sahnelenen ‘An Incident at the Border’la önemli ölçüde eleştirel ve ticari başarı kazanmış, 2011’de ‘Bunnies’le Peter Brook Empty Space Award / Peter Brook Boş Alan Ödülü’nü almış.
Yeşim Gökçe’nin ‘Parkta Güzel Bir Gün’ adıyla çevirdiği ‘An Incident at the Border’, ülkesinin sorunlarının bilincinde olan/olmaya çaba gösteren kültürlü ve entelektüel Olivia (Didem Balçın) ile hiçbir şeye fazla kafa yormayan, gününü gün etmenin peşinde apolitik sevgilisi Arthur’un (Volkan Yosunlu) güzel bir gün geçirmek üzere geldikleri parkta başlarına geleni anlatıyor.
Sınır Muhafızı’nın (Mert Fırat) bir bant parçasıyla oturdukları bankı ortasından ikiye bölmesiyle sevgililer iki ayrı ülkede kalır. Ne Arthur kendi ülkesine dönebilmekte ne de Olivia Arthur’un bulunduğu ülkeye girebilmektedir. Üstelik Olivia ‘yeni ülkesinde’ milliyetçilik, ulusalcılık, ırkçılık gibi sorunları eleştirerek sınırların anlamsızlığı üzerine tartışırken Arthur, militarist ‘düşman ülkede’ savaşın içinde kalmıştır.
Çift, tekrar bir araya gelebilmek için bir parça sakar ama kararlı görevliyle cebelleşirken, iki tarafı ayıran çizgi rahatsız edici gerçeklerin ve şüphelerin ortaya çıkmasına sebep olacak, çiftin fiziksel ayrılışını giderek duygusal bir çözülmeye dönüştürecektir.
Lynn’ın metni, bir ilişkinin dinamiklerine derinlemesine bakışın ötesinde, toplumu yönetimi altına almış bürokrasinin, bölünmüşlüğün, ayrı bırakılmışlığın, kimliksizleştirilmişliğin keskin ve traji-komik bir yergisi. Sınır, ayrılma, bağımsızlık, vatandaşlık, birey, özgürlük gibi günümüzün toplumsal ve siyasi kavramlarını zekice tartışmaya açarken, meramını sosyo-politik bir manifesto olarak değil çok eğlenceli bir güldürü olarak anlatıyor.
Kemal Aydoğan’ın klasik metinlerde bile güldürüye kayan yorumlarını gayrı ciddi bulanlar vardır tabii ki. Onlara, aradıklarını, kuruldukları yüzyıllardan kalma oyunları, o yılların ciddiyetiyle sahnelemeye devam eden Şehir ve Devlet Tiyatrolarında fazlasıyla bulacaklardır derim. Bana gelince, çok kolay ağlayıp çok zor gülen, güldürebilmenin ne kadar zor bir iş olduğunu iyi bilen biri olarak, Moda Sahnesi’nin bu tür yorumlarından müthiş keyif aldığımı söylemek isterim. Amaçlanmış bir mesaj varsa, onu güldürerek vermenin çok daha etkileyici olacağı da başka bir gerçek.
Aydoğan, insani değerlerin içtenliğiyle ceberrut devletin zorbalığının karşıtlığını henüz oyun başlamadan, Bengi Günay’ın yalın ve huzur verici park tasarımının orasına burasına ‘yasak’ levhaları oturtarak hissettiriyor. Karşıtlığı asıl ortaya çıkaracak olan ise oyunculuklar arasında kurduğu o benzersiz denge olacaktır. Bir yanda, tartışmaları, didişmeleri, uyuşmaları ve uyuşmazlıklarıyla dünyanın herhangi bir ülkesinde var olabilecek bir çifti doğallıkla canlandıran Didem Balçın ile Volkan Yosunlu, diğer taraftan da, incecik bıyığı, hafif şiveli konuşması, biraz abartılı, ama son derece dozunda aşırılığıyla Mert Fırat’ın hiç de yabancımız olmayan sınır muhafızı.
Bu ‘dozunda’ sözcüğü Moda Sahnesi’nin bütün oyunları için geçerli. Topluluğun çalışmalarının Brasserie gibi uçuk kaçık ve çılgın yorumlamalarda bile hiçbir zaman kaba güldürüye kaçmadan, hep zeki komedya tarafında kalabilmelerinin sırrı bence bunda.
Mert Fırat’a gelince, oyunun kilit karakterini ipin ucunun her an kaçabileceği sırat köprüsü gibi incecik bir çizginin üzerinde, her an dizginlerini koparacakmış gibi, ama kontrolü bir an bile bırakmadan yorumluyor. Aşırı tezahürat yapmayan, dozunda alkışlayan Moda Sahnesi seyircisinin onu ayakta alkışlamasına hiç şaşırmadım.
Moda Sahnesi’nin eskilerinden ve yenilerinden izlemiş olduğum dört oyun da son derece ilginç çalışmalar. Dördü de mutlaka görülmeli derim.
Hepinize iyi seyirler.
MODA SAHNESİ: Caferağa Mah.General Asım Gündüz Cad.(Bahariye Cad.)Halil Ethem Sk. No.34/27Kadıköy Tel:(0216) 330 58 00