Churchill bir Yahudi dostu muydu? Yoksa Britanya’nın ideallerini özümsemiş, onların tamamlanması adına politikalar üreten ve bunun için yorulmadan çalışan pragmatik bir devlet adamı mıydı? Bu haftaki yazımızda Ortadoğu’da Alman etkisinin yeniden artması ile birlikte, İngilizlerin dikkatlerini Araplara çevireceğini ve Yahudileri isyan ettiren kararlara imza atacaklarını göreceğiz
Churchill bir Yahudi dostu muydu? Yoksa Britanya’nın ideallerini özümsemiş, onların tamamlanması adına politikalar üreten ve bunun için yorulmadan çalışan pragmatik bir devlet adamı mıydı? Kolonyalist miydi? Avrupa Yahudilerini Hitler’in zulmünden kurtarmaya ant içmiş bir savaşçı mıydı? Londra’nın ürettiği politikalarda – ve özellikle dış politikalarda – başını dik tutmasının önemini kavrayan bir siyasetçi miydi?
Kimine göre Yahudi geçmişi vardı! Annesinin Yahudi asıllı olduğu iddia edilir zaman zaman. Gerçi – birkaç ay önce vefat eden Sir Martin Gilbert, kaleme aldığı ‘Churcill and the Jews – Churchill ve Yahudiler’ adlı kitabının hemen başında, bunu ret eden kesin bir ifade kullanır: “Churchill’in Yahudi bir geçmişi yoktur. Ancak ilk yaşlarından itibaren Yahudiler onun için bir cazibe ifade etmiştir.”
Her nasıl bir algıyla sınıflandırılsa sınıflandırılsın, Sömürgeler Bakanı kimliği ile yaptığı Ortadoğu ziyaretinde gördükleri, duydukları, Yahudi sempatizanı yanını bilerken, Araplara karşı olan şüphelerini teyit eder. Oysa esas olan, Churchill’in bıkmadan, usanmadan Britanya çıkarlarını ön planda tuttuğu gerçeğidir. Londra hükümeti için üç kıtanın kesiştiği Filistin önemliydi, elde tutulması gereken bir coğrafyaydı. Buna ulaşmasında, Avrupa kültürü içinde yoğrulmuş Yahudiler ön plana çıkarlar. Araplar ise İngilizler için çok anlam ifade etmemektedirler. Ancak bu durumun çok uzun sürmeyeceğini, Ortadoğu’da Alman etkisinin yeniden artması ile birlikte, İngilizlerin dikkatlerini Araplara çevireceğini ve Yahudileri isyan ettiren kararlara imza atacaklarını göreceğiz.
GERGİNLİK ARTIYOR
Filistin Manda İdaresi altında yaşayan ve Londra’nın kendilerine çizdiği sınırlar içinde komşuluk yapan iki toplumun birbirleri ile olan ilişkileri, Churchill’in ziyareti sonrası, İngilizlerin bekledikleri gibi, düzelmez. Bilakis, toplumlar arası gerginlik öylesine artar ki, neredeyse gözle görülür, elle tutulur hale gelir.
Bu anlamda 1 Mayıs 1921’de, Churchill’in Londra’ya dönmesinden ve hükümetine raporunu sunmasından birkaç hafta sonra, Yafa’da patlak veren olaylar, gerginliğin ulaştığı seviyeyi göstermesi açısından önemlidir.
Yafa nüfusunun büyük bölümü Araplardan oluşan bir liman kentidir. Osmanlı idaresinin ilk dönemlerinden beri bölgenin dışarı açılan en önemli kapısı konumundadır. 19. yüzyılın sonlarından bu yana devam eden Yahudi göçleri esnasında bu kente de yerleşimler olur. İlk başlarda Arap - Yahudi komşuluğu sorunsuz dönemler geçirir. Ancak bölgede Osmanlı idaresinin sona ermesi, Balfur Deklarasyonu’nun yayınlanması ve bunu takiben Yişuv yönetiminin göreve başlaması ile işler değişir: İki toplum arasındaki ilişkiler ciddi anlamda sıkıntılı bir sürece girer.
Yafa’ya yerleşen Yahudi nüfusun önemli bir bölümü Rusya’dan gelmiş, Marks – Lenin çizgisinde sosyalistlerdir. Bunlar 1917 Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinde fikirsel rol oynamış, Filistin topraklarında Bolşevik idealin serpileceği bir yurt oluşturmanın peşinde, buralara gelmişlerdir. Onlar için 1 Mayıs, işçi günü olarak kutlanması gereken bir gündür. Yafa’nın yanı başında kurulmakta olan Tel Aviv’de, kırmızı bayraklar ve Marks’ın posterlerinin gölgesinde gerçekleşen işçi yürüyüşü Araplar tarafından Yahudilerce yapılan bir gövde gösterisi olarak algılanır ve kent, birkaç sene önce sona eren savaştan bu yana en büyük şiddet olaylarına sahne olur.
İlk ateş Yafa’dan Tel Aviv yönüne, işçi yürüyüşüne katılmak için yola çıkan Yahudi komünistlere açılır. Gençlerin amaçları Tel Aviv’de Ahdut Ha’avodah (Yahudi İşçi Partisi) tarafından düzenlenen Mayıs yürüyüşüne katılmaktır. Yürüyüşçüler, polisle, komünist ideale hiç de sıcak bakmayan ve bölgede Sovyet tipi bir devlet istemeyen Araplar arasında sıkışır… Kalabalık dağıtılır… Ancak olaylar kontrol altında tutulamaz ve Arap milliyetçileri, aralarında azınlık olarak yaşayan Yahudilerin evlerine saldırmaya başlarlar.
Bölgede güvenliği sağlamakla görevli İngilizler olayları durdurmak şöyle dursun, kendi canlarından olmamak için devreye bile girmezler. Daha sonraları Herbert Samuel tarafından oluşturulacak soruşturma komisyonunda bir İngiliz askeri, bölgede görevli tüm İngilizlerin içinde bulunduğu ikilemi açığa vuracaktır: “ Olay yerine geldiğimizde sorunun Araplarla Yahudiler arasında olduğunu gördük… Buna karışmak bize düşmez diye düşündük…”
Arap güvenlik güçlerinin desteğinde yapılan saldırılarda, Yahudi evleri yağmalanır, ateşe verilir, insanlar ölesiye dövülür, genç kızlara tecavüz edilir… İngilizlerin seyirci kaldığı olaylar Herbert Samuel’in devreye girmesi ile zor da olsa kontrol altına alınır. Arap toplumunun liderleri, olayların sona erdirilmesi için, Filistin’e Yahudi göçünün durdurulmasını talep ederler. Samuel de göçü durdurur. Yafa limanı açıklarında, içlerinde giriş vizeleri bulunan birçok Yahudi’nin bulunduğu gemiler, İstanbul’a geri gönderilirler.
YAFA SALDIRILARI
Askıya alınan Yahudi göçü ve Hacı Emin El-Hüseyni’nin birkaç hafta önce ölen Kudüs Müftüsünün yerine atanması, gerilimin bitmesine yetmez. Olaylar Yafa’dan sonra, Petah Tikva, Hadera, Rehovot ve Kfar Saba’ya kadar yayılır.
Görevi sona eren ancak dağıtılmayı bekleyen Yahudi Lejyonu’nun devreye girmesi ile genişleyen çatışmaların bilançosu ağırdır: 47 Yahudi ve 48 Arap ölmüş, 146 Yahudi ve 73 Arap da yaralanmış, birçok ev kullanılamayacak kadar hasar görmüştür.
Yahudi toplumunun liderlerinden Weizmann, Ussishkin, Jabotinsky ve Ben-Gurion’dan hiçbiri Yafa saldırıları esnasında Filistin’de değillerdi. Dolayısı ile Yişuv adına David Eder, Yitzhak Ben-Zvi, Arthur Rupin ve Nahum Sokolov’dan oluşan bir komite konuya eğilir. Arapların giriştikleri vahşete verilecek cevap hakkında çeşitli tezler ortaya atılır. Araplara göre, bölgedeki Yahudi varlığı, başlı başına bir tahrik unsurudur... Doğal olarak Yahudi yönetimin bunu kabul etmesi mümkün değildir. Eder’in Herbert Samuel’e sunduğu resmi görüş de bunu ifade eder: Arapların Yahudilere karşı giriştikleri saldırılar belli bir kısmın tahrikler karşısındaki tutumunu gösterir. Bu saldırılar, asla tüm Arap toplumuna mal edilemez… Neticede, zaten, gerçek bir Arap milliyetçiliğinden de söz etmek mümkün değildir…
Yahudi basınının bir bölümünün, “Masum bir dönemin sonu geldi” diye manşete çıkardığı 1 Mayıs 1921 Yafa Olayları, Herbert Samuel için de bir şoktur. Bölgeye geldiği günden bu yana toplumlar arasındaki uyumu sağlamaya çalışır bir tutum sergileyen Samuel, iyimserliği bir kenara bırakarak, istemeye istemeye manda idaresinde bir iç savaşın başladığını kabul etmek zorunda kalır. Bunlar basit olaylar değildir ve içinde bulunulan dönem özel şartları gerektirir…
Filistin topraklarında, eş deyişle, Eretz Yisrael’de, kendi topraklarında yarınlarını kuracakları, her tür saldırıdan, baskıdan uzak, kendi özgür iradeleri altında yaşamlarını inşa edecekleri fikri, Yahudi ulusal karakterinin ana temasıdır. Araplar ile olan ilişkilerin böylesi zarar görmesi, bu temanın gerçekleşmesi yolunda ciddi sorunların beklenmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu ilişkiler 1920’lerin henüz başındayken bile hiç iç açıcı bir kıvamda değildi.
SALDIRILARIN ARDINDAN ARAŞTIRMA KOMİSYONU KURULUYOR
Yafa saldırılarının ardından kurulan araştırma komisyonu, olayların planlanmış olmadığı ve tamamen spontane bir şekilde oluştuğu sonucuna varır. Saldırıyı yapan Arap halkı kesinlikle Yahudilere karşı değildir. Onlar, bu toprakları kendilerinden koparmaya çalışan ‘Siyonistlere’ karşıdır. Aynı komisyon, güvenlik güçlerinin durumu yatıştırmada yetersiz kaldığını, hatta zaman zaman olaylara karıştığını teyit eder… Ancak, raporda sorunun İngiliz idaresinin zaafından doğmadığı, tamamen polis olarak çalışan Arapların duruma seyirci kalmasından kaynaklandığı görüşü yer alır. Dahası, Arap polislerin, aldıkları maaşların düşüklüğünden dolayı fazlaca demotive oldukları; durumun böylesine istenmeyen bir aşamaya gelmesinde polis olarak görev almak istemeyen Yahudilerin de etkisi olduğu; gerçek bir kolluk kuvveti oluşması aşamasının bir türlü gerçekleşmediği ifadesi vardır.
İronik olarak aynı komisyon raporunun başka bir paragrafı da, sorumluluğu tamamen Araplara yıkar, ancak hafifletici bazı sebeplerden de söz eder: Buna göre, bölgedeki Yahudi varlığı Arapları tedirgin etmekte, hatta korkutmaktadır. Yahudi milliyetçiler, Arapları yatıştırmak için hiçbir ciddi davranış sergilememektedirler. Bu arada, Araplar Yahudilere göre çok daha ‘söz dinler’ bir toplumdur, ancak şiddet olaylarına daha meyillidirler.
Bu rapor, Balfur Deklarasyonu’ndan bu yana bahar havası içinde gelişen ve Herbert Samuel’in genel vali olarak atanması ile doruk noktasına çıkan Yahudi – İngiliz ilişkilerine bir bomba gibi düşer. Saldırıların ve arkasında onlarca ölü ve yaralı bırakan olayların gerçek nedenlerini irdelemekten aciz, gayrı ciddi bir çalışma söz konusudur.
Neticede, Samuel hem Yahudileri hem de Arapları kontrol altında tutmak için bir dizi karar alır… İlk karar Tel Aviv’in statüsü ile ilgilidir. O ana dek Yafa’nın yanı başında bir Yahudi Mahallesi olarak görülen bu kent artık bağımsız bir şehir olarak kabul edilir. Yafa’da Arapların arasında yaşamak istemeyen ve Avrupai bir yaşamı geçerli kılmak isteyen Yahudilerin 1912 yılında modern bir şehir olarak tasarlayıp kurmaya başladıkları Tel Aviv, esasen ne bir siyasi tercihtir ne de güvenlik kaygılarının ürünüdür. Ancak, Yafa olaylarından sonra, adeta bu anlamda bir çare olarak sunulmuştur.
Samuel, daha sonra da, Balfur Deklarasyonu’nun uygulanmasının Arapların bölgeden uzaklaştırılması anlamına gelmeyeceğini, İngiltere’nin buna hiçbir şekilde izin vermeyeceğini teyit eder. Balfur Deklarasyonu’nun söylediği de budur. Ancak, söylemin tonu, Weizmann ve arkadaşları tarafından, Yişuv’a bir set çekiş olarak yorumlanacaktır….
Kaynakça :
One Palestine Complete - Tom Segev.
Churchill and the Jews – Martin Gilbert