34. İstanbul Film Festivali zengin programıyla tüm türlerin meraklılarına hitap ediyor.
Bu yazımızda, geçen hafta yaptığımız gibi, festivalin kaliteli filmlerini ele alıp, düş kırıklığı yaratanları görmezden gelmeyi sürdürüyoruz. ‘Kanun Kuvveti’ Fransız emniyet teşkilatının ve politikacılarının ipliğini pazara çıkarıyor. Alman Christian Petzgold, ülkesinde soykırım sonrası yaşanan ilginç bir öyküyü anlatıyor. Dogma 95 kurucularından Thomas Vinterberg adaşı Thomas Hardy’nin ölümsüz eserine yeni bir yorum getiriyor. İngiltere-IRA çatışmasını ‘71’, belgesel tadında ele alıyor. Konchalovsky, 78 yaşında sinemaya parlak bir dönüş yapıyor.
William Friedkin kendisine En İyi Yönetmen Oscar Ödül’ünü getiren ‘Kanun Kuvveti/The French Connection’ filminde, Fransa kaynaklı uyuşturucu ticaretinin ABD ayağını anlatmıştı. En İyi Film dâhil, 1971 yılının beş Oscar ödülünü kazanan film, türünün en iyi örnekleri arasında yer alır.
Festivalde gösterilen, Cedric Jimenez’in (aynı isimli) ‘Kanun Kuvveti/La French’ adlı filmi, uyuşturucu ticaretinin Fransa ayağını anlatıyor. Yönetmen Jimenez’in Audrey Diwan ile müştereken yazdığı senaryo gerçek bir hayat öyküsüne dayanıyor.
Öykünün başkarakteri, bir polis mahkemesi hâkimi olan Pierre Michel’in(Oscar’lı aktör Jean Dujardin) Marsilya’da uyuşturucu karteline karşı verdiği altı yıllık mücadeleyi izliyoruz Temposu hiç düşmeyen, dönemin politikacılarını hedef tahtasına oturtan film, gerilimi yüksek bir suç filmi. Uzun süren Marsilya Belediye Başkanlığı sonrası, Mitterand tarafından İçişleri Bakanlığına terfi ettirilen sosyalist politikacı Gaston Deferre’in ipliğinin pazara çıkarıldığını izliyoruz.
Zira film, Deferre’in uyuşturucu nakliyatçısı bir Ermeni’nin akrabasını belediyede işi aldığını ve Mafya’yı koruduğunu anlatıyor.
Pierre’in kariyeri yıllarını harcadığı bu dava nedeniyle batağa saplanmış durumdadır. Dava onun için takıntıya dönüşmüştür ve artık tek bir amacı vardır: Ülkenin en güçlü uyuşturucu kartellerinden birini alt etmek. Yerel polisin kayıtsız kaldığı, politikacıların koruduğu suç çetesinin faaliyetine son vermek…
Gilles Lelouche’ın uyuşturucu baronu rolünde en az Dujardin kadar başarılı olduğu filmde, 39 yaşındaki Marsilya asıllı yönetmen Jimenez, bu ikinci uzun metrajlı filminde, adını ileride takip edilmesi gereken sanatçıların arasına yazdırıyor.
Festivalin diğer ilginç bir Fransız filmi, yaratıcı, cesur ve aykırı bir yönetmen olarak ünlenen Bruno Dumont’un ARTE kanalı için çektiği 3,5 saatlik ‘Küçük Serseri/P’tit Quinquin’i idi.
Ünlü Cahier du Cinema dergisinin geçen yılın en iyi filmi seçtiği ‘Küçük Serseri’, Dumont’un tüm filmlerinde olduğu gibi, taşranın ıssız bir kasabasında geçen konusuyla, garip bir dizi seri cinayetin soruşturma safhasını anlatıyor.
Dumont’un başyapıtı, 1999 Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü sahibi ‘İnsanlık/L’Humanite’yi akla getiren atmosferi ile ‘Küçük Serseri’, Fransa’nın kuzeyindeki Britanya bölgesindeki bir çiftlikte başlayarak, ineklerin içinde insan organları bulunması sayesinde ortaya çıkan bir cinayetin soruşturma safhasını anlatıyor.
Hep ağır başlı, ağır atmosferli, mesaj taşıyan ciddi filmleri ile tanınan ‘auteur’ yönetmen Bruno Dumont, bu filminde izleyicisini ters köşeye yatırarak komedi türünü deniyor.
Seri cinayetleri soruşturması için görevlendirilen kabiliyet fukarası, yeteneksiz, asosyal ve paspal bir polisin şahsında emniyet güçlerini ‘ti’ye alıyor. Dört bölümden oluşan bu TV dizisinin başlıkları: Kötülüğün Kalbinde, İnsanlık Suçu, Şeytan ve Allah-ü Ekber.
TV’de 50şer dakikalık bölümlerle izlenmesi ilginç gelebilecek ‘Küçük Serseri’nin 3,5 saatlik sinema versiyonu yorucu olabiliyor.
HOLOKOST SONRASI BERLİN
‘Barbara’ adlı filmiyle hayranlığımızı kazanan Alman yönetmen Christian Petzold, senaryosunu da yazdığı ‘Yüzündeki Sır/Phoenix’ ile ülkesinin usta sinemacıları arasında olduğunu kanıtlıyor.
Yine II. Dünya Savaşı sonrasında geçen filmiyle Petzold, Nazi suçları üzerine ilginç bir öykü anlatıyor. Savaş kurbanlarından biri olan, ailesi öldürülen Yahudi Nelly(Nina Hoss) toplama kampından kurtulmayı başarmış ama işkenceden yüzü tanınamayacak hale gelmiş bir şarkıcıdır.
Zorunlu olarak geçirdiği estetik ameliyat sonrasında, kendisinin bir benzerine dönüşür. Çocuğu olmadığı için görmek istediği tek kişi kocası Johnny’dir (Ronald Zehrfeld).
II. Dünya Savaşı travmasını üstünden atamamış Berlin’i bir nevi kara film sahnesine dönüştüren film, öyküsüyle Alfred Hitchcock’un ünlü ‘Vertigo’sunu akla getiriyor. Zira karşılaştıklarında Johnny Nelly’yi tanımayıp zihnini iyice bulandırır. Film ‘Barbara’nın rüya ekibini, yönetmeni ve iki başrol oyuncusunu tekrar bir araya getiriyor.
Filmin gösteriminden sonra izleyicilerin sorularını yanıtlayan genç yönetmen, filmi kronolojik sırasıyla çektiğini ve finaldeki Kurt Weil bestesi Speak Low şarkısını Nina Hoss’un seslendirdiğini, piyanoda da Ronald Zehrfeld’in kendisine eşlik ettiğini anlattı.
Polonya’da göl kıyısındaki bir evde geçen müthiş final sekansını yönetmen tek bir kerede çekmiş.
Petzold filmde “Nelly için metafor vardı. Toplama kamplarından gelenleri kimse tanımıyordu, bilmiyordu, onlar ruh gibiydi ve Nelly de biraz böyleydi” dedi. ‘Yüzündeki Sır’ gizemli aşk öyküsü ile George Fronju’nun başyapıtı ‘Yüzü Olmayan Gözler’ klasiğine göndermeler yapıyor.
WINTERBERG VICTORIA İNGİLTERESİNE BAKIYOR
Thomas Hardy’nin hiç eskimeyen klasik aşk romanı ‘Çılgın Kalabalıktan Uzak/Far from the Madding Crowd’un Danimarkalı Thomas Vinterberg’in elinden çıkma yeni sinematografik adaptasyonu, festivalin merakla beklenen filmlerindendi. Evvelce John Schlezinger usta tarafından yapılan filmden, TV uyarlamasından sonra, Dogma 95 kurucularından Vinterberg’in yorumu merak ediliyordu.
Victoria İngiltere’sinde birbirinden farklı üç erkeği etkisi altına alan Bersheba’yı İngiliz aktris Carey Mulligan, sevgililerini Belçikalı Matthias Schoendearts, İngiliz Michael Sheen ve Tom Strurridge canlandırıyor.
Bağımsız ve güçlü bir kadın olan Bersheba, 19. yüzyılda kadınların davranış biçimlerini kısıtlayan kurallara aldırmayan, kendi istediği gibi özgür bir hayat yaşamanın peşindedir. Kendisine miras kalan bir çiftliği ayakta tutmaya çalışırken kararlılığına vurulan kendi halinde bir çiftçiyi, pervasız ve yakışıklı bir çavuşu ve zengin, olgun bir bekarı kendine aşık eder.
Tercihler ve tutkular aracılığı ile aşkın doğasını inceleyen bu zamansız öykü, direnç ve kararlılıkla zorlukları aşmanın mümkün olacağını da anlatıyor. Thomas Vinterberg bu iddialı dönem incelemesini klasik bir anlatımla, dönemin atmosferini ustalıkla yansıtarak perdeye aktarıyor. Başarısında mükemmel bir oyuncu kadrosunun payı var.
70’li yıllarda Belfast sokaklarını kana bulayan, IRA direniş örgütünün İngiliz askerleriyle savaşmasını anlatan filmlere özel bir zaafım var. Yann Demange’ın festivalde gösterilen ‘71’ adlı filmini beklentilerime cevap verdiği için çok beğendim.
‘71’ bizleri 1971 yılına, görev yerlerinde yaşam savaşı veren İngiliz askerlerinin IRA örgütü ile çatıştığı Belfast sokaklarına götürüyor. Bir ayaklanmayı durdurmak için yapılan harekâtta, birliği erkenden çekilmek zorunda kalınca, deneyimsiz İngiliz askeri Gary yanlışlıkla tek başına İrlandalıların arasında kalır. Aralarında İngilizlerin yeminli düşmanı militanlar da vardır, IRA gibi düşünmeyen savaş karşıtları da, İngiltere adına casusluk yapanlar da vardır.
Genç adamın Belfast sokaklarında canlı kurtulma çabasını anlatan filmde Gary’yi, son yılların yükselişteki İngiliz aktörü Jack O’Connell canlandırıyor. Demange ustalıkla çekilmiş takip sahneleriyle gerilimi en üst seviyede tutarken, olayın politik arka planını da es geçmiyor.
Örneğin İngiliz gizli polisinin İrlanda’daki casuslarını nasıl elde ettiklerini ve onlardan nasıl yararlandıklarını öğreniyor, neticede ‘savaş pis iş’ diyoruz. Baştan sona eksilmeyen bir ilgiyle izlenen film, programın en iyilerinden biriydi.
PASTORAL TADLAR
Geçen yıl Venedik Festival’inde Andrei Konchalovsky’ye En İyi Yönetmen ödülünü getiren ‘Postacının Beyaz Geceleri/The Postman White Nights,’ 34. festival programının ağır toplarından biriydi.
Sanatçı ve aristokrat bir Rus ailesi olan Mikhalkovlara mensup olan Konchalovsky’nin babası ödüllü Rus yazar Sergei Mikhalkov, kardeşi ünlü yönetmen Nikita Mikhalkov’dur.
Oyuncu-yönetmen-senarist Konchalovsky, ‘İvan’ın Çocukluğu’(1962), ‘Andrei Rublev’(1966) ve ‘Maria’nın Aşkları’ (1984) gibi klasik başyapıtların yaratıcısıdır. 78 yaşında üretkenliğini sürdüren sanatçı, bu son filmi ile Rus sinemasına muhteşem dönüşünü müjdeliyor. Bu özgün filmde bilfiil kendilerini oynayan köylüleri izliyoruz.
Bu insanların yaşadığı köy resmen dünyanın öbür ucunda ve oraya ulaşmanın tek yolu da aradaki gölü tekneyle geçmek. Haliyle köyde yaşam neredeyse gerçeküstü… Bu kapalı toplumun dış dünyayla tek bağlantısı, diğer bir deyişle köyün can damarı ise postacı.
Gelgelelim postacının tutkun olduğu kadın kente taşınınca, üstüne üstlük postacının teknesinin motoru çalınınca köyde alışılagelmiş yaşam altüst olur.
Konchalovsky pastoral tatlar barındıran bu insancıl öyküyü nefis tabiat güzellikleri eşliğinde atmosfer yaratmadaki başarılı bir mizansenle anlatıyor. Köylü oyuncular filme inandırıcılık ve özgün bir hava katıyor.
56 yaşındaki Hal Hartley Amerikan sinemasının bağımsız damarının kendi ekolünü yaratmış isimlerindendir.
Trilojisini tamamlayan, 2014 yapımı filmi ‘Ned Rifle’, yönetmenin sinemasının tüm özelliklerini bünyesinde barındıran bir dram. Hal Hartley’in üçlemesinin ilk filmi ‘Henry Fool, 1988 Cannes Film Festivali’nde yarışmıştı. İkinci film ‘Fay Grim’ 2007 İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti.
Yönetmenliği ve senaryo yazarlığı yanında filmleri için besteler yapmasıyla tanınan Hal Hartley ‘Ned Rifle’da bir intikam öyküsü anlatıyor. Hikâyenin odağındaki Ned, hapisteki annesinin hayatını bir kâbusa çeviren babasını öldürebilecek kadar bilenmiş bir karakter. Ancak nereden geldiği belli olmayan, başına musallat olan, hayatına giren Susan, Ned’in planlarını boşa çıkarmaya kararlı.
‘Ned Rifle’, Hartley’in Amerikan toplumuyla süregelen derdini iyiden iyiye keskinleştirdiği başarılı bir bağımsız yapım.