“Ben varım, kusura bakmasınlar”

Biz iyi polis Selin ve kötü polis Selin olarak Ertuğrul Özkök’ü hayat, siyaset, yeni kitabı, aşk, kadınlar ve şarapla ilgili özel bir sorguya çektik. Ortaya çıkan sonuç: FEVKALADE BİR ADAMIN TUHAF HİKÂYESİ

Selin SEVİNDİREN & Selin NASİ Söyleşi
29 Nisan 2015 Çarşamba

Fotoğraflar: Rozita Kandiyoti


Ertuğrul Özkök. Seveni var sevmeyeni var. Değişen fikirleri, hedonist yaşam tarzı ve attığı provokatif başlıklar ile eleştiri oklarının hedefinde. Öte yandan geniş bir hayran kitlesi de var çünkü, özgürlükler için mücadele ediyor, hayatı kalbinden yaşıyor dahası bunun ipuçlarını okurlarıyla paylaşma misyonu edinmiş. Biz Selinler ara ara rol değiştirerek Ertuğrul Özkök’ün bir sit-com oynadığını düşündüğü hayatıyla ilgili sorular sorduk. Hiç çıkma teklifi edemediği Yahudi kız arkadaşlarından, gençliğinde ‘eşcinsel’ damgası yemesine; eşiyle ütü fırlatma günlerinden evliliğin heyecanını yeninden yakalamasına ve mesleğinin sırtında yarattığı yükten, son romanındaki karakterlerinde ne kadar kendisini anlattığına kadar. Sonunda onu sevmekte haklı olduğumuzu gördük.

 

SK: Aşkı ibadet eder gibi yaşıyor, sevişirken iliklerinize kadar bunun hazzını duyuyorsunuz.  Başınıza bere takıp renkli pantolonlar giyiyor, sömeliyelerle 10 saat süren yemekler yiyorsunuz. Yemen’de içinizdeki Kâbe’yi tavaf ediyor, Kuzey Kutup Dairesi’nde zıplayarak kahkahalarla daire çiziyorsunuz. Tam bir vivör portresi… Hayat felsefeniz nedir?

Türkiye’ye de ilan ettim; ben bir sonradan görmeyim. İşçi babanın oğlu olarak İzmir’in Kahramanlar semtinde doğdum. Ama iki şeyi sonradan görmedim. Birincisi dört kız kardeşimle mükemmel bir aile sevgisi içinde büyüdüm. İkincisi çok genç yaşta Allah bana güzel kadını bahşetti. Fakat iyi şarabı 40 yaşından sonra içtim. İyi müzik setlerine sahip olmaya 40 yaşından sonra başladım. İyi arabaya 45 yaşından sonra bindim. İyi evlerde 45 yaşından sonra oturdum. İstediğim yerlere seyahat etmeye 55 yaşından sonra başladım. Benim hayat felsefem artık şu: Ben iyi yaşamak istiyorum. Yaşadıklarımı da insanlara anlatmak istiyorum, hem de abartarak. Sıradan cümlelerle değil. “Seni seviyorum” lafı bana yetmiyor. Ben kedime de “seni seviyorum” diyorum. Ben gebermek istiyorum. Bir de bende ‘being there’ yani orada olma duygusu çok güçlü. Sting ve Paul Simon konser veriyorsa orada olmalıyım.

 

SK: Peki yanınızda boş kalmış koltuk meselesi nedir? Kendinizi prens olarak gördüğünüz, tüm hayal ve arzularınızı oturttuğunuz koltuk ve elinizde hiçbir zaman ayağına uyduramadığınız ayakkabı… 

Küçükken utangaçtım. Mahalledeki güzel kızlara aşık olur, bir türlü söyleyemezdim. Okuluma iki otobüs değiştirerek gidiyordum. Yanımda sabahları boş bir koltuk olduğunda oraya bir kız otursun isterdim. Onunla konuşayım, elini tutayım... O boş koltuk olgusunun herkeste olduğunu gördüm. Bizim zamanımızda semtler arasında sınıf farkı belirgindi. Babam bir cinlik yaptı ve beni İzmir’in en zengin mahallesinin okuluna yazdırdı. Her gün zengin ve fakir mahalleler arasında yolculuk ediyordum. Alsancak’a gitmeler gelmeler başladı sonra. Orası güzel Levanten ve Yahudi kızlarla doluydu. Bunca kızın arasında biri beni beğenir miydi acaba? Hep Yahudi bir sevgilim olsun isterdim. Ama hiç olamadı çünkü o kadar belliydi ki kılık kıyafetimden. Gila Benmayor’a da hep şakasını yaparım, ‘biri bile yüz vermedi’ diye. Boş koltuk meselesi kalmadı artık. 45 yıldır karımlayım. Çok dalgalı günlerimiz geçti, birbirimizin kafalarına ütüler fırlatmalar, evi terk etmeler... Şimdi öyle bir noktaya geldik ki özlüyorum karımı. Urla’ya gitti. İstanbul’u sevmiyor. Hafta sonu onu görmeye gidiyorum bir heyecanla. 

 

TUHAF BİR ÇOCUĞUN FEVKALADE HİKÂYESİ

SN: “Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikâyesi” öyle bir roman ki okuyucu gerçekten derinden sarsıyor ve toplumun ahlak değerlerini sorgulamaya itiyor aynı zamanda. Romanın başkahramanı da oldukça sıra dışı bir karakter; 9 yaşında prensip olarak adlandırdığı takıntıların peşinden giden bir çocuk. Üstelik de seri katile dönüşen bir çocuk. Bugüne kadar yazdıklarınızdan konu itibariyle keskin bir şekilde ayrılan bu kitapla vermek istediğiniz mesaj nedir?

8 Nisan’da 68 yaşıma girdim. Artık hem kendimi hem yaşadığım toplumu değerlendirecek iyi bir kronolojik malzeme var elimde. Dolayısıyla bu kronolojik malzemeye baktığım zaman; kendi yaşadıklarımı, kendi çektiklerimi, kendi çektirdiklerimi insanlara, şöyle bir sorumluluk hissediyorum: Bazı tecrübelerimi anlatmalıyım. Kitap benim kendi hayatım değil. Kendi çevremde gördüğüm, tanık olduğum şeylerin abartılı bir hali. Gerçek değil, bir hayal ama bu hayalin içerisinde hayatımda gördüğüm bir sürü şeyi koydum. Benim derdim bize öğretilen değerlerle ilgili. Mesela, “Prensip sahibi bir insan ol!” Bu cümle insanın kulağına çok güzel geliyor. Ama bu cümlenin içini hoşgörülü bir karakterle doldurmadığınız zaman çok diktatörce bir ruh haline dönüşüyor. Ne demek prensip sahibi olmak? Bence bizim başımıza gelen tarihin büyük felaketleri prensip sahibi olduğunu iddia eden üçkâğıtçılar tarafından gerçekleşmiştir. O yüzden prensiplere savaş açıyorum. Onun yerine, altına inemeyeceğimiz insanlık çizgisini belirlememiz lazım. 

  

 SN: Bu insanlık çizgisini evrensel olarak mı tanımlıyorsunuz, yoksa ölçütü insan olan bir değerler bütünü mü?

Şimdi bu çağda evrensel olanlar da var, olmayanlar da var. Mesela demokrasi deyince benim gözümün önüne Türk usulü gelmiyor; insan hakları deyince gene evrensel düşünüyorum. Müslüman’a göre değişik, Yahudi’ye veya Ermeni’ye göre değişik insan hakları olmaz.

 

SN: Katı prensiplere karşılık esnekliğin altını çizmeye çalışıyorsunuz kitabınızda. Bu açıdan sanki hikâyenin diğer kahramanı Ahtapot’u biraz kayırdığınız izlenimine kapıldım doğrusu.

Ahtapot bana daha yakın bir karakter. Ben prensipleri sevmiyorum.

 

SN: Ama aslında onun da prensipleri var. O da romanın içinde ironik bir şekilde prensipler oluşturmaya başlıyor sonuna doğru. O döngüden kurtulamıyor.

Doğru, aslında haklısınız.

 

SN: Ama sanki bunu esneklikle, çevresine uyum sağlayarak yapıyor... Ve kendinden başka kimseye de zararı dokunmuyor bu yüzden.

Bir tek şey sicilde oynuyor. İnsan kaynakları müdürü olduğu için. Aslında Ahtapot karakteri benim ortaokul takma ismimdi. O yüzden kullandım. Neden okulda bana bu ismi taktıklarını da bilmiyorum doğrusu. Benim prensiplerim yok, aslında belki de birkaç tane var. Çok maço gelebilir ama masada birlikte oturduğum kadına para ödetmem mesela. Param yoksa da gitmem. Kendimi erkek hissedebileceğim o kadar az şey var ki hesap ödemek bunlardan bir tanesi. Zaman zaman kadın ve erkeğin geleneksel rollerde olmasını ben seviyorum.

 

 

KOLTUKTAN KALKTIKTAN SONRA

SN: Genel yayın yönetmenliği görevinizden ayrılmak size hayatınızı zenginleştirecek başka fırsatlar sundu mu?

Sundu. Çünkü Hürriyet’in genel yayın yönetmeni olmak sizin bile farkında olmadığınız muazzam bir yük yüklüyor omuzlarınıza. Toplumda sizin dışınızda herkes sizi bir şey zannediyor. Hayatımın hiçbir anında genel yayın yönetmenliği hayatımın birinci işi olmadı. Bunu patronuma, patronumun kızlarına da anlattım. Herkes beni iktidar tutkunu bir adam olarak tarif ediyordu kafasında. Halbuki benim umurumda değildi. Çünkü hayatımın bir numaralı işi güzel yaşamaktı. Bu gazetecilik öyle bir şey ki bir manşet atıyorsunuz, ömür boyunca kalıyor o manşet, silemiyorsunuz. Geriye gittiğiniz zaman keşke böyle yapmasaymışım diyorsunuz. Ama o masaya oturduğunuzda -kim oturursa otursun- o masanın bir şehveti var. Ertesi gün herkesin okuyacağı bir manşet atmak zorundasınız. Herkesten farklı da olmasını istiyorsunuz.

 

SN: Peki işinizden ayırılınca boşluğa düşmediniz mi?

Hayır, tam tersine. Bütün hayatım boyunca Tennessee Williams’ın ‘İguana Gecesi’ isimli oyununda geçen bir cümle beni çok etkilemiş, bana yön vermiştir. Hikâyede baş karakterden biri “İnsana ait hiçbir şey beni şaşırtmaz” der. 20 yıl boyunca kendimi hazırlamaya çalıştım bu cümledeki anlama. Genel yayın yönetmenliğini bıraktığım gün bana gelen telefonların yüzde 75’i kesildi. Çünkü insanların bana ihtiyacı yoktu artık. Bunların arasında arkadaş diyebileceğim insanlar da vardı. Şaşırmadım ama. 

İkincisi herkes beni Hürriyet’in genel yayın yönetmeni kimliğiyle var olan bir adam sanıyordu. Hâlbuki asıl, benim genel yayın yönetmeni koltuğuna kazandırdığım kimliği kimse düşünmedi. Ben bir sit-com oynadım 20 yıl boyunca kimse dikkate almadı. Genel yayın yönetmenliği bitti ama  sit-com’da oynayan adam devam ediyor. Şimdi o yük kalkınca daha rahat yazıyorum.

 

SN: Peki, önünüzdeki “Yeni Türkiye” resmini nasıl görüyorsunuz?

Feci.

 

SN: Size göre sorunun kaynağı nedir?

Bana göre bu toplumda iktidarı elinde bulunduran yüzde 43’lük temsil gücüne dayanan grubun, o toplumun tamamını kendi kafasına göre tasarlama ve düzenleme yetkisini kendisinde gören zihniyettir. Üstelik de bunu 21. yüzyılla taban tabana zıt bir muhafazakârlık kılıfında yapmaya çalışması. Uyduramayacak, yapamayacak. Olsa olsa kindar bir nesil yetiştirir, muhafazakâr kesimleri etrafında toplar ancak kanımca bunu tüm topluma mal edemeyecek. Ama biz bunun sancılı bir dönemini çekeceğiz, hatta çekiyoruz da. İnşallah Sonunda gerçek bir mutabakata da varacağız. Güzel şeyleri de öğreniyoruz. Benim gibi cumhuriyete, laik bir devlet yapısına inanmış insanlar da geçmişte başörtülü kızların üniversiteye gidememe acılarını yeterince hissedemedik biz de. Bu da bizim ayıbımızdı. Biz cumhuriyet adına bize biçilen bir elbisenin herkese uyacağını düşündük ancak uyduramadık.

 

SN: Beyaz Türkler ötekileşince anladılar diyebilir miyiz?

Evet, ama anladılar. Beyaz Türkler de demokrasiyi öğrendiler. Şimdi sıra İslamcılarda. Çünkü bu tolumda son yüzyılda dayak yemeyen tek kesim İslamcılar kaldı. Geriye kalan her kesim dayak yedi.

 

SK: Biz Yahudiler yüzyıllardır azınlık psikolojisiyle yaşıyoruz. Siz kendinizi azınlık hissediyor musunuz?

Hayır hissetmiyorum. Ama çevremdeki insanlar öyle hissediyordu, şimdi o duyguyu atmaya başlıyorlar. Hiç mütevazılık göstermeyeceğim, benim bunda etkim oldu. Son beş yıldır onu anlatıyorum: Azınlık değilsiniz. Bu ülkede iki bin kadar kalmış Rum da, bir avuç Ermeni’si de Yahudi’si de, Alevi’si de Kürdü de, beyaz Türk’ü de. 2007 seçimi öncesi Başbakan Erdoğan ile televizyon programındaydık. Yakın bir zamanda şarap üreticileri bana gelmiş, hükümetten bir yardım beklemediklerini yalnızca engel olmamalarını iletmemi istemişlerdi. Reklam arası verildi, ben de yemek büfesinin önünde sorunlarını aktardım. Erdoğan, bana “Bu ülkede kaç kişi şarap içiyor ki” diye cevap verdi. Ben de “Tek kişi var o da benim” dedim. Bir talebimizi ülkenin başbakanına kabul ettirebilmemiz için kaç kişi olmamız gerekir? Kaç kişiden sonra dinlenebilecek bir çoğunluk haline geleceğiz? O hakkı kendinde giderek daha fazla görmeye başladı. Seçim sonunda daha dengeli bir tablo çıkarsa, çok daha fazla eleştiriye hazırlanmalı. O insanlara anlayış göstermedi, şimdi o makamda daha çok göstermek zorunda kalacak. Dengeli bir sonuç çıkar mı bilmem ama ben 15 kişi kalsam da mücadele edeceğim. Ben varım, kusura bakmasınlar.

 

 


YA MEDYANIN DURUMU?

SN: Medyanın durumu bildiğiniz gibi pek parlak değil baskılardan ötürü... Hürriyet de son kalan kalelerden...

Hiç umurumda değil medyanın durumu. Ne olacak? Hürriyet’ten de ayrılırım en sonunda. Aydın Bey bizi bugüne kadar kahramanca savundu. 

 

SN: Nasıl bir mücadele veriliyor peki?

Mücadele zaten ayakta kalmak. Biz hâlâ yazı yazmaya devam ediyoruz işte. Aydın Bey ve Hürriyet’in okurları sayesinde. Bu gazeteye yirmi yılımı verdim ve karşılığında hayal bile edemeyeceğim kadar iyi yaşama imkânı sağladı bana. Bir karşılığı varsa onu öderim. Gerekirse istifamı veririm.

Ama ben Hürriyet’ten ayrıldığım zaman yok edemezler beni. Fizikken yok etmedikleri müddetçe. Bir yerden sesimi çıkartırım. 1970’lerde komedi topluluğu Monthy Pyton’ın ‘Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nde sergilediği kolsuz bacaksız kalan şövalye karakteri gibi savaşmaya devam eder, “Erkeksen kaçma!” diye seslenirim. İnternette blog açarım.

 

SN: Savaşçı ruhlusunuz. Yaşlılığa meydan okuyorsunuz. Öte yandan Gezi hareketi sırasında yazılarınızda kendinizi yorgun hissettiğinizden ve hatta Gezi’yi kirletmemek için uzak kalmayı seçtiğinizden bahsediyorsunuz? Bunu açıklar mısınız?

Yirmi yıl Türk yerleşik nizamını temsil eden bir kurumun başındaydım. İnsan ister istemez sırtında bir yük ile yürümeye başlıyor. Ben ne yaparsam yapayım, attığım bazen manşetlerin sırtımdaki yükü yok edemem.

 

SN: Darbelerle alakalı mı söylüyorsunuz bunu?

Yok, darbelerle ilgili hiçbir kompleksim yok. Hayatım boyunca askeri darbelerle savaştım. Herkes bunu unutuyor. İlk yazı yazmaya 12 Eylül’den sonra Ecevit ile beraber başladım. Arayış Dergisi’nde. Ecevit yasaklandıktan sonra 40 hafta baş yazıyı ben yazdım, imzasız olarak. Bu sebeple kompleksim yok.

Ama nereden bakarsanız bakın, Gezi Türkiye’deki tüm yerleşik nizama karşı başlayan bir hareketti. O günden itibaren ben de yazılarımı daha genç bir üslupla, daha bugüne ait bir dille kaleme almaya çalıştım.  

‘Beyaz Türk’ün Hafıza Defteri’ kitabımda da anlattığım gibi ilk gece farkında değildim olayların. Hürriyet’teydim bütün gün çalıştım, aşağıdaki bara indim sonra. Kimse yok etrafta. Sorunca herkesin Gezi’ye gittiğini öğrendim. İnternetten bakınca olayları gördüm. Hemen oturup hem kendi yazımı değiştirdim hem de Hürriyet’e ayrı bir yazı daha yazdım: “Gezi artık sadece bir park değil” isimli. O parkın girişine bir gün- kendim kadar eminim- ölen çocukların kabartmalarını yapacaklar. Orası demokrasinin giriş parkı olacak.

O gece Selçuk Yöntem’le Frankie’de buluştuk. Sigara içmeye dışarı çıktığımızda acayip bir biber gazı kokusu geliyordu. O sırada eşim Tansu Urla’dan bana mesaj atıyor. “Neredesin?” diye soruyor. Frankie’deyim deyince “Pis, adi herif, burjuva!” diye hareketler etti. Biz de kalktık, Gezi’ye gitmeye karar verdik. Harbiye’ye vardığımızda yolda karşılaştığımız çocuklar bize ellerindeki gaz maskelerini verdi. Biraz daha ilerleyince polisler durdurdu bizi. Gencecik çocuklar. Tabi içlerinden Selçuk Yöntem’i tanıyanlar çıkınca, telefona sarılıp resim çekenler, babasını arayıp “Dur, bak sana kimi veriyorum?” diyenler oldu... Sonra dediler ki “Gitmeyin, oralar karışık. Başınız belaya girer” ve bir taksi çağırdılar bize.

Ben gitmedim ama dokuz ve on altı yaşındaki torunlarım gittiler Gezi’ye. Ben gidecek cesareti bulamadım. Yaşla da ilgili değil. Benim orada oluşumu Gezi ruhu aleyhine kullanmalarını istemedim. “Bak darbeci de oradaymış!” dedirtmek istemedim. Ama hayatımın en heyecan dolu yazılarını yazdım o dönemde. Hâlâ da yazıyorum.

 

KONU KADINLARA GELİNCE...

SK: Kadınların kendi güzelliklerini fark etmeleri öyle kolay bir iş değil. Her yaştan ve bedenden kadını yücelttiğiniz yazılarınız bizim için adeta bir terapi seansı. Kaynağınız ne?

Ben kadın severim. Çok küçük yaşta Tansu ile tanıştım ve o benim estetik duygularımı fazlasıyla doyurdu. Bunu söylediğim için muhafazakâr kesim beni çok eleştirdi ama ben karımın her gece önümde soyunmasını isterim. Karım 61 yaşında. Buradan anlıyorum ki hayat uzadı. Çevremde 40’lı yaşlarına giren kadınlarda bir telaş başladı, hâlbuki hiç gerek yok. Bir erkek 40 yaşlarındaki kadını çok arzular.40 yaş zaten taze ve gençtir. Bir erkeğin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri 40’lı yaşlarında bir kadının onu terk etmesidir. 20’li yaşta giderse tecrübesizlik dersiniz ama 40 yaşında terk ediyorsa tercihle gidiyor demektir. 

 


SK: Peki ya 2014’ü uğurlarken 68 yaşındaki Charlotte Rampling ve 54 yaşındaki Tilda Swinton’ın alışılagelmemiş güzelliklerinden bahsettiğiniz yazınız? Yoksa ideal kadın yaşı sizinle mi büyüyor? 

Erkekler hakkında yanlış bir düşünce var. Neymiş, erkekler 50 yaşına gelince 20 yaşındaki kızları isterlermiş. Bence bu azınlık bir erkek düşüncesi. Kadınlarsa bunu yaygın bir düşünce sanıyorlar. Erkekler ise kadınların cinsel organlarının büyüklüğüne önem verdiklerini zannediyor. Hâlbuki doğru değil. Gel de bir erkeği buna inandır. Bence 50 yaşına giren erkek genç bir kadınla olmaktan rahatsız olur. Benim 40 yaşında bir kızım var ve o yaşlarda bir kadınla olamam ben.

 

SK: Hegel ve Ayn Rand… Biri komünizmin uç noktasından, “Geleneksel aile, sermaye üzerine inşa edilmiştir ve özel mülkiyet olmadığında eş değiştirme başlayabilecektir” diye bağırıyor, öbürü kapitalizmin uç noktasından, “Çiftler evli olsun ya da olmasın ilişkiye değer veriyorlarsa seks ahlaksız değildir” diyor. Bu iki zıt akım evlilik kurumuna böyle bakarken, kurumun devamlılığı için siz bir sosyolog olarak ne düşünüyorsunuz?  

22 yaşıma kadar kan ter içinde gördüğüm en büyük kâbus: Beni evlendiriyorlar! Fakat sonra Tansu ile tanıştım ve anlattığım kadın kaybetme korkusundan evlenmek istedim. Aptal ve ilkel bir erkeğin mülkiyet duygusunu o noktada tattım. Üstelik ben Marksist’tim. Tansu’nun ailesi çok varlıklıydı. İzmir’in en zengin ailelerinden Tansu’yu istemeye gelenler oluyordu ve paniğe kapıldım. Nişanlıyken Tansu Türkiye’de kaldı, ben Paris’e gittim. Tam 68 sonrası müthiş bir seks özgürlüğü hâkim. Baktım her gün başka bir kadınlayım. “Tansu, benim gidişatım iyi değil, biz evlenelim” dedim. Tansu da kabul etti. Paris’te sıkıldı. Ankara’daki hippy arkadaşlarının yanına döndü. Hatta bir resmi vardır hamileyken mini eteği göbeğinden dolayı daha da yukarı çıkmış, elinde çiçekler geziyor oralarda. Döndüm tabi. Fakat on yıl evlilikten sonra gözünüz dışarı kaymaya başlıyor. Zor dönemlerimiz başladı. Kızımız Gülümsün helak oluyordu. Bizi hiç yargılamıyordu ama içinden boşanmamızı istiyormuş, sonradan söyledi. Bu yaşıma geldim samimi olarak şunu söyleyebilirim: Evlilik bir insanın hayatında yapabileceği en iyi yatırımlardan biri. Artık öyle bir dönem başlıyor ki öyle güzel bir dostluğa dönüşüyor ki, o gerginlik kalkıyor. Ama evlilik ölünceye dek hiçbir zaman garantide olan bir şey değil. Her gün yeniden hak etmek lazım. 

 

SK: Aşk için de mi geçerli bu dediğiniz?

Evet, aşk da böyle. Bir aşk yaşıyorsan bir kadını her gün yeniden fethetmeyi öğrenmen lazım. Kadının da erkeği her gün fethetmesi gerek. Çaba isteyen bir şey. Böyle gidiyor diye bırakılacak bir şey değil. 

 

SK: Monogami devam etmeli diyorsunuz.

Ben poligamiye inanan bir insandım. Fakat son yıllarda monogamiyi anlıyorum. İlla bir imzadan bahsetmiyorum, sonsuza dek bir kişiyle olmaya inanıyorum. Boşansam sahip olduğum her şeyi bırakır, bir ceket, bir iki plağımı ve kitaplarımı alıp giderim. Oturup mal bölüşümü yapmayı kendime yediremem. Gerçi ben öyle desem bile Tansu aksini yapar, öyle düzgün bir karakteri var. Bu rahatlığım oradan geliyor olabilir. Ben kimseye mal paylaşımı yapmayın demiyorum. Bu da evlilik kurumunda bir ilerlemedir. Kadınla mal paylaşmayı kabul etmek bir erkek için ileri bir aşamadır. Ama duygusal olarak bu hesaplamalar bana kötü geliyor, işler çirkin bir hal alıyor.  

 

SK: Tansu Hanım’dan cenaze töreninizde Mahler’in Beşinci Senfonisini çalmasını istemişsiniz. Bu ruhları kaldıran müzik eşliğinde bir de barkovizyon gösterimi olsa hangi anlarınızın slaytları geçerdi?

Yemen’de çektirdiğim fotoğraflar çok iyi geliyor bana. Butan da öyle. Geçenlerde Kutuplara gittim. O yalnızlık, o beyazlık beni çok etkiledi. Ankara’da öğrenci evinde kaldığım zamanlardaki fotoğraflarım var. Kendimi Gezi’ye gidebilecek masumiyette bir çocuk olarak görüyorum orada. Hürriyet’teki genel yayın yönetmenliği görevimden ayrılırken sabah toplantısında çocuklara açıklama yaptım. Herkes şok oldu, çünkü bu adam ölünceye kadar başımızda kalacak diyorlardı. O anın fotoğrafını isterdim mesela. Tüm 20 yıl benim için çok güzeldi. Hayatım hep güzel anılarla dolu.

 

SK: Ya kötü anılarınız?

Olmaz mı? Bombalardan kurtuldum, tehditlerle yaşadım. Babamı kaybettiğimde çok üzüldüm. En fena hissettiğim anlardan biri Hrant Dink’in öldürüldüğü gündü. Benim gibi bir Türk öldürülse de çok üzülürdüm. Ama Hrant azınlıktandı, bunun ıstırabını çekerek yaşadı. Bu ülkeyi sevdi, fakat derdini anlatamadı. Sonunda da ciğeri beş para etmez bir adam gelip onun hayatını aldı. İlk defa bir yazımda bunu yapan için ‘hain’ sıfatını kullandım. Herkes derin devlet yaptı diyordu. Halbuki asıl tehlike bu ülkenin her şehrinde, derin devlet diye bir şey varsa da onun kullanabileceği, emrine amade bir tetiğin okey masasından kalkıp cinayet işlemeye gitmesi. Bu psikolojiyi ortadan kaldırmadığımız sürece hiçbirimizin hayatı garanti altında değil. 

 

SK: Azınlıklara duyduğunuz bu empati gençliğinizdeki marjinalliğinizden mi geliyor?

Olabilir. İzmir’de uzun saçlı olduğum için bana eşcinsel dediler. Birincisi eşcinselliğe hakaret ediliyor diye üzüldüm. İkincisi eşcinsel olmadığımı anlatmak zorunda bırakıldığım için. Ama en çok da babama bu duyguyu yaşattım diye üzüldüm. Kişiliğimden taviz vermem diyerek babamı da üzmeyecek bir formül arayışına girdim ve üniversiteyi Ankara’da okumaya karar verdim. Bu sefer de orada solcu baskısı başladı. Haber gönderdiler saçlarını kesmezsen kantinde seni döveceğiz diye. Direndim. Sonra solcular saçlarını uzatmaya başladı, bu sefer de ben kazıttım. Yani hayat böyle… 

 

SN: Medyada azınlıkların kimliklerinin çoğu zaman haberin önüne geçtiğine tanık oluyoruz. Öyle ki özellikle medyanın bir bölümü Yahudi kimliği üzerinden işi nefret suçuna vardıracak denli sert bir üslupla asılsız haberler kurgulamayı iş edinmiş durumda. Düşmanlığı körükleyen haber tarzının önüne geçmek mümkün değil mi? 

Hâlâ başımızda “Affedersiniz Ermeni” diyen, telefon konuşmalarında bir hakim için “O Alevi’ymiş” diye bir lider varken... 

 

SN: Peki gazetelerde etik kuralları belirlenmiyor mu?

Bazıları hiçbir etik kuruluna bağlı değil. Etik kurulu olan tek gazete Hürriyet. O yüzden en fazla bize vuruyorlar. Yaparken söylemiştim Aydın Bey’e, iki tane bakkal dükkanı düşünün. Biri vergi levhası asmış, üzerinde 5 bin lira vergi ödediği yazıyor. Diğerinin vergi levhası bile yok. Ama insanlar vergi levhasının üzerindeki miktarı beğenmeyip, ona yüklenirken, vergi levhası olmayana dokunmuyorlar.

Çok haklısınız Yahudilerle ilgili. Seçim kampanyasında Gazze olayını, Rabia selamlarını, Filistinli kardeşlerin sözlerini malzeme yaparsan, sıradan bir zihni, İsrail hükümetinin yaptıklarıyla tüm Yahudileri özdeşleştirmeye itersin. 

 

ŞARAP VE MÜZİK

SK: Şarap ilginiz ta bebekliğinize dayanıyormuş. Anneniz doğumdan sonra zayıf kaldığı için doktor tavsiyesiyle şarap içmiş siz de böylece “haram süt emmedim ama helal şarap içtim” diyorsunuz. Misafir olduğunuz ev davetlerine içeceğiniz şarapları önceden gönderdiğiniz söyleniyor. Bunu bir vejetaryenin yemeğine gösterdiği özenle mi bağdaştırabiliriz yoksa hafif bir snopluk içeriyor olabilir mi? 

Babam 82 yaşında öldü. Buna göre 14 yıl ömrüm var. Hayatımın bundan sonraki döneminde kötü şarap içmek istemiyorum. Benim bunu yaptığım o dönemlerde Türk şarabı içilecek gibi değildi. “Türk şarabının iyileşmesini istiyorsanız Türk şarabı içmeyin” diyordum. Türkler iyi şarap yapmayı öğrendi. Ben de artık iyi Türk şarapları içiyorum. Doğrudur uzun zaman önce arabamın bagajında şaraplarım vardı. Ama snopluk yapmadığım yerler yok mu, var. O hakkı kendimde görüyorum. Bana hakaret eden adamlara cevap vermeye tenezzül etmiyorum mesela.

 

SK: Şimdi DJ ERT’in son kitabının tanıtım partisindeyiz. Neler dinleyeceğiz?

Bu kitabın soundtrack’ini Spotify’da geçen gün oluşturdum. Gençliğimde dinlediğim rock parçaları Rolling Stones, Bob Dylan; 60’ların pop müzikleri Paul Ankalar, Bee Gees’ler, R.E.M, The Cure, INYX  hatta klasik müzik bile var. 

 

 

 

 SK: Ta 45’liklerden Spotify’a... 55 yıldır sürekli çeşitlenen, günü yakalayan bir müzik zevkiniz var. En hislendiğiniz anlarınızı, hatıralarınızı, yazılarınızı ona daha da anlam katan şarkılar eşliğinde paylaşıyorsunuz. Müzik çok mu önemli?

Boş koltuk hayali gibi bir hayalim var. Hepimizin hayatının bir fon müziği olsa. Hayatımı hep bir roman kahramanı gibi yaşadım. Alain Delon bir filminde zengin arkadaşının gardırobundan bir espadril giyiyordu. İzmir’de de akıllı bir Yahudi girişimci filmden hemen sonra o espadrillerin kopyasını yaptı. Gerçi plastiktendi ve yazın giyince ayaklarımız kokardı. Ama yıkayıp yine giyiyorduk. Özdeşleşmek güzeldir. Mesela bir erkek olarak yüzümde hafif bir makyajla gezmek isterdim. Daha iyi fotoğraf verebilmek için çünkü her an bir fotoğrafın çekilecekmiş gibi yaşamak iyidir. Kendinle ilgili bir imaj kurmak ve öykünün kahramanı olmak… Gerçi birileri gelip “Ne kahramanı, gerizekâlı” der ama olsun. Keşke hayatımız fonda güzel bir müzikle hafif makyajlı, rol yapar gibi olsa. Gerçeklerden kopuk yaşıyorsun diyorlar. Evet öyleyim. Bana ait bir ada var yaşadığım. Başucumda iki cilt Hayali Yerler Sözlüğü var. Geceleri kitabı açar bilmediğim felsefelere, yerlere giderim.