İsrail sinemasının gövde gösterisi

34. İstanbul Film Festivali’ne Damgasını Vuran Ülkelerden Biri İsrail İdi

Viktor APALAÇİ Sanat
29 Nisan 2015 Çarşamba

İsrail, festival programındaki başarılı filmleri ile 34. festivale damgasını vuran ülkeler arasındaydı. Senarist-yönetmen Ronit-Shlomi Elkabez kardeşler, ‘İsrail Usulü Boşanma’da hayatını ayrı yaşadığı kocasından boşanmaya adayan Viviane Amsalem’in dramına odaklanıyor. Başarılı bir ‘ilk film’ olan ‘Motivasyon Sıfır’ bir çöldeki kışlada gün sayan kadın askerleri anlatıyor. ‘Veda Partisi’ ötanazi gibi ciddi bir konuyu komedi havasında ele alıyor. ‘Hitler’e Suikast’ adlı Alman filmi az bilinen, yaşanmış bir olayı ustalıkla anlatıyor.

 

İtalyan yönetmen Pietro Germi, 54 yıl önce ‘İtalyan Usulü Boşanma/ Divorzio All’Italiana’ başyapıtında, ülkesinde en kolay boşanmanın yolunun taraflardan birinin diğerini öldürmekten geçtiğini mizah yoluyla anlatıyordu.

Bu yıl İsrail’in Oscar adayı olan ‘İsrail Usulü Boşanma/Gett’in senarist-yönetmeni Ronit-Shlomi Elkabez kardeşler, ülkelerinde dini mahkemeden boşanma kararı almanın taraflardan birini çıldırma raddesine getirebileceğini anlatıyor.

Kocasından boşanmak isteyen bir kadının, ülkesinin medeni hukukuyla olan çatışması üzerine kurulu film, Viviane Amsalem’in(emsalsiz Ronit Elkabez) uzun yıllara yayılan mahkeme işkencesine odaklanıyor.

Viviane’ın yıllardır ayrı olmalarına rağmen boşanmayı reddeden kocası Elisha(Simon Abkarian), bir toplumun bütün hücrelerine sinmiş ataerkilliğin en basit metaforu sanki. Viviane’ın aklıselimin temsilcisi avukatının karşısında, haham olduğu için mahkeme tarafından korunan, kollanan, duygu sömürüsü yapmak için dini kullanan, bağnaz, vicdansız bir insan olan Elisha’nın avukat kardeşi var.

‘İsrail Usulü Boşanma’ konusu itibariyle dört yıl önce izlediğimiz, yaratıcısı Asghar Farhadi’ye uluslararası ün getiren ‘Bir Ayrılık/A Separation’ı akla getiriyor. 2011 yılının En İyi Yabancı Film Oscar’ı ve Berlin Film Festivali’nin ‘Altın Ayı’ ödülünü kazanan bu başyapıt, boşanmanın eşiğindeki, tek çocuklu bir karı-kocanın dramını anlatıyordu.

Taraflı olduğunu, yıllar boyu süren her duruşmada gösteren, üç hâkimden oluşan İsrail mahkemesinin aksine, İran şeriat mahkemesinin hâkimi, insancıl yaklaşımı ve pratik çözüm bulmadaki iyi niyetiyle daha adil idi.

Festivalin yeni bölümü ‘Aile Bağları’nın ağır topu ‘İsrail Usulü Boşanma’ gerçek hayat sahnelerini müthiş tespitlerle perdeye taşımakta ve mükemmel karakter tahlilleri yapmaktaki başarısıyla, 34. İstanbul Film Festivali’nin en başarılı, çarpıcı ve etkileyici yapıtları arasında idi.

Tarafların gösterdiği her şahit, İsrail toplumundan bir kesitin temsilcisiydi. Dini boşanmanın çok güç olduğu bilinen İsrail’de ataerkil gelenekler sebebiyle, mahkemenin erkek tarafını kollayan uygulamaları, laik insanları isyan ettirecek kadar katı ve acımasızdı.

Hiam Abbas ile birlikte İsrail’in en iyi kadın karakter oyuncularından Ronit Elkabez, solgun ve makyajsız yüzündeki mimikleriyle hayranlığımızı kazandı. İsrail filmlerinde sık sık rastladığımız, Ermeni asıllı Fransız aktör Simon Abkarian, inatçı ve vicdansız koca rolünde izleyicinin nefretini kazanmada çok başarılı. Onu izleyince, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde kocaların boşanmak isteyen ve boşadıkları karılarını niye öldürdüklerini daha iyi anlıyoruz.

MİLİTARİZM YOK ‘İNSAN’ VAR

1978 Petah Tikva doğumlu Talya Lavie, ilk filmi olan ‘Motivasyon Sıfır/Zero Motivation’ın senaryosunu askerlik yıllarının kişisel deneyimlerinden yararlanarak yaptı.

Filmin iki başrol oyuncusu Dana İvgy ve Nelly Tagar’a tercümanlık yapan Sabah gazetesi sinema yazarı Esin Küçüktepepınar, Talya Lavie ile bir yurt dışı festivalinde tanıştığını ve filmine yapımcı bulmak için yıllarca uğraştığını anlattı.

Gösterildiği birçok festivalde eleştirmenler tarafından övgüye boğulan ‘Motivasyon Sıfır’, şehirden uzak bir çölde gün sayan kadın askerlerin hikâyesini anlatıyor. Dış dünyadan izole bir köşede, olanca gücüyle zamanı eritmek için çabalayan ve bütün sırlarını birbirleriyle paylaşan bu kadınların aslında tek bir beklentileri vardır: Sivil hayata geri dönmek.

Amirlere itaat etmek, günlük görevleri yerine getirmek tek kaygılarıdır. İçlerinde hiç birinin askerliği severek yaptığının izlerini görmeyiz. Bekâretini henüz kaybetmediği için arkadaşlarının dinozor muamelesi yaptığı Daffi’nin tek arzusu, bölükteki erkeklerden biriyle bu işi bitirip, kompleksinden kurtulmaktır.

Aksamayan bir sinematografi eşliğinde genç yönetmen Talya Lavie, senaryosunda iyi işlediği karakterleri, kara mizahın bütün nimetlerinden faydalanarak izleyiciye sevdiriyor. Film İsrail’de 600,000 kişi tarafından izlendi.

Filmde militarizmin izi bile yok. Olayların tümünün odağında insan ve insan ilişkileri var. Genç oyunculardan oluşan oyuncu kadrosunda aksayan yok. Bunların ikisi, başrol oyuncuları Dana İvgy ile Nelly Tagar, izleyicilerin sorularını yanıtlamak üzere İstanbul Film Festivali’ne katıldı. Yöneltilen ilk soru askerlik yapıp yapmadıklarıydı.

Nelly, İsrail’de askerliğin zorunlu olduğunu, kızların iki, erkeklerin üç yıl askerlik yaptığını, kendisinin(yaşının ortaya çıkması pahasına) askerliğini 11 yıl önce Gazze şeridinde yaptığını söyledi.

“Askerde kendimizi bulmak mümkünken, bir şeyler öğrenebilirken, zamanını (filmdeki gibi) boş geçirenler, gün sayanlar da oluyor” diye ekledi. Hatta bu durum İsrail’de filmden sonra, ‘bu kadınların askerde boş zamanlarını nasıl değerlendirebiliriz’ diye tartışmalar doğurmuş. Nelly, savaşla ilgili bir soruya, “savaştayız ama insanlar birbirlerine yakınlar, onları ayıran politikalar; politikacılar tümüyle bizi temsil etmiyor ve bu yüzden insanların barış ve sevgi içinde yaşamak istemek dışında bir temennisi yok” diye cevapladı.

İki sempatik ve sevecen aktris, izleyici tarafından(tıpkı Motivasyon Sıfır’ın kapanış jeneriğinde olduğu gibi) coşku içinde alkışlandı.

ÖTANAZİ KONULU  KOMEDİ(!) FİLMİ

34. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim üç İsrail filminin bir ortak özelliği vardı: Her üç filmin yönetmen ve senaristleri kadın sanatçılardı. Ötanazi gibi ciddi bir durumu komedi yoluyla anlatmayı seçen, ‘Veda Partisi/Mita Tova’nın senaryo yazarları ve yönetmenleri Sharon Maymon ile Tal Grant idi. 1973 Ramallah doğumlu Maymon’un ikinci, 1969 Tel Aviv doğumlu Grant’ın ilk uzun metrajlı filmi olan ‘Veda Partisi’, Bille August’un görkemli filmi ‘Sessiz Kalp’ten sonra, konusu ötanaziye odaklanan ikinci yapıttı.

Her iki filmde de acı çeken, kurtuluş imkânı olmayan hastalıkların pençesindeki insanlar, ötanazinin tek kurtuluş yolu olduğuna inanıyorlar. Ailelerin desteklediği, ötanazi yöntemi ve uygulama süreci filmlerde anlatılıyordu.

‘Veda Partisi’ türünün tüm olanaklarını seferber eden bir kara komedi. Filmdeki tüm karakterler yaşlı ve dar gelirli insanlar. Bir huzurevinde yaşayan birkaç dost, ölmek isteyen bir arkadaşları için, bu iş için kararlı karısının ısrarı ile bir ötanazi makinesi icat ediyor. Emekli bir doktor ve bir veteriner bu makineye konacak ve iz bırakmayacak ilaçları sağlıyorlar.

Sır saklamanın güç olduğu günümüzde, yaptıkları makinenin ünü yakın çevrelerinde yayılır. Her gün daha çok insan makine hakkında soru sormaya başlayınca mucitler oldukça zorlu bir soruyla karşı karşıya kalıyorlar. “İnsanların ölmesine yardım ederek doğru bir iş mi yapıyoruz acaba?”

Makinelerini insani bir amaç uğruna kullandıklarına inanan grup, aralarından birinin (doktorun) işi maddiyata dayandırdığını öğrenince iş çığırından çıkar.

HİTLER’E SUİKAST

2001 yılında ‘Deney/Das Experiment’ ile uluslararası şöhreti yakalayan Alman yönetmen Oliver Hirschbiegel’in bu filmi ‘Hitler’e Suikast/Elser/13 Minutes’ 34. Festivalin ağır topları arasında idi. 1957 Hamburg doğumlu yönetmen bu ilk filminde, Stanford hapishane deneyini konu eden çok satan kitabı sinemaya taşımıştı.

Yönetmen, konusu 1945’te Berlin’de geçen, Bruno Ganz’ın Hitler’i canlandırdığı filmi ‘Çöküş/Der Untergang’dan on yıl sonra ‘Hitler’e Suikast’ ile tekrar Nazi Almanya’sına dönüş yapıyor.

Film, az bilinen, yaşanmış bir olayı, Hitler’e hazırlanan bireysel bir suikastı sinemaya taşıyor. Eğer bu suikastın kahramanı olan Georg Elser’in 13 dakikası daha olsaydı, dünyanın tarihi değişir, milyonlarca insan canından olmazdı.

13 dakikası daha olsaydı Elser’in yerleştirdiği bomba Adolf Hitler’i havaya uçuracaktı. Ama bu olmadı ve 8 Kasım 1939 tarihinde Hitler olay mahallinden erken ayrıldı.

Yaklaşan tehlikeyi hemen herkesten önce gören, başka insanlar sus pus beklerken ya da verilen emirleri yerine getirirken harekete geçen bu adam kimdi? Diğer insanların görmezden geldiği bir şeyi görmüştü ama neyi? Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en kanlı diktatörünü tek başına, örgütlenmeden öldürme cüretini nasıl kendinde bulmuştu?

Bundan önce  ‘Çöküş’le (2004) Nazi diktatörlüğünün son günlerini perdeye aktaran Oliver Hirschbiegel bu filmde, imkânsızı başarmaya çalışan, dünyanın en iyi korunan diktatörünü öldürmeyi aklına koyan, bunu başaramayan, ama yine de tarih yazan bir direnişçinin çok şaşırtıcı bir portresini çiziyor.

Film, fakir bir aileye mensup Georg Elser’in (Christian Feidel) bir baltaya sap olamamış, bir kız arkadaş edinememiş, yuva kurmaya uğraşmamış bir genç olarak, Hitler’e karşı yer altı mücadelesi hazırlayan gizli komünist parti militanlarıyla yakınlaşmasını anlatarak başlıyor.

Sonra hayatına evli bir kadın olan, kocasından şiddet gören Elsa (Katherina Schitter) giriyor. Marangoz babasından bu işi öğrenen, mekanikle de arası iyi olan genç Elser, Hitler’in taraftarlarına seslendiği bir salona gizlice yerleştireceği bir saatli bomba imal eder. O salona ustalıkla girip bombayı etkili olabileceği bir yere yerleştirir. Hitler’in konuşmasını erken bitirip bombanın patladığı yerden 13 dakika erken ayrılmasıyla suikast teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanır, Elser acemice tutuklanır.

Hitler’in suikastın arkasındaki örgütün muhakkak bulunması emrini alan Gestapo, Elser’e günlerce işkence eder. Bunu başaramayan Nazi komutan Nebe idam edilir. Elser, suikast girişiminden altı yıl sonra 1945’te Dachau Toplama Kampı’nda ölür.