Karikatürist Umut Sarıkaya tarafından Derek adlı karakterle ölümsüzleştirilen, ülkemize ‘okumaya’ gelen öğrenciler ile ülkemizden ‘okumaya’ giden öğrencilerin temelini oluşturduğu Erasmus Projesi özellikle son 10 yıldır üniversiteye adım atan herkes tarafından bilinmekte. Erasmus Programı’nın amacı katılımcı ülkelerin yükseköğretim kurumlarının birbirleri ile işbirliği yapması, eğitimde Avrupa standartlarının geliştirilmesi ve yaygınlaşması, eğitim programlarının geliştirilmesi ve denkleştirilmesi ve yükseköğretim kalitesini arttırmak. Bunların yanı sıra öğrenci ve öğretim üyelerinin 3-12 ay arasında yurtdışı deneyimi yaşamaları, farklı kültür ve yaşam stillerinin tanınması ve bunlara karşı hoşgörünün geliştirilmesi ve katılımcıların yabancı dil becerilerinin geliştirilmesi de programın amaçları arasında yer alıyor.
Erasmus hakkında verilen bilgiye göre bu program ile ülkemize gelen öğrenci sayısının beş binlere ulaştığı göze çarpan özelliklerden biri olarak kaydedilmiş durumda. Ancak kimi zaman elimizde olmadan sorduğumuz bazı sorular var; eğitim sistemi Türkiye’nin oldukça ilerisinde olan veya aslında en basit tabirle ‘refah seviyesine ulaşmış’ ülkelerden gelen öğrenciler ‘okumak’ için Türkiye’yi neden seçsinler ki?
Öğrencilerimiz Fransa’dan gelen Celine ya da İngiltere’den gelen Jonathan’ı gördüğünde ellerinde olmadan bizlere bu soruları yöneltebiliyorlar. Elbette bunun en basit cevabı ‘oryantalist’ bakış çerçevesinden verilebilir; merak… Pek tabii durağan bir hayat yaşayan, kurallara sıkı sıkıya bağlı olan, bizim deyimimizle monotonlaşmış gündelik yaşantıları olan farklı ülke gençleri macera aramak, doğu kültürünü tanımak, tarihlerinde ‘barbar’ olarak nam salmış, peşi sıra devrimlerle kendilerinin yaşam tarzına uyumlandırılmış Türk halkını tanımak isteyebilir. Üstelik Umut Sarıkaya’nın da vurguladığı gibi etraflarında pervane olan yabancı görmüş zavallı Türk gençleri ve bu gençlerin sahiplenici, misafirperver aileleri de bunca heyecanın yanında garanti.
Şimdi ben bunca şeyi neden yazdım… Aslında amacım topyekûn Erasmus öğrencilerini kötülemek değil. Hatta hiç değil. Elbette gelsinler, görsünler, bizimkilerle istemeseler bile kaynaşsınlar; üç beş kelime Türkçe bile öğrenebilirler hatta! Sonrasında belki standartların çok üzerinde para kazanabilecekleri bir işleri bile olabilir; Türkiye’de her şey mümkün, ama geçen gün bir hocamın söylediği ve açıkçası kendisinin de bu tarz işlere kızdığını belirten bir detay dikkatimi çekti. Esprisi de geçmedi değil; yazmayacağım demiştim, ancak eski York düşesi Sarah Ferguson ve beraberindeki Tom Jones ile Chris Rogers’ın, 2008 yılında Saray Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi’ne izin prosedürlerine uymadan ve gerçek kimliklerini gizleyerek girdikleri ve burada gizli kamerayla kaydettikleri görüntülerin İngiliz kanalında yayınlanması olayı da aklıma gelince yazmadan edemedim. Ferguson’a Türkiye’de dava açılmış ve iddianamede, Saray Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi’ndeki ağır zihinsel engelliler sınıfında bulunan, fiziksel engelleri nedeniyle ihtiyaçlarını yardımsız sağlayamayan ve bütünüyle bakım ve gözetim personelinin denetiminde bulunan mağdur çocukların, kuruma izinsiz girişle gizli çekimleri yapılarak hayatlarının deşifre edildikleri belirtilmişti.
Bizim konumuz olan Erasmus öğrencilerinden biri ise yine ‘refah seviyesi yüksek’ olarak betimleyebileceğimiz bir ülkeden gelmiş, ancak dersleriyle ilgilenmemiş bile. Dolayısıyla hesap sorulunca kendisini ‘belgesel çekimindeydim’ diye savunmuş. Televizyon-sinema öğrencisinin çekimde olmasından daha doğal bir şey yok, ancak konu biraz daha eşelenince öğrenci Ayvalık tarafında çekimde olduğunu ve bu çekimi “yapmak zorunda” olduğunu belirtmiş. Yapmak zorunda kaldığı, yapmak zorunda bırakıldığı ya da içinde zorunluluk bulunan her neyse olan bu çekimin konusu ise Ayvalık’ta Kürt çocukların tecavüze uğramasıymış… Neresinden baksak, neresinden tutsak elimizde kalan bu konu için iyi niyetli düşünmek ne kadar çabalasak da mümkün olmuyor. Öncelikle konu zaten başlı başına skandal! Elimizde dört farklı veri; biri Ayvalık, öbürü çocuk, bir diğeri Kürt ve en beteri; tecavüz… Kürt, Türk demeden çocuklara tecavüz edilmesine mi bakılmalı, konunun Kürt olarak indirgenmesine mi, bu belgesel için belge niteliğinde görüntüler oluşturacak çekimleri nasıl gerçekleştirdiklerini mi düşünmeli, devletin bu işe neden el atmadığına mı kafa yorulmalı, yoksa konunun en başına dönelim; dış kapının dış mandalı olan birinin ülkedeki çarpıklıkları bulup da bilinçli bir politik söylemle bunu ortaya çıkarmasına mı el atılmalı ya da bu konu ne kadar gerçekleri yansıtıyor; bu mu araştırılmalı; bilemedim…
Gerekli takipler yapılacaktır elbet; ancak her birini masanın bir köşesine iterek elimde olmadan düşündüm… Bu tarz “çarpıklıkların yabancılar tarafından ortaya çıkarılması” ne ilk, ne de son. Hiçbir devlet yok ki sütten çıkmış ak kaşık olsun… Elbette kim tarafından olursa olsun var olan bir adaletsizlik, bir suç varsa ortaya çıkarılmalı ve gereken yapılmalı; ancak demek istiyorum ki bizimkiler Erasmus progamıyla yurt dışında çıktığında Dereklerin peşinde cirit atıp Instagram ya da Facebook’a fotoğraf koymaktan veya yurt dışına kapağı atma peşinde birilerine el pençe divan olmaktansa burunlarını bu tarz işlere soksalar; örneğin göçmenlerin ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerine dair bir şeyler yapsalar, örneğin gün yüzüne çıkmayan ve alt kültürden sayılan kişilerin cinayetlerini, tecavüzlerini ortaya çıkarsalar, örneğin İslamofobi, örneğin Antisemitizm ile ilgili konulara baksalar, hatta bu konuda ülkelerarası ortak bir proje düzenleseler daha adaletli olmaz mıydı? Ya da aslında şunu sormak isterim; bizim gayet gerçeğin peşinde koşan, vicdanlı ve dürüst öğrencilerimize bunu yaptırırlar mıydı? Kim bilir… Bu da ayrı bir soru…