Eski geleneksel kadın tiplemesinin dışında kalan, çok yönlü ve renkli bir karakter olan ve kendisini lakabı Sharope Blanko ile tanıtan sıra dışı bir bayanı sizinle de tanıştırmak istedim.
Sharope Blanko isminin bir hikâyesi var mı?
Sharope Blanko’nun beş buçuk yıllık bir mazisi var. Yani, ben beş buçuk yıldan beri Judeo-Espanyol lisanında fıkra, nesir, hikâye, anı, roman ve şiir yazıyorum. Bunları Sefaradimuestro sitesinde arkadaşlarımla her gün paylaşıyorum. Onlardan gelen yazıları da ilgi ve sevgi ile okuyup, her birine ayrı ayrı cevap veriyorum.
Yöneticisi olduğunuz Sefaradimuestro sitesinden bahseder misiniz?
Yirmi bine yakın yazışmamız oldu bugüne dek. Ayrıca İngilizce, Fransızca, Türkçe, İbranice, Judeo-Espanyol ve modern İspanyolca lisanlarını iyi bildiğim için ilginç bulduğum her yazıyı bu dillerden tercüme edip siteye koyuyorum. Böylece forumumuz çok daha hareketli, ilginç, eğlenceli, aktüel ve bilgilendirici oluyor. Neticede, herkesin memnun olduğunu gelen güzel tebrik mesajlarından okuyoruz.
Bu forum sitesi bana sonsuz bir sevinç ve huzur kaynağı. Sabah, akşam, tüm sevgili arkadaşlarımızın buluştuğu sanal bir salon… Limonata, bira, kahve ve pasta bedava!
Sizin aynı zamanda bir de şairlik geçmişiniz var…
Şiir yazmaya, lise yıllarında başladım. ‘Tutti Frutti’ adlı şiirim, Notre Dame de Sion Lisesi’nde okurken, Paris’te Fransız okulları arasında birincilik ödülünü aldı. Ne kadar büyük bir sevinçti, anlatamam. Göklerdeydim adeta. Aslında, başı sonu olmayan, yarım saat içinde karaladığım bir şiirdi, fakat uyaklara çok dikkat etmiştim. Ayrıca, birçok kültürü kapsayan mecazi ve komik bir şiirdi. Maalesef şiiri kaybettim.
Sonraları, Türkçe, Fransızca ve İngilizce lisanlarında, pek çok şiir yazdım. Beş seneyi aşkın bir süreden beri de, yüzlerce İspanyolca şiir yazdım. Bunların hepsini yayınlamak isterdim tabii, fakat bu işin koşuşturmacası ve uğraşması bana zor geliyor. Bu şiirleri Sefaradimuestro’ya, koyuyorum. İspanyolca lisanında yazdığım ‘De La Tadre a La Noche’ başlıklı şiirim, Madrid Kültür Bakanlığı’nda ikinci ilan edildi. Çok hoş bir his tabii…
Yazarlık yönünüz de var, değil mi?
Üç yıl önce tarihi bir romanı kaleme aldım: ‘Almendra - Badem Ağacı’. Yüz üç bölümden oluşan birinci kitabı bitirdim. Kitabın büyük bir kısmını da Türkçeye tercüme ettim. Devam etmek niyetindeyim.
Hiçbir şey yapmadan, vakit nasıl da çabuk geçiyor. Yaşlılığın göstergesi bu olsa gerek. Arkadaşlarım, özellikle Sefaradimuestro’daki arkadaşlarım, kitabıma devam etmem için beni teşvik ediyorlar. Hikâye çok beğenildi. Olaylar, on altıncı yüzyılda, Osmanlılar döneminde, Smyrna ve Konstantiniye şehirlerinde geçiyor. İkinci kitap, Topkapı Sarayı’nda, Venedik, Girit ve Akdeniz’de geçecek.
İş kadını olarak uzun bir geçmişiniz var…
Yönetici asistanı ve ekonomist olarak, belli başlı sanayi şirketlerinde otuz yıl boyunca çalıştım. Türkiye, İsrail, İsviçre ve İngiltere’de yaşadım. Seyahat etmeyi çok sevdim. Hem gezdim, hem de çalıştım. Çocuklar büyüttüm. Benim çocuklarım değillerdi. Yani biyolojik anneleri değildim, ama anneleri oldum. Sonuncu kızım Bilge on beş yaşında. Lise üçe gidiyor. Doktor olmak istiyor. Mükemmel bir çocuk, çalışkan, zeki, terbiyeli, eğlenceli, hassas, doğayı ve hayvanları seviyor.
Ama en büyük aşkım, gözümün nuru, meleğim, her şeyim, biricik oğlum Nebil. Nebil İngiltere’de yaşıyor. Birbirimizden uzağız ama çok da yakınız. Dualarım hep onunla. Nebil genel cerrah. Çok başarılı ve çok sevilen bir doktor. Londra’nın popüler bekârı.
Emekli olduktan sonra neler yaptınız?
Emekli olunca, Türkiye’ye döndüm ve özel dersler vermeye başladım. Öğrencilerimle çok iyi anlaşıyordum, zira kendimi onlarla yaşıt gibi hissediyordum. Bazen on iki, bazen yirmi, bazen de kırk yaşında olabiliyordum. Geleneksel bir kadın tipi olmadığım için genelde ‘büyükler’ beni garipser, oysaki çocuklarla ve gençlerle çok güzel vakit geçiririz.
Boş zamanlarımda klasik müzik dinlerim. Genelde Chopin, Listz, Bach, Beethoven, Rahmaninoff’un müziğini dinlerim. Bu müzik bana mutlu çocukluğumu hatırlatıyor.
Biraz da çocukluğunuzdan bahseder misiniz?
Anneannem ve annem piyano hocasıydılar. Beni de bu yönde sürüklemeye ant içmişlerdi sanki. Piyano çalışmak sevmediğim aktivitelerin başında geliyordu. Ama kaçmak ne mümkün… Epey bir süre piyano dersi bile verdim.
Çocukluğumda ve gençlik yıllarımda eğlenceli, içten, sevgi dolu, başarılı, hassas, titiz, iyi yemek yapan bir ‘hanumika’idim. Hem mutlu hem mutsuz oldum. Mutluluğu da mutsuzluğu da büyük bir bilgelikle karşıladım. Hiç pişmanlık yaşamadım. Üzüntülerim beni yoğurdu, zor zamanlarla haşır neşir olmayı öğrendim. Sabırla olgunlaştım.
Bayramlar çocukluğumun en canlı anılarıdır. Göz kamaştırıcı sofralar, çiçekler, konuklar, giysiler. Mutlu kişilerdik. Babamlar dokuz kardeştiler, biz de on bir kuzendik. Masaların birbiri ardından dizilerek hazırlandığı ziyafetler çok görkemli geçerdi. Kuzenler büyükler ve küçükler diye ikiye ayrılırlardı. Ben küçükler grubundaydım. Büyüklerin odasına bizi almazlardı. İçeriden gelen fısıltıları, gülüşleri gıpta ile dinlerdik. En büyük eğlencemiz masaların altında ev yapmaktı. Battaniyeler, yastıklar, tahtadan oyuncaklar, düğme biriktirilen kavanozlar, renk renk boya kalemleri ile boyama kitaplarını boyamak, başlıca zevklerimizdendi. Sobayla mangal arasında bir yerde oynayarak, vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık. Sonraları peri masalları ve çocuk kitapları beni sihirli bir âleme çektiler. His dünyam zenginleşti, anlatılan ülkeleri tanımak isteğim uyandı, okuduğum kahramanlara benzemek, onların yaptıklarını yapmak istedim.
Biraz da gençlik yıllarınızdan bahsedelim…
Galata’da Bankalar Caddesi’nden, önce Şişli’ye, sonra da Nişantaşı’na taşındık. Gençlik yıllarım çok eğlenceli, neşeli, ilginç ve bir o kadar da derslerimle uğraşarak geçti. Yaz aylarını, bazı yıllar Büyükada’da, bazı yıllar da Caddebostan’da geçirdik. O zamanlar, sahildeki plajlarda deniz tertemizdi ve yüzmeye doymazdık. Karanlık günler, annemin hastalanmasıyla başladı. Annem en değerli varlığımdı. Hepimiz üzerine titredik ama maalesef onu kurtaramadık. Annem uçtu gitti ve ben kahroldum. O sırada, bir aylık hamileydim. Annemi yirmi dört yaşımda, babamı kırk iki yaşımda kaybettim. Tek çocuklarıydım. Onları hâlâ özlüyorum.
Takdir edilecek bir bayansınız. Yaşınıza rağmen amaçlarınız tükenmiyor…
Yalnızlık beni ürkütmedi. Kendi kendime yettim. Hayatı sevdim ve hâlâ çok seviyorum. Daha yapmam gereken çok şey var. Hayallerimi gerçekleştirmek için zamana ihtiyacım var. Çok çalışmam lazım ama gücüm yetmiyor. Aslında Bilge güç kaynağım oldu. Evi gençleştirdik. Topladığımız Assos taşları ile duvarlarımızı donattık. Bir kedimiz oldu. Pamuk bize beş tane muhteşem ‘pisika’ hediye etti. Bebeklerimize büyük bir sevgiyle bağlıyız.
Kocaman yüreğimde, her türlü insan için yer yarattım. Vakit, hiç bir zaman bana yetmedi. Felsefe, tıp, biyoloji, dilbilgisi, tarih ve mitoloji kitapları okudum. Daha çok yer görmek istedim. Mimarlık beni cezbetti. Denizi sevdim, köyleri dolaştım, hayvanlarla konuştum, otların üzerinde uyudum.
Mucizelere inanıyorum. Pek çok mucizeye şahit oldum. Allah aşkı hayatımın en önemli sayfalarını oluşturur. Bu sevgi, beni körü körüne inanca, O’nun ismini övüp, O’na şükretmeye yöneltir.
Sizce Sefarad kadınların ortak özellikleri var mı?
Var tabii. Ben dindar olmamakla birlikte, tam bir Sefarad kadınıyım, Sefarad bir kadının tüm özelliklerini taşıyorum. Bu ne demek? Sefarad kadınların ortak özellikleri nelerdir? Mutfakları, misafirlerini ağırlama şekilleri, çocuklarından beklentileri, titizlikleri, hobileri, yardımseverlikleri… Bunlar, gayet tabii, bütün Sefarad kadınları için geçerli değildir ve olamaz da. Çünkü her insanın yaradılışı farklıdır. Ben sadece genel anlamda Sefarad kadınının özelliklerini sıraladım.