Avrupa ve Amerika’da çıkan gazetelerin çoğunda, Türkiye’nin iç politikasından dış politikasına ne varsa, okuyucuya özetlemek için kullanılan bir kelime var, Neo-Osmanlı.
Dr. Elif Uluğ
Peki, aslında ne bu Neo-Osmanlı? Sahiden de, son birkaç yıldır Osmanlı’ya referans yapılarak Ortadoğu stratejisi çiziliyor, Osmanlıca ders programlarına girmeye başlıyor, bir gün “Mezar taşlarını okuyamıyoruz” yaygarası varken, devrisi gün medreselerin tekrar kurulması istenebiliyor.
Peki ya tek mesele mezar taşları mı? Alfabe değişmese #şiirsokakta hastag’iyle divan edebiyatından parçalar mı paylaşılacaktı yahut kitap okuma oranları daha mı çok artacaktı? Osmanlı arşivleri dolup dolup taşacak mıydı? Değil Osmanlı’yı, birkaç yıl öncesini etraflıca hatırlayamayan balık hafızalı bir toplumda, üstüne tarih eğitimi de zayıf olunca, ne idüğü belirsiz Osmanlı hayalleri siyaset malzemesi olabiliyor ve işin kötüsü toplumda da karşılık bulabiliyor. Yanlış bilinen Osmanlı’yı üstüne bir de günümüze yanlış uyarlayınca alabildiğine absürd sahneler yaşanabiliyor. Haliyle Neo-Osmanlı olmanın dayanılmaz basitliğinden söz etmek şart oldu gibi geliyor.
Osmanlı’ya dönmekle ilgili hayallerin büyük çoğunluğu, Cumhuriyet’in ‘90 yıllık bir parantez’ olduğu ve ‘milletin köklerinden koparıldığı’ önkabulüne dayanıyor. Bu görüş, ‘millet’in kendi rızası dışında, pasif bir durumda kalarak, bir dış güce maruz kaldığı gibi dolaylı bir anlam çıkarıyor. O halde sorumuzu şöyle de sorabiliriz: ‘Osmanlı milleti’nin Osmanlı olması mı engellendi (ki şüphesiz bu komik olurdu), yoksa büyük büyük dedelerimiz Osmanlı olmaktan mı vazgeçtiler? (Belki de hiç Osmanlı olmadılar!) 1789 Fransız İhtilali’ni, Çarlık, Habsburg gibi imparatorlukların da parçalanmasıyla sonuçlanan önüne geçilmez ‘kader çizgisini’ nereye koyacağız bunu cevaplarken?
İmparatorluklar çok milletli, çok dinli, çok daha çoğulcu yapılardan oluşurdu. Bugün geldiğimiz noktada, büyük devletler de neredeyse benzer nitelikleri taşıyor, daha çok etnisite, farklı dinsel grupların bir arada olması, yaşayan dillerin çeşitliliği gibi. Bu benzerlikler, yüz yıl öncesine kolaylıkla dönülebileceği yanılsamasına sebep oluyor. Evet, zarf belki aynı olabilir, ancak imparatorlukların bu yapısının mazrufu pre-modern, büyük devletlerin bugünkü yapısıysa post-modern sebeplere dayanıyor. Bu ayrım görülmeyince, stratejik derinlikte dipten kum çıkarmak kaçınılmaz oluyor. İmparatorluk aslında antik bir oluşumdur ve modernitenin projesi olan ulus devletlere yenik düşmüştür. Bugün ulus devletlerin içinde farklı kimliklerin yaşanabilir olması, imparatorluk düzenine geri dönüş değil, ulus devlet projesinin kendini yenilemesi olarak görülmelidir.
Yeniden Osmanlı ülkesine geri dönmek mümkün mü, pilavı tekrar ısıtıp yedirmek? Zor görünüyor, bunu da bize tarih söylüyor. Osmanlı Devleti yüzyıllar boyunca yayıldığı geniş topraklarda çeşitli kavimlerden müteşekkil geniş bir tebaaya sahipti, bu çeşitliliğin farkına da ayrışma çağında ancak varıldı. Alman ve Fransız düşüncesi, millet kana mı rızaya mı diye tartışırken, ‘Yeni Osmanlı’ devrimcisi Ebüzziya Tevfik, Osmanlılarla Tatarlar arasında bir ırk birliği olduğu iddiasına son derece kızmıştı. Kendi dergisinde çıkan bir yazısında, Tatar kanının gerçekte Rus damarlarında aktığını, bütün Avrupalılıklarına karşın Rusların bu yüzden daima hunhar bir millet olduklarını ileri sürdü.
Tevfik ne kadar kan kardeşliğindense Osmanlılık’a vurgu yaparsa yapsın, milliyetçilikler çağında imparatorluk toprak kaybederken burada ısrar etmek mümkün olmadı, yaratılmaya çalışılan Osmanlılık kimliği yerini ötekileştirmeye bıraktı. Balkanlar’da yaşanan toprak kayıpları, imparatorluğun yönetici elitini bilediği kadar, kalan topraklardaki çoğulculuğu da sınırlandırdı. İmparatorluklarda her millet imparatorluğun kurucu unsuru olurken, daralan topraklarda kalan görece homojenleşmiş bir nüfusta birileri çoğunluk oldu, birileri azınlık. Çoğunluk olanlar ülkelere adlarını verirken, azınlıklar ya kırıldı ya da göçe zorlandı. Hikâyenin bu tarafı klasik, yalnızca Osmanlı için değil, yıkılan imparatorluklar yerine kurulan tüm ulus devletler için geçerli.
Tarih öyle bir aktı ki, bir Osmanlı kimliği oluşturulamadan Osmanlı kimliğinde olması istenen tüm unsurlar kendi kimliklerini yarattı, milliyetçilikler milletler üretti, kullar vatandaş oldu bu değişimle. Ancak değişim herkese iyi davranmadı, kimisi vatandaş oldu, kimisi eşit vatandaşlık derdine düştü, bu da modern ulus devletlerin yumuşak karnı oldu yıllarca.
Bugün geldiğimiz noktada, ulus devletlerin güne uyarlandığını görüyoruz, modern öncesine döndüğünü değil. Yeniden çoğulcu siyasi birimler kurmaya yöneliyoruz, ancak bu bir imparatorluk yapısı değil, zaten ne kadar istense de, olması da mümkün değil. Tarih geçmişe akmaz, yaşanan bir şey geri alınamaz. Ancak yaşananlar üzerine yeni şeyler inşa edilir. Ulus devletlerin kuruluşu ve bu aşamadaki acılar, ayrımcılıklar, sıkıntılar unutulup tekrardan yüz yıl öncesine dönmek, en azından bu sıkıntıları yaşayanlar adına mümkün değil. Bundan sonra ne olacaksa, dünküne benzemeyecek, kendine özgü yeni bir yapı olacak.
Tüm bunlardan ötürü, ne hayatına Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak başlayan birini ‘yeniden’ Osmanlı yapmak mümkün, ne de eski Osmanlı coğrafyasındaki halklara Osmanlı nostaljisiyle ‘ağabeylik’ yapmak, ki buradaki halklar da kendi ulus devlet tecrübelerini oluşturduğu için geriye dönüş imkansızın ötesinde. Hele ki Yemen operasyonunda Suudi Arabistan’ın peşine takılan bir Türkiye görünce, “Osmanlı’yı yeniden diriltelim” denilerek yapılan siyasetin ne kadar acıklı bir yerde durduğunu görmek çok kolay.