“Mısır Kralı, birinin ismi Sifra, diğerininki Pua olan İbrani (baş) ebelere konuştu. ´İbrani kadınların doğurmalarına yardımcı olduğunuz zaman, doğum sandalyesine bakın. Bebek erkekse onu öldürün; eğer kızsa, yaşasın.´ (1 -16 / Şemot)”
Genel bir bakış açısıyla bu olay yorumlandığında, şunları söyleyebiliriz: Mısır’daki İbranilerin sayısı arttığı için Paro böyle bir karar almıştı. Kendi nüfusunun iktidarda kalmasını sağlamak, yabancı diye tanımlanan İbranilerin sayıca öne çıkmasını engellemek adına vahşi bir uygulama yapmıştı. Paro acımasız bir kraldı. Aslında çocukların hepsini (erkeklerin) öldürtmek istemesinin başka bir gerekçesi vardı. Paro bazı yorumculara göre, tuhaf bir düş görmüştü. Kâhinlerine bu düşü yorumlattığında, kendisine söylenen ilginç ve ürkütücü bir gerçek ortaya çıkmıştı. Paro düşünde bir ateş gördü ve bu ateş tüm ülkesini yakıp yıktı. Her yer yandı, insanları öldü. Paro için bu katlanılamaz bir sonuçtu. O halde, büyücüleri ve kâhinleri bu düşü dikkatle yorumlamalıydı. Peki, bu ateş neyin habercisiydi? Paro’nun düşündeki ateş bir başka söylentiye göre Hz. Musa’nın görüntüsüydü.
Vincent Van Gogh Otoportre 1889
Tanrı bir ateş biçiminde, Hz. Musa’ya görünmüştü. Bu, aynı ateş olabilir miydi? Bizce bu Tanrısal bir ateş değil, daha mantıklı bir yorumla söyleyelim, doğacak olan bir erkek çocuğun yarattığı bir ateş, devasa bir yıkım, Mısır’ın sonunu getirecek olan büyük bir halk hareketini başlatacak olan kıvılcımdı. Tevrat’ın bu bölümünde, ‘ses’ kendi akışkanlığını geçer, uzaktan duyulan bir tını gibi kendini hissettirir. Görüntüde Mısır’da panik, karmaşa, çatışma ve ölüm vardı. Ancak, arka fonda kısık sesli iniltiler, gizlice okunan dualar, beklentiler, tükenmeyen umutlar, tedirginlik seziliyordu. Burada ‘ses’ iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Bir tarafı, Paro’nun emirleri ile ölüme yol açarken, diğer tarafta ise ‘ses’ kendi içselliğine, maneviyatına bürünür, ilahi bir anlam kazanmaya başlar.
PARO’NUN VİZYONU
Mısır Kralı Paro’nun bir vizyon (bu düş olmayıp, Tanrı’nın mucizevi bir biçimde yarattığı bir imgelem de olabilir…) ile Hz. Musa’nın ruhanî yapısını görmesi çok anlamlı ve spesifik yorumlara açıktır. Paro’nun yaşadığı bu vizyon ile Çıkış’ın ilk tohumu atılmıştı. Tanrı’nın yazdığı plan ve yönettiği sistem sayesinde bu tohum kısa sürede bereketlenmiş, baş vermiş ve kendini göstermişti. İşte bu vizyon ile Tanrı bize şunu söylemek istiyordu: Ben, sizin ‘en kötü’ olarak tanımladığınız birinin düşünde öyle bir atmosfer yaratırım ki o tohumun içinde yeni bir başlangıç, doğruluk, iyilik, güzellik, kurtuluş, imana geliş gibi kavramları koyabilirim. Evet, Tanrı böyle düşünmüş olabilir… Kötünün içindeki ‘iyi’ ve ‘kurtarıcı’ anlamları birleşir ve yeryüzüne ‘elçi’ olarak gönderebilir. Tanrı’nın yarattığı bu zıtlıklar, ileri-geri hareketlenerek, bir sonraki oluşumun habercisi olabilir.
Kötüden iyiyi ve kurtarıcıyı yaratmak ne demektir? Tanrı niçin böyle yapmıştı? Paro, pagan inancın simgesiydi, kötülüğün ve acımasızlığın adresiydi. Mısır’daki pagan inancı, zalimlik, acımasızlık serüveni bu şekilde bitmişti. Yani, yeni bir başlangıcın oluşumuyla… Tanrı; kendi yarattığı bu ilahî sistemde Paro’yu kötülük, karşı Ben, olumlu-olumsuz, var oluş ve yok oluş gibi değerlerin yer aldığı bir tür karşıtlık ilkesi ile tanımlamıştı. Paro sıradan biri değildi. O, Mısır’ın firavunu olmakla birlikte, çok Tanrılı inancın temsilcisi, İbranileri köle olarak çalıştıran sistemin başındaki en yetkili kişi, kötülüğün ve Tanrı düşmanlığının yaratıldığı ülkenin efendisiydi.
Tanrı, Paro’nun düşünde isteseydi Kendi’ni koyabilir, aynı emirleri doğrudan ona iletebilirdi. Ancak, Tanrı böyle yapmamıştı. Böyle yapmış olsaydı, Tanrı kendini Paro ile eşdeğer bir konuma getirmiş olurdu. Ayrıca, en yüksek elçi olarak kabul görülen Hz. Musa ile de onu aynı düzeye çekmiş sayılırdı. Tanrı’nın, Paro’yu doğrudan Kendisi’ne muhatap alması düşünülemezdi zaten. İşte gözden kaçan bu küçük ayrıntıda çok anlamlı yorumlar saklıdır. Tanrı bu amaçla doğrudan Paro ile konuşmamış ve ona mesajını iletmemişti. Tam aksine Paro’nun ruhuna koyduğu ‘iyilik-doğruluk-kurtarıcılık’ kavramlarını onda bir kaygıya ve korkuya dönüştürmüştü. Paro’nun kişiliğinde yaratılan korku, kaygı, panik ve dram duyguları içinden İbranilerin beklediği peygamber (Hz. Musa) çıkmıştı. Kötü iyiye dönüşmüş, korku yerini huzura, yanlış inançlar ise yerini tek Tanrılı bir (L)imana bırakmıştı. Paro’nun yaşadığı rüyada (sanrı, düş…), ateş ortalığı yakmış, her yanı alevler sarmış, ölüm ve türlü belalar birbirini izlemişti. Aynı imge, aynı ses, aynı oluşum Tanrı’nın izni ve onayıyla başkalaşmaktaydı. Oluşum ve dönüşüm imgelemi sayesinde, Ben ve karşı üst Ben arasındaki etkileşim kendiliğinden ortaya çıkmaktaydı. İşte Tanrı’nın varlığının kanıtı, O’nun etkisi ve sistemin bizzat kendisi olması böylelikle ortaya çıkmaktaydı.
ÇOCUKLARINI YİYEN SATÜRN
Paro gibi vahşileşen, gerçek Tanrı’dan uzaklaşan, acımasızlığa bürünen insanların çocuklardan bile korkması, onları öldürmeye çalışması yaşamın içinde karşımıza çıkar. Bunlardan bazıları ressamların tablolarında, müzisyenlerin bestelerinde, yazınsal metinlerde, efsanelerde yer alır. Tevrat’taki bu olay, farklı yapılarda kendini gösterir. Sözgelimi, ünlü ressam Francisco Goya (1746-1828), insanı rahatsız eden bir tablo yapmıştı. ‘Çocuklarını Yiyen Satürn’ adlı tabloda tanrı Satürn, iktidarını bırakmamak için, kendi çocuklarını yer. Bu görüntü gerçekten rahatsız edicidir ve insanda bir ürküntü yaratmaktadır. Tabloda çocuğun başı ve bir kolu yendiği betimlenmekte. Bunun hangi kol olduğu konusunda tartışmalar halen yapılıyor. Ayrıca, çocuğun başı da yoktur. Geriye kalan kısım ise, biraz sonra tamamen tükenecektir.
Öncelikle Satürn’e yoğunlaşalım. Tablodaki figürün gözlerine iyice bakın ve anlamaya çalışın. Bu görüntünün sahibi tam anlamıyla bir delilik sınırına gelmiş, vahşi bir eylem içinde olan biri midir? Gözlerindeki koyu beyazlık, onun ruhsal ve akılsal anlamda kendini tamamen kaybettiğinin tipik bir göstergesidir. Gözbebekleri büyümüş, sanki yuvalarından çıkacak gibidir. Figürün yüz tanımı için kendi bedeninden oluşan küçük canlıları yiyen birinin vahşi görüntüsüdür diyebiliriz. Paro da böyle bir kriz içindedir aslında. Paro, doğan erkek çocuklarının kendisi tarafından değil, askerleri tarafından öldürülmesini istiyordu. İkisi arasında temsili olarak büyük bir fark yoktu. Her ikisi de iktidarını korumak amacıyla, çocuk katili olacak kadar vahşi, kötü ve acımasızdı.
Tabloya bir kez daha yoğunlaşalım. Satürn, doğacak çocuklarından birinin kendi yerine geçeceği kehanetini duyar. İşte bunun üzerine, ilk beş çocuğunu acımasızca yer ve iktidarını korur. Ancak, altıncı çocuğu olan Jüpiter, annesinin yardımıyla ondan korunur. Sonuçta kehanet gerçeğe dönüşür ve Jüpiter babasının yerine geçer. Paro ordusuyla İbranileri kovalarken, Tanrı’nın emriyle Kızıldeniz kapanmış ve hepsi ölmüştü. İkisi de iktidarını kaybetmişti. Tablodaki parlak görülen bölgelerde, çocuğun beyaz bedeni ve çevredeki kırmızı kan, Satürn’ün cesedin sırtına batırdığı parmaklarının eklemleri öne çıkmaktadır. Özgün tabloda, Satürn’ün penisinin kısmen olduğu iddia edilir. Ancak, mevcuttaki tabloda böyle bir ayrıntı yoktur. Bu tabloda, iyilik-kötülük, iktidar-muhalefet, güzellik-çirkinlik temaları işlendi. Paro’nun korkuları, hezeyanları, tedirginliği bu tabloda kendi çocuklarını yiyen bir canavara dönüştü. Şurada bir açıklama yapalım. Goya’nın resmindeki çocuk, bazı yorumcular tarafından yetişkin birinin bedeni olarak kabul görür. Ancak, bedenin özellikle küçük çizilmesi bizi kendi savımıza taşımaktadır. Öznel durumun karşıtlığı genel bir yaptırım histerisine dönüşmüştür. Bu efsanedeki görüntü, Tevrat’ta anlatılan olayın bir değişik modelidir diyebiliriz. Paro, ülkesinde doğan çocukları öldürtürken, Satürn onları yiyordu. Her ikisi de kendi iktidarlarını korumak için böyle bir vahşet yapmıştı. Tablodaki figürün gözlerindeki korku, ürküntü, delilik, vahşet ve belirsizlik duyguları Vincent Van Gogh’un kendi tablosundaki portresi ile kısmen (konumuzla doğrudan ilişkisi yoktur…) örtüşür. Van Gogh sara hastasıydı, aşkına karşılık alamadığı için, yaşamdan umudunu kesmişti, tam anlamıyla büyük bir bunalım içine girmişti. Ayrıca, ekonomik açıdan büyük sıkıntılar çekmekteydi. Resimleri hiç ilgi görmüyordu bir sığıntı gibi orada burada yaşantısını sürdürmekteydi. Bu ‘sıkıntılı ve bunalımlı’ olayların zinciri sonucunda, bir gün nöbet geçirirdi ve kulağını kesti. Sonrasında bu tabloyu yaptı. Burada sadece Van Gogh’un gözlerindeki ifade ile ilgileneceğiz. Satürn ise tam anlamıyla çıldırma düzeyine gelmiştir. İçindeki kötülük, ruhsal bunalım, iktidarı bırakmama korkusu onda hayvansı dürtüleri harekete geçirmişti. Van Gogh ise, bu dürtülerin dışında güçlü bir bunalım içindeydi. O da yaşadığı sara nöbeti ve terk edilme acısı ile kulağını kesmişti. Tabloda görüldüğü gibi, gözlerdeki umutsuzluk, acı ve dram hemen belli olmaktadır. Tam anlamıyla yaşamdan umudunu kesmiş birinin, septik (morbidite) morbilite semptomları gözlemlenmekteydi.
İNSANİ DEĞERLERİN YİTİRİLİŞİ
Tevrat bir olaylar bütünüdür ve anlatılan her şey farklı dönemlerde yeniden karşımıza çıkar. Tanrı’nın, Kızıldeniz’i yarmasıyla İbraniler kurtulmuş ve arkalarından gelen Paro ve askerleri boğulmuştu. Paro’nun düşünde gördüğü olay gerçekleşmişti. Paro’nun hırçınlığı, tedirginliği, acımasızlığı, deliliğe varan çılgınlığı ile Satürn’ün yaptığı eylem arasında ne fark vardı? Her ikisi de çocukları yiyen, öldürten, iktidarı için böylesine bir canavarlığı göze alacak kadar tüm değerlerden uzaktı…
Francisco De Goya - Çocuklarını yiten Satürn 1819-1923
Goya’nın tablosunda yarattığı karakter ile Paro arasında doğrudan bağlantılar vardır. Aynı konu bir başka ressamın tablosunda da karşımıza çıkar. Peter Paul Rubens’in 1636’da çizdiği tabloda, bir mit tanrısı kendi gücünü/iktidarını elde tutabilmek için, masum bir çocuğu öldüren bencil ve acımasız bir katildir. Bu tablo daha aydınlık, net ve anlaşılır düzeydedir. Söz konusu efsanenin geleneksel açıdan uyumlu bir tasvirini içerir. Her iki tablo arasında karşılaştırma yapacak olursak, Goya’nın resminde yamyamca bir vahşilik vardır. İnsanın tüylerini diken diken eden, midesini bulandıran, tiksinti veren bir görüntü söz konusudur. Sanki bir seri katilin, akıl hastalığına tutulmasıyla yaptığı kanlı bir eylemdir gördüğümüz. Tablodaki kan, parçalanmış beden, irileşmiş gözleriyle Satürn gerçekten rahatsız edicidir. Ancak, P. P. Rubens’in tablosu daha ürkütücüdür. Resimdeki tanrı, masum bir çocuğu yerken, tam kalbinden başlamıştır. Böylesine acımasız, gözü dönmüş, vahşileşmiş bir tanrı düşlerimizin ötesindedir. Bu resimdeki tanrı bencil, sadece kendini düşünen, yamyamlığa özenen, sıra dışı bir katili andırmaktadır. Ancak, burada tanrı delinmiş değildir.
Şimdi bu denli güçlü tanrı imgeleri, insani değerleri silip süpüren, âdeta hepsini yok eden, sadece kendini düşünen ve ne olduğu tam olarak anlaşılmayan bir tanrı anlayışı yaratmakta. Her iki tablo ve Paro’nun vahşiliği ile karşımıza çıkan, insana yakın ol(a)mayan bu tanrı anlayışı üzerine biraz daha düşünelim. Böylesine seçkin ve güçlü tanrıların yer aldığı bir sosyal düzen içinde, insanın kendini aynı konuma getirmesi kaçınılmazdır. O da tıpkı bir Tanrı gibi kendini üstün, ulaşılmaz, güçlü ve bencil olarak görecektir. Bunun sonu nereye varır? Richard Wagner’e uzanmaz mı? Onun müziğinde ırkçılık, Yahudi düşmanlığı, üstün insan temaları işlenmişti. Almanların ve yakın coğrafyanın, Hıristiyanlık öncesi destanlarını alabildiğinde abartarak bestelemişti. Alman ırkı (Cermenler) özeldir, seçilmiştir, her ırk onlara bağlanmalıdır. Bu görüş (!) Hitler’e ilham vermişti. Bu konuda Attila İlhan yıllar önce şunları söylemişti:
“Hitler’in (Nazilerin) Richard Wagner’e hayranlık sebebini bilir misiniz? 40’lı yıllarda, bilmem hangi gazetede okumuştum: Wagner’in opera konuları, hemen hepsi Cermenlerin Hıristiyanlık öncesi destanlarıdır.”
Toplumlarda histeri nöbetleri, cinayetler, soykırımlar, işkenceler tek bir nedene dayanır. Tanrı’dan uzaklaşma! İnsanın inancı, Tanrı sevgisi, dürüstlüğü ve başkalarına olan hoşgörüsü Tevrat’ın birçok bölümünde karşımıza çıkar. Tanrı’dan uzaklaşan kişiler, toplumlar vahşileşir, kendini kaybeder ve bu onları çocuk cinayetlerine kadar götürebilir. İşte bir tane daha:
Babil tanrısı Molek’e çocuk kurban edilirdi. ‘Ge-Hinnom – Cehennem Vadisi’ denilen (Kudüs’ün güney tarafı) bir bölgede, bu sözde tanrıya çocuklar verilirdi.
“Tanrı Musa’ya şöyle dedi: ‘İsrail halkına dedi ki, ‘İsraillilerden ya da aranızda yaşayan yabancılardan kim çocuklarından birini ilah Molek’e sunarsa, kesinlikle öldürülecek. Ülke halkı onu taşlayacak. Kim çocuğunu Molek’e sunarak tapınağımı kirletir, kutsal adıma leke sürerse, ona öfkeyle bakacağım. Onu halkımın arasından atacağım. (...) Kim cincilere, ruh çağıranlara danışır, bana ihanet ederse, ona öfkeyle bakacak, halkımın arasından atacağım. (Levililer 20: 1 -7)
Yazımızın başına dönelim, Paro’nun düşünde gördüğü ateş imgesel bir ‘dil’ yaratmıştı. Bu ‘dil’ alegorik bir anlatımla karşımıza gelmişti. Konuştuğumuz ‘dil’in dışında, öznel olmakla birlikte, ‘ben’ ve ‘ego-üst ben’ arasındaki çatışkı ile kendini gösteren, yaptırım gücü nedeniyle insanı kötülüğe yönelten bir ‘dil’dir sözünü ettiğimiz… Tanrı burada çok açık bir biçimde, “Büyücülere, cincilere gitmeyeceksin” diyor. Bunun anlamı şudur: Sana söylediğim emirleri yerine getir, başka ilah arama, nesline sahip çık! İşte imgesel anlatımla oluşan, öznel ve genel çatışkısı içinde, insanın karşıt kişiliğini ateşleyen, ondaki iyilik-kötülük duygularını çarpıştıran, bu anlamda kişiyi Tanrı yolundan ayıran bir bölümdür okuduğumuz. Paro tam anlamıyla bu imgesel ‘dil’ serüveninde, bize kötüyü ve sapkınlığı gösteriyor.
Tevrat, yaşamın bütününü kapsayan, içindeki her olayın her karakterin farklı dönemlerde karşımıza çıktığı ilahi bir kitaptır.