68. Cannes Film Festivali sona erdi. Jacques Audiard’ın ‘Dheepan’ı sürpriz şekilde Altın Palmiye galibi ilan edildi. Emmanuelle Bercot ile Vincent Lindon, en iyi kadın ve erkek oyuncu seçilince Fransa üç önemli ödülün sahibi oldu.
Cannes’da çok sayıda Türk gazeteci vardı. Ancak ödüllerin dağıtıldığı Kapanış Galasında sadece iki Türk vardı. Onlardan biri olarak, ödül dağıtımı sonrası, jüri üyelerinin ödül listesini yorumladıkları basın toplantısını ve akabindeki, kazanan sanatçıların gazetecilerin sorularını yanıtladıkları toplantıda yaşananları, ilk ağızdan anlatmak istiyorum. Ödüllü filmlerin eleştirileri ise gelecek haftaki yazıma kalacak.
Altın Palmiye ve en iyi iki oyuncu ödüllerini kazanan Fransız sanatçılar 68. festivalin galibinin ev sahibi Fransa olduğunu ilan ettiler. Yarışmadaki beş Fransız filminden üçünün ödül listesine girmesi şaşırtıcı bir başarı oldu.
Hiç kimsenin favori göstermediği, Jacques Audiard ‘Dheepan’ adlı eserinin sürpriz yaparak Altın Palmiye’ye ulaşacağı beklenmiyordu. Avrupa’daki yaygın işsizlik sorununa değinen, Stéphane Brizé’nin ‘Piyasanın Kanunu / La Loi du Marche’ filminde işsiz kalmanın acısını izleyiciye başarıyla aktaran Vincent Lindon, bu kompozisyonuyla en iyi aktör seçildi. 55 yaşındaki aktör, gözyaşları içinde yaptığı konuşmada, “Bu benim kariyerim boyunca aldığım tek ödül. Onu da Coen Kardeşlerin elinden almak, önemini arttırıyor” dedi.
‘Kadınların Yılı’ ilan edilen 68. festivalin iki kadın yönetmeninden biri olan Emmanuelle Bercot, başrolünü oynadığı Maïwenn’in ‘Kralım / Mon Roi’ adlı filmindeki performansıyla En İyi Aktris Ödülü’nü kazanması anlamlıydı. Zira yönetmeni olduğu ve festivalin açılışını yapan ‘Başını Dik Tut / La Tete Haute’ Fransız filmi enflasyonlu seçkide yarışma dışı bırakılma haksızlığına uğramıştı.
Benim için bu film 68. festivalin (‘Saul’un Oğlu’ ile birlikte) en iyi iki filminden biriydi ve yarışan beş Fransız filminden başarılıydı. Emmanuelle Bercot yaptığı teşekkür konuşmasında, ‘Carol’ filmindeki performansıyla En İyi Aktris Ödülü’nü Rooney Mara ile paylaşmasına şöyle bir yorum getirdi: “Cannes’da aldığım bu üçüncü ödül. Öncekiler gibi iki kişi arasında paylaşılan ödüllerden. Bana güvenen ve bu rolü bana teslim eden arkadaşım Maïwenn’e müteşekkirim. Çünkü Cannes’da aldığı ödül ve ticari başarısıyla ‘Polis’ sonrasında ünlü bir oyuncuyla çalışabilirdi. Rolü, 46 yaşındaki az tanınan bir oyuncuya, yani bana vermesi risk içeren bir cesaret göstergesiydi.”
Nemes ve Apalaçi
ÖZGÜN HOLOKOST FİLMİNE İKİ ÖDÜL
Kariyerinin ilk filmiyle Cannes’da yarışmaya seçilme başarısını gösteren genç Macar Yönetmen László Nemes’in ‘Saul’un Oğlu /Le Fils de Saul’ festivalin ikincilik ödülü sayılan Jüri Büyük Ödülü’nü kazandı.
Ailesinin bazı fertlerini temerküz kamplarında kaybeden Nemes, Auschwitz-Birkenau kampında oğlunun cesedi ile karşılaşan, ayak işlerini yapmaya zorlanan bir mahkumun, iki gün içinde yaşadıklarını anlatıyor.
Nemes’in bu ödülü almasından bir gün önce ‘Uluslararası Eleştirmenler Birliği’nin (FİPRESCİ) En İyi Film Ödülü’nü kazanması anlamlıydı. Eleştirmenler arasında, filmin özgün senaryosundan, yenilik getiren sinema dilinden, atmosfer yaratmasındaki başarısından etkilenmeyen yoktu. Aynı şeyleri Coen Kardeşleri başkanlığındaki jüri üyelerinin ağzından da dinledik: “Filmden çıktıktan sonra 10-15 dakika birbirimizle hiç konuşmadık. Filmdeki dramın anlatılma şeklinden çok etkilenmiştik.”
38 yaşındaki sanatçı ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada, kendi neslinden az kişinin film çekerken pelikül kullanabildiğini, kendisini peliküle çektiği için şanslı gördüğünü aktardı: “Pelikül ile film yapmayı, hazırlamakta olduğum ikinci filmimde sürdürmek istiyorum. Baştabana bu riskli proje için yatırım yapan yapımcılarıma, yaşadığı Amerika’dan gelip başrolü oynayan şair-yazar Geza Röhrig’e ve bana inanan herkese teşekkür ederim” dedi. ‘Saul’un Oğlu’ 68. festivalde iki ödül kazanan tek film oldu.
Ödülünü aldıktan sonra László Nemes, basın konferansında, “Karanlık bir dönemi anlatmayı amaçladım. Temerküz kamplarındaki dehşeti kurbanlarından birinin üzerinden anlatmak istedim. Değişik dillerden oluşan tutukluların çığlıklarından ve Gestapo’nun sert emirlerinden oluşan ses bandı ile yetinip, bazı şeyleri izleyicinin yorumuna bırakarak, göstermemeyi yeğledik. Filmin bütün dünyada dağıtılacağını öğrenince, değişik kültürlere hitap edeceğim için çok memnunum. Avrupa, Yahudilere yapılan soykırım hala hassas. Ülkem Macaristan’da çok insan temerküz kamplarına götürüldü. Aralarında hayatta kalanlara filmimle hitap etmek çok önemliydi. Klasik bir sinema diline başvurmayı hiç düşünmedik. Senaryoyu birlikte yazdığım Carla Roger ile yeni bir proje üzerinde çalışıyoruz.”
László Nemes ile FİPRESCİ Ödülü’nü aldığı gün festival sarayının Ambassadeur salonunda tanıştım. Yanındaki sarışın afet, ilk senaryosunu yazan Fransız Carla Roger idi.
EV SAHİBİ FRANSA’NIN BAŞARISI
Yarışmadaki 19 filmden beşi (dörtte biri) Fransız filmleriydi. Açılış ve Kapanış Galalarında iki Fransız filminin yarışma dışı gösterilmesi ile, bazı eleştirmenler organizasyon komitesini Cannes’ı uluslararası bir festival olmaktan uzaklaştırıp, ulusal bir etkinliğe dönüştürmesi yönünde eleştirdiler. Fransa’nın sık sık suçlandığı şovenizmin hortladığını söyleyenler de çıktı.
Neyse ki Coen Kardeşlerin başkanlığını yaptığı jüri, en önemli ödüllerin üçünü Fransız filmlere vererek, organizasyon komitesini temize çıkardılar.
“Şapkasız çıkmam abi!” Jacques Audiard, Altın Palmiye Ödülü’nü almak için sahneye, elinden hiç düşürmediği hasır şapkasıyla çıktı. Yaptığı açılış konuşmasında “Coen’lerin elinden altın Palmiye almak ödüllerin en büyüğü” dedi ve babası, yönetmen-senarist-yapımcı olan Michel Audiard’ı andı.
Basın konferansında yayındaki Sri Lankalı amatör iki başrol oyuncusunu göstererek, “Onlar olmasaydı, bu film olmazdı” dedi. Audiard’ın bu son derece etkileyici filmindeki başarısı, Sri Lankalı göçmenlerin sorunlarıyla ilgilenen bir film yapmaktan kaçınıp, merkezine ‘insan’ı alan bir film yapmasından geliyor.
Basın konferansında gazetecilerin sorularını yanıtlayan Audiard, “Göçmenlik elbette ki meşakkatli, zor bir şey. Yabancı bir yerde bulunmak, yeni bir hayat kurmak zor şeyler. Ben göçmenlerin biz batılılara bakış açısıyla daha çok ilgilendim” dedi.
“İtalya’da bu yıl artan göçmen sorunu senaryo yazılımını etkiledi mi?” sorusuna Audiard, “Ben senaryoyu 4-5 yıl önce yazmaya başladım. Göçmen sayısındaki patlama senaryomu etkilemedi. Ancak final bölümü ile bu soruna karşı umudumu koruduğumu anlatmak istedim” cevabını verdi.
Nitekim filmin en başarılı bölümü olan son yarım saatlik finalinde Dheepan, İngiltere’deki kuzininin yanına gitmeyi aklına koymuş (sözde) karısının arzusuna uyup Fransa’yı terk ediyor, İngiltere’ye göç ediyor. Yeni doğmuş bebek, Sri Lankalı ailenin gerçek bir aile haline geldiğinin kanıtıydı. Audiard’un umut yüklü bu yorumunun jüriyi etkilediğine, jüriyle ödül dağıtımdan sonra yapılan basın konferansında tanık oldum.
Audiard, filminin başrolü ünlü bir oyuncuya verip Amerikalı izleyicilerini etkilemek ucuzluğundan kaçındı. Filmin ilk üç rolünü kamera karşısına ilk kez geçen Sri Lankalı amatörler oynuyor.
JÜRİNİN RADİKAL KARARLARI
Jürinin radikal kararları, en iyi oyuncu ödüllerini favori gösterilen Cate Blanchett, Michael Caine gibi dev oyunculara değil, Emmanuelle Bercot, Rooney Mara ve Vincent Lindon gibi genç ve evvelce hiç ödül kazanamamış oyunculara vermesiydi.
Radikal kararlara devam edecek olursak jüri Senaryo Ödülü!nü 36 yaşındaki Meksikalı Michel Franko’ya (Cronic), Jüri Ödülü’nü ‘Köpek Dişi’ (2009) adlı filmiyle hayranlığımızı kazanan Yunanlı yönetmen Yorgos Lanthimos’un fütüristik masalı ‘İstakoz / The Lobster’ına verdi.
Cannes’da Altın Palmiye dahil birçok ödül kazanmış Nanni Moretti’yi, Oscar ödüllü Paolo Sorrentino’yu, yani iki dev İtalyan yönetmeni ödül listesinin dışında tutmak, jürinin radikal kararlarının davamı sayılabilir.
Uluslararası eleştirmenlerden oluşan, ‘Screen’ ve ‘Film Français’deki yıldız değerlendirmesine en yüksek ortalama sahibi Amerikan filmi ‘Carol’ festivalin mutlak favorisi gösteriliyordu. Abdellatif Kechiche’nin iki yol önce iki lezbiyenin aşkını anlatan ‘Mavi En Güzel Renktir / La Vie D’Adele’in aldığı Altın Palmiye’nin ardından aynı ödüle, Amerikalı olgun bir kadınla genç bir kızın ilişkisini anlatan ‘Carol’un layık görüleceğine mutlak gözüyle bakılıyordu. Ancak lezbiyenlerin saltanatı kısa sürdü. ‘Carol’ genç oyuncusu Rooney Mara’nın ödülüyle yetinmek zorunda kaldı.
Cannes’da evvele ‘Kukla Ustası / Le Maitre de Marionette’ ile 1993’te Jüri Ödülü, ‘Acılar Kenti / La Cite des Douleurs’ ile Venedik’te Altın Aslan (1989) kazanan deneyimli Tayvanlı yönetmen Hou Hsido Hsien’in bu yıl Cannes’da en iyi yönetmen seçilmesine kimsenin itirazı olamazdı. 9. yüzyılda hüküm süren Tang Hanedanı döneminde geçen konusuyla ‘Katil / The Assassin’de Hou Hsido Hsien, bir harp sanatları filmine imza attı. Filmde adalet sağlayan bir suikastçı, kiralık katil bir kadın, bu kez aşık olduğu bir adamı öldürmeye zorlanıyor.
Müthiş görselliğiyle festival izleyicilerini büyüleyen ‘Katil’in 68 yaşındaki yönetmeni Hsien, ödülü elinde geldiği basın toplantısında mütevazi haliyle takdir topladı. Hsien, yapımı uzun yıllara dayanan filminin finansman olarak zor bir proje olduğunu söyledi.