Almanların Ortadoğu’ya olan bakışları, bir dünya devleti olmak amacı ile bu coğrafya üzerinden geliştirdikleri modeller etkilerini 20. yüzyılın neredeyse sonlarına dek sürdürmüş, ancak Soğuk Savaşın bitmesi ve kartların yeniden dağıtılması ile eriyip gitmiştir. Almanların bu bölge için geliştirdikleri stratejiyi kısaca, İslam toplumlarını düşmanları aleyhine çevirmek, bu topraklarda devrim niteliğinde değişiklikleri özendirecek çalışmalar yapmak olarak özetlemek mümkün
Ortadoğu’da yaşanan Yahudi – Arap çekişmelerini yönlendiren önemli unsurlardan biri İngiliz dışişleri politikalarıdır şüphesiz. Ancak madalyonun bir de diğer yüzü vardır. Almanların bölgeye olan bakışları, bir dünya devleti olmak amacı ile bu coğrafya üzerinden geliştirdikleri modeller etkilerini 20. yüzyılın neredeyse sonlarına dek sürdürmüş, ancak Soğuk Savaşın bitmesi ve kartların yeniden dağıtılması ile eriyip gitmiştir.
Almanların Ortadoğu - belki de buna Yakındoğu demek gerekir – için geliştirdikleri stratejiyi kısaca, İslam toplumlarını düşmanları aleyhine çevirmek, bu topraklarda devrim niteliğinde değişiklikleri özendirecek çalışmalar yapmak olarak özetlemek mümkün.
Alman birliğinin kurucusu Bismark’ın kendileri için biçtiği model, ekonomi yolu ile bölgeyi kontrol altında tutmak, böylece bölge halkları için vazgeçilmez bir partner olmaktır. ‘Korunması gereken barış ortamının Alman çıkarları ile örtüştüğü ve onların gelişmesi için sağlıklı bir zemin yarattığı’ fikri bu politikanın belkemiğini oluşturur.
Ancak II. Wilhelm’in imparator olması ve Bismark’in görevden uzaklaştırılması ile daha agresif bir dış politika oluşmaya başlar. Bu tarihten itibaren Almanya yalnızca Ortadoğu’da değil dünyanın her köşesinde kendisine nefret odakları yaratma arayışına girer. Osmanlı’ya yanaşma ve II. Wilhelm’in Padişah II. Abdülhamit ile sıkı ilişkiler içine girmesini bu açıdan da değerlendirmek gerekir. İmparatorun Ortadoğu eksperi Max Von Oppenheim’in yüzyıl dönümünden biraz önce ortaya attığı ve Nasyonal Sosyalizm’in de dış siyasetinin esaslarını oluşturacak yaklaşımın kaynağı budur.
Padişah II. Abdülhamit İslam âleminin halifesi kimliği ile Almanları cezbeden bir güce sahiptir. Doğru zamanda yapacağı bir cihat çağrısı ile değişik coğrafyalarda bulunan, Arap, Türk, Kürt, Farsi, milyonlarca Müslüman’ı, sahipleri İngilizlerin, Fransızların ve hatta Rusların aleyhine mobilize edebilecek konumdadır.
II. Wilhelm’den İslam’a siyaseten destek
Von Oppenheim, 1898’de, II. Wilhelm’e, gerçekleştireceği Ortadoğu ziyareti öncesinde, görüşmelerinde İslam’ı siyaseten desteklemesini önerir. Bu yaklaşım hem Padişah’a hak ettiği ancak Avrupalıların uzun zamandır göstermedikleri önemi verecek, onun güvenini sağlayacaktır, hem de Müslüman dünyasına açık ve net bir mesaj verecektir: Almanların dostları olduğunu ve düşmanlarına karşı kendilerini her zaman desteklemeye hazır olduklarını ortaya koyacaktır. Almanya’nın o ana dek İslam topraklarında sömürge sahibi olmaması, Avrupa’da, neredeyse her alanda İngiltere ve Fransa ile hasım olması, bu modele destek sağlayan argümanlardır.
İşte bu gezidedir ki, Theodor Herzl, Mikveh Yisrael’in girişinde II. Wilhelm’in karşısına çıkar ve kendisinden Yahudi halkının toprak talebi için Padişah II. Abdülhamit nezdinde yardım talep eder. Ancak böylesi bir arka planın çerçevesi içinde Herzl’in arzuladığı yanıtı alması tam bir hayaldi... Elbette kendisi II. Wilhelm’in bölgesel beklentilerini bilemez, Almanların giriştikleri ihtiraslı oyunun içinde Yahudilere yer olmadığını tahmin edemezdi.
Benzer bölgesel talepler Ermeniler tarafından da ulaştırılmıştı Almanlara. Ermeniler bazı beklentilerinin Osmanlı – Alman diyalogları çerçevesinde sonuca bağlanabileceğini düşünmüşler ve II. Wilhelm’den yardım talep etmişlerdi. Ancak Almanya’nın Ortadoğu’da güçlü ittifaklara ihtiyacı vardı. Ne Ermeniler ne de Yahudiler Berlin’e böylesi bir kapı açıyordu. Bu talepler Almanya’ya ne kadar önemli olduğunu kanıtlasa da, onu heyecanlandırmaktan uzaktı. Dolayısı ile bir yerde – belli belirsiz de olsa – Yahudiler, kendilerini İngilizlerin, Ermeniler de Rusların kucağına itilmiş hissedecekler, bu, birinci savaşın başlaması ile daha kesin çizgilerle ortaya çıkacak bir durumu oluşturacaktı.
Elbette Osmanlılar Almanlar nezdinde Padişah’ın gücünü olduğundan fazla göstermişler, onun şüpheciliğini ve hiçbir batılı ülkeye güvenmeme durumunu saklamışlardı. Elbette Almanlar II. Wilhelm’in hesabi bir İslam sempatizanı olduğunu söylememişlerdi. ‘Hacı Wilhelm’ İslam âleminin banisi olarak algılanmalıydı. Tarafların bu samimiyetsizliğe ihtiyaçları vardı ve böylesi karşılıklı bir algı Osmanlı – Alman ilişkilerinde belirleyici olacaktı. Geliştirilen Berlin – Bağdat demiryolu projesini veya Osmanlı ordusunun Almanlar tarafından modernize edilmesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Osmanlı-Alman ekonomik işbirliği
Yüzyıl başında, German – Orient Bank’ın Berlin’de kurulması, Deutsche Bank’ın İstanbul’da şube açması ve birçok Alman firmanın Osmanlı ile işbirliğine gitmesi ise olayın ekonomik ayağını oluşturur. Sağlanan olanaklar borç batağına saplanmış Osmanlı maliyesine biraz nefes aldırmaya adaydır.
Gelin görün ki, II. Wilhelm’in dostu Padişah II. Abdülhamit 1908’de tahttan indirilir ve İkinci Meşrutiyet kurulur. Ancak bu değişiklik Osmanlı – Alman ilişkilerinde bir olumsuzluk yaratmaz. II. Wilhelm ile II. Abdülhamit arasında oluştuğu ifade edilen dostluk buna engel olmaz. Beklentiler hep aynıdır. Zaten yönetimi ele alan İttihat ve Terakki Partisinin etkin ismi Enver Paşa da sıkı Alman dostudur. Zaman içinde Osmanlı Devletini iyiden iyiye Berlin’in yörüngesine oturtur. Orduyu Alman subaylara teslim eder. Aralık 1913’te General Liman von Sanders yanında 40 subay olduğu halde İstanbul’a gelir ve Osmanlı Ordusunun Genel Müfettişi ilan edilir. Enver Paşa Almanlara istedikleri ‘hilafet desteğini’ sağlamayı devam ettireceğini belli etmiştir, Almanlar da Enver Paşa’ya istediği gücü vermişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı’nın arka planı bu şekilde kurulur. Bu süreçte Almanların Osmanlılardan sakladıkları gizli bir ajandaları olduğu yadsınamaz. Osmanlı Devletinin temelleri üzerinde sallandığı ve çökmesinin an meselesi olduğu çoktandır konuşulan bir gerçektir. Böylesi bir çöküş anında Almanya’nın, bir dost olarak, Osmanlı’nın yanında olması kendisine son derece kıymetli avantajlar sağlayacaktır. Mirasın değerlendirilmesi sürecinde söyleneceklerde söz sahibi olmanın gereği budur.
Avrupa kaynaklı cihad planı
Almanya ile Osmanlı Devletinin mutabık kaldığı ittifak, Almanya ile İslam’ın işbirliği ile esasen Avrupa kaynaklı bir cihadın monte edilmesini ve bunun Avrupalı ve Hıristiyan diğer uluslara satılmasını öngörüyordu. Popüler Alman ideolojisine göre “Kültür ve din, devlet ve kilise, ulus ve cemaat İslam âlemi için hep aynı şeydir…” Bu bağlamda ittifaktan beklenen Alman komutanların yönettiği Osmanlı ordusunun Hindistan’a dek ilerlemesiydi. Bu askeri anlamda çok geniş bir harekât demekti. Bu aşamada cihat çağrısının yerel birçok milis kuvveti harekete geçireceği hesaplanıyordu.
Birinci amaç Mısır’ın Britanya’dan koparılmasıydı. Bu Hindistan ve Afganistan’da ciddi yankılar bulacaktı. Almanlar düşman ordularında silah altında olan Müslüman askerlere cihat gücü ve rüşvetle yaklaşacak, onları satın alacak ve ordularından kopup kendi taraflarına geçmelerini sağlayacaktı. Bir adım öte, Süveyş Kanalı, su kaynakları, petrol boru hatları sabote edilecekti. Savaş Britanya’ya karşı İran’da, Basra Körfezinde, Hindistan’da ve Afganistan’da; Fransa’ya karşı Kuzey Afrika’da; Rusya’ya karşı da Kafkaslarda ve Orta Asya’da başlatılacaktı.
Planda düşman olarak ilan edilenler yalnızca İngilizler, Fransızlar ve Ruslar değildi. Onlarla işbirliği içinde oldukları görünen bazı Hıristiyan gruplarla – bu arada Ermeniler de - Yahudiler de düşman olarak ilan edilmişlerdi. Bu anlamda, Almanya’nın hedefinde sivillerin de olduğuna hüküm getirmek olasıdır. Dolayısı ile 1915’te yaşanan olayların Almanların bilgisi dışında olması mümkün değildir, demek çok da abartılı olmasa gerek.
Kasım 1914’de Padişah Mehmet Reşad cihat çağrısını yapar. Fetva Türkçe, Arapça, Farsça ve Urduca yayınlanır. Çağrı, Osmanlı’yı ve onun bağrında huzur bulan ümmeti kurtarma çağrısıdır. Savaş Nazırı Enver Paşa da bu çağrıya destek verir: “Düşmanlar İslam dünyasına saldırmışlar ve onu büyük ölçüde ele geçirmişlerdir. Müslümanlar tutsak edilmişlerdir. İngiltere, Fransa ve Rusya ile bunların müttefiklerinin gemileri, hilafetin merkezi İstanbul’u hedef almışlardır. İslam’ın ışığını söndürmek için işbirliği içine girmişlerdir. Dolayısı ile bu ülkelerde yaşayan Müslümanların cihada uymaları ve bu savaşa katılmaları gerekmektedir. Cihada katılmayanlar büyük günah işleyecekler ve ebedi güç tarafından cezalandırılacakladır. Tüm Müslümanlar, sağlıklı veya değil, genç ya da yaşlı cihada çağrılmaktadır…”
Ancak Osmanlı’nın daralan çevresi dışında, Alman kurgulu bu cihat çağrısı çok rağbet görmez. Irak ve İran’ın önemli bir kısmını oluşturan Şiiler bu fetvayı yok sayarlar. Uzun yüzyıllar boyu devamlı savaştıkları bir güç noktasını bu konuda muhatap kabul etmek onların onay verecekleri bir durum değildir. Çağrı, Sünni Müslümanlar arasında da çok yankı uyandırmaz. Özellikle Arap milliyetçiler arasında fetva hiç hoş karşılanmaz. Arap kökenli birinin halife olmaması onların kabul edebilecekleri bir durum değildir. Yüzyıllardır Osmanlı egemenliği altında yaşayan Arapların böylesi bir cihat çağrısına yanaşmalarını, onların Padişah’ın arkasından sonunun ne olacağını kestiremedikleri bir sürece gömülmeleri beklemek ham hayal olurdu.
Almanların İslam’ı kendi amaçları için seferber etmeleri politikası, Von Oppenheim’ın önerdiği metot, II. Wilhelm ile başlayan ve Hitler’le doruk noktasına ulaşan uzun bir zincirleme reaksiyon oluşturur. 20. yüzyılın ilk yarısında yaşananları elbetteki salt buna bağlamak olası değil. Ancak olanları anlamaya, bunların günümüze yansımalarını irdelemeye çalışırken, bazı ilginç noktaları es geçmemek gerekir.