‘Hamili Kart yakınımdır’ bu toprakların acımasız gerçeğidir. Ne kadar başarılı, ne kadar akıllı, ne kadar ‘derin’ olursanız olun; torpiliniz ‘hiç’ olursunuz. Hem kişisel tarihimiz hem de ülke tarihimiz bu konuda sayısız örnekle doludur.
Dr. Elif Uluğ
Dünyayı, evreni öğrenmeye hevesli gençlerin gittikleri okula, ‘kimileri’ ne derse desin hâlâ ‘üniversite’ deniyor. Belli bir alanda uzmanlaşmak, seçtiği bilim alanının inceliklerine erişmek istiyor genç insanlar, modern dünyaya bir yerinden tutunabilmek için. Buna erişmelerinin yolunun son derece uzun, zorlu, acı çektirici olduğunu biliyoruz da, bu kurumların bugünlere nasıl geldikleri; nasıl bir işleyişe sahip oldukları gibi pek çok konuda ilgisiziz.
Aslında pek çoğumuz belki günlük yaşamda yanlarından geçip gidiyoruz eski adıyla ‘medrese’ olan bu binaların. Medreseler, Osmanlı’da yükseköğrenim kurumlarının adı ve içlerinde çalışan hocalaraysa ‘müderris’ deniyordu. Aslında şimdiki gibi Boğaziçi Üniversitesinin ya da Türkiye’deki herhangi bir üniversitenin adı kadar içinde ders veren hocalarıyla anılan kurumlardı, bir zamanlar. Peki, ne oldu da bu iyi hocalar zayi oldu ve medrese sistemi tamamıyla çöktü de kaldırılmak zorunda kalındı?
Israrla tekrarlıyorum: “Dün diye bir şey yok, aslında her şey bugün.” Tıpkı Tanpınar’ın ‘Ne İçindeyim Zamanın’ şiirindeki gibi, “Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında.” Osmanlı’nın meşhur medreseleri oralarda ders veren hocalarıyla anılırdı. Medresenin adından çok ders veren müderrislerin yetkinliği, derinliği okullara anlam katardı. Ama bu okulların hocalarının atanmasında bu coğrafyanın hemen her yerinde karşımıza çıkan şu torpil ‘kurumu’ ki maalesef Türkiye’de artık kurumsallaşmış bir yapı olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum; orada da defalarca devreye girmiştir. ‘Hamili Kart yakınımdır’ bu toprakların acımasız gerçeğidir. Ne kadar başarılı, ne kadar akıllı, ne kadar ‘derin’ olursanız olun; torpiliniz yoksa ‘hiç’ olursunuz. Hem kişisel tarihlerimiz, hem de ülke tarihimiz sayısız örnekle doludur.
Torpillenen kişi bir yerlere onu torpilleyen tarafından oturtulur ve kendisinden beklenmeyecek kıvraklıkta hamlelerle torpilcisi tarafından yönetilir. 16. yüzyıl ortalarında Anadolu kazaskeri Sinan Efendi; defterdar, sadrazam, yeniçeri ağası gibilerinin baskıları nedeniyle bazı müderrislerin atanmasını sağladığını kabullenmiştir. II. Bayezid, yetersiz bir müderrisin tayininde ısrarcı olmaktan kaçınmamış; benzer bir niyeti olan III. Mustafa ise dönemin Şeyhülislam’ını karşısında bulmuştur. Coğrafyanın bir başka hastalığı olan mesleklerin babadan oğula geçişinin sıradan, olağan kabullenilişi, müderrislik mesleğinde de karşımıza çıkar. Aslında birçok zorlu sınavdan geçerek müderris olabilen Osmanlı gençlerinin karşılarında büyük ulema ailelerinden gelen; hiçbir sınav sistemine girmeden bu sınıfa geçmek isteyen başka bir ayrıcalıklı zümre durur: ‘Beşik ulemaları.’
Eğitimdeki kadroların ‘hamili kart sahiplerine’ açılmasından başka bir sorun da, bu eğitim kurumlarının modern dünyaya uygun hareket edememeleridir. Nitelikleri değil sahip oldukları güç sayesinde müderris olanlar, bir araya geldiklerinde ayrı bir güç odağı oluşturmaktadırlar, ancak bu sınıfın gücü arttıkça medresenin de niteliksiz adamlarla dolmaktan dolayı toplumda uyandırdığı saygı da azalmaktadır. Neden?
Carter Findley, Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform adlı eserinde bu olayın sadece geleneksel dini eğitimin çökmesinden kaynaklanmadığını öne sürer: “Bu, ayrıca geleneksel dini eğitim almış kişilerin imparatorluğun yüz yüze kaldığı problemleri etkili olarak kavrama ve bunlar üzerinde görüş beyan etmedeki yetersizliğinden kaynaklanıyordu.” Gerçekten de birçok yetenekli ve zeki gencin bu okullara hiç girmemesi de modern eğitim kurumlarına doğru beyin göçünü hızlandıran bir etmen haline gelmiştir.
Sistem Osmanlı’nın sonlarına doğru zaten çözülür. Artık devrinin bilgisine erişemeyen, çağının gerisinde kalan medreseler kendi çözülüşünü hazırlayacak bir evreye girer ve kendi kendini tasfiye eder. Yani mesele basit bir şekilde “Birileri geldi, kültürümüze karşı çıktı, medreseleri kapattı” değildir, zaten ilk modern okulları açan da bizzat kendilerinin pek sevdiği II. Abdülhamit’tir. Medreseler gerek modern çağın ihtiyaçlarını karşılayamayacak köhnemiş eğitim sistemleri, gerekse birinin bir şeysi kontenjanından giren sözüm ona müderrisleri yüzünden içten çürümüştü.
Yıkılan işte bu yapıydı ve bugününün üniversiteleri modern dünyanın sorunları üzerine düşünüp çözüm üretebilecek insanları yetiştirmek için varlar. Ne yazık ki tarihten ders alınmıyor, rektörleri akademisyenler değil, Yükseköğretim Kanunu sağ olsun Cumhurbaşkanı seçiyor, öğretim elemanı alım ilanlarında kimin atanacağı belli olacak kadar ayrıntı veriliyor, üniversiteler sadece belli bir siyasi görüşün propagandasını yapmak üzere yönetiliyor. Ondan sonrası belli, ülkemiz bir 17-25 Aralık gazisi Bakan’ın da söylediği gibi, “ara eleman ülkesi” oluyor, özgür düşünce olmayınca başkasının projesini çizdiği otomobilin parçalarını montajlayan güzel bir ekonomimiz oluyor ve bilimsiz üniversitelerimiz!