Sevgili okuyucularım, bu hafta sizlere kibir ve gururun ne kadar kötü ve budalaca bir davranış olduğunu bizlere yeniden hatırlatan bir hikâye anlatacağım. Gururlu Kral Hagag, bakalım ulaşılmaz kibrinin sonucunda hangi belaların kucağına düşmüş?
Gururlu Kral Hagag, bir gün tahtına kurulmuş oturuyordu. Kohen Gadol yanında duruyor ve her gün yaptığı gibi, Kutsal Kitap’tan bir bölüm okuyordu. O sırada yüksek sesle:
“Zenginlik sürekli değildir. O vakit taç ve saltanat gelecek nesillere kalacak mı?”diye okurken Kral Hagag:
“Bu sözleri kim yazdı?” diye öfkeyle sordu. Kohen Gadol:
“Bu satırlar Kutsal Kitap’ta yazıyor” dedi. Hagag sinir içinde bağırdı:
“Kitabı bana ver”. Kohen elleri titreyerek kitabı krala uzattı. Kral ısrarla aynı satırları tekrar tekrar okudu ve kaşlarını çattı. Elini kaldırdı ve bu satırların yazılı olduğu sayfayı kopartarak buruşturdu ve yere fırlattı:
“Ben Kral Hagag’ım. Böyle şeyler beni çok gücendiriyor. O yüzden bunları yok sayıp, yırtıp atmak gerekiyor!” diye bağırdı. Elindeki Kutsal Kitabı da karşıya fırlattı. Kohen Gadol ve saray erkânı onu korku ve üzüntüyle izliyorlardı. Kral ayağa kalkarak:
“Bu gün yeterince dinledim. Çoktandır ava çıkmıyorum. Söyleyin hemen atımı hazırlasınlar” diye emretti. Gizlice ve mağrur bir biçimde, korkudan titreyen Kohen’i göz ucuyla ve alayla izliyordu. Ava giden kral atını ormanlara doğru sürerken karşısında iri boynuzlu, bir erkek geyik belirdi. Avcılar borularını öttürdüler ve geyiği izlemeye başladılar. Kral kafilenin başında, atını dörtnala sürüyordu. Ama geyik inanılmaz bir hızla kaçıp gözden kaybolmuştu. Avcılardan bir tanesi nehrin karşı yakasında, boynuzlarından bir ağacın dallarına takılı kalan geyiği fark etti. Kral zafer çığlıkları atarak soyundu ve içlikleri ile eline sadece kılıcını alarak nehre atladı. Karşı kıyıya doğru hızla yüzmeye başladı. Çok keyifliydi:
“Şimdi elime geçtin işte” diye seviniyordu. Tam karşı kıyıya varıp, ayağını yere basmıştı ki, geyik bir şekilde boynuzlarını dallardan kurtarıp çalılıkların ardına gizlendi. Kral elinde kılıcıyla etrafına bakınıyor, fakat onu göremiyordu. Çalılıkların orada bir kıpırtılar görünce oraya doğru seğirtti. Oraya vardığında yerde oturan, geyik postuna bürünmüş bir delikanlı gördü. Çocuk uzun yol koşusu yapmış gibi nefes nefeseydi. Kral önünde durduğunda kalkıp, yere doğru eğilip selam verdi:
“Ben deminki geyiğim, ama aslında bir cinim “dedi. Sonra devam etti:
“Bir geyik şekline girerek sizi buraya çekmek istedim. Mağrur kral hazretleri, bu sabah sarayda yaptığınız büyük yanlışlarınızın sonucu olarak şu anda burada duruyoruz” dedi. Kral Hagag o kadar korkmuştu ki, gerisin geriye kaçarak koşmaya başladı. Cin bir anda nehre ulaştı, karşıya geçti. Kralın giysi ve pelerinini kuşandı, onun atına atladı ve ormanda onu bekleyen diğer avcıların yanına vardı. Cin:
“Haydi, geri dönelim. Geyik gözden kayboldu. Vakit kaybetmeye gerek yok” dedi. Avcılar onu Kral Hagag sanmışlardı. Oysa gerçek Kral Hagag, nehrin karşı yakasında, çalılıkların arasında durarak bu manzarayı acıyla izliyordu. Aniden yanına bir oduncu yaklaştı. Krala;
“Burada ne yapıyorsun böyle?”diye sordu. Kral yerinden doğruldu, oduncuya bakarak:
“Ben Kral Hagag’ım “dedi. Adam alayla,
“Aptalca konuşan bir budalasın, üstelik de tembelsin. Hadi kalk, şu odunlarla, dalları taşımama yardım et. Karşılığında sana yemek ve temiz bir esvap veririm” dedi. Kral itiraz edecek olduysa da, oduncu önce güldü, sonra sabrı tükendi ve onu tekmeledi. Ardından onu yerden kaldırdı ve eline odunları tutuşturdu. Birlikte yola koyuldular.
Kral Hagag o gece geç saatte, oduncunun ona verdiği eski püskü giysiler içinde, karnı yine aç bir şekilde şehre geldi, saraya vardığında kapıdaki nöbetçilere yaklaştı:
“Ben Kral Hagag’ım” dedi. Adamlar onu kabaca iterek oradan uzaklaşmasını istediler. Hagag bütün gece boyunca şehrin sokaklarını arşınladı. Perişan bir vaziyette bir duvarın önünde çömelerek oturdu. Mağrur kral hazretleri, ona acıyan yoksul bir kadının merhametiyle, ona verdiği süt ve ekmekle açlığını bastırdı. Bir köşede durup ne yapacağını kara kara düşünürken, yanından geçen çocuklardan biri ona sataştı. Başka biri de önüne birkaç kuruş sadaka bıraktı.
Ertesi gün yine bir köşede çömelmiş otururken, kendi atına binmiş olan sahte Kral Cin’i gördü. Tüm şehir halkı onun önünde eğiliyor, ‘yaşasın kralımız’ diye tezahürat yapıyorlardı. Hagag acı gözyaşları dökerek:
“Vahlar olsun bana, ne hallere düştüm. Bunların hepsi başıma, Kutsal Kitaba ettiğim hakaretlerden, işlediğim bu büyük günahtan dolayı geldi”diyerek, pişmanlıkla hıçkırıklara boğuldu.
Artık tekrar saraya gidip, hak iddia etmenin beyhude olduğunu kavramıştı. Şehri terk etti, ormana daldı. Orada bulduğu günlük işlerde çalışıp, kazandığı birkaç kuruşla karnını doyurmaya çalışıyordu. Aslında çalışmaya alışık değildi ama açlıktan ölmemek için buna mecburdu. Sersefil bir vaziyette etrafta dolanırken, bir gün yolu kör bir dilenci grubu ile çakıştı. Metruk ve terk edilmiş yerlerde yaşayan bu kimselere, gören gözleriyle rehberlik etmeye karar verdi. Üstlendiği bu görev kendini iyi hissetmesine neden olmuştu.
Bu biçimde aylar ayları kovalarken, kralın yayınladığı bir ferman her yerde, tellallar tarafından ilan edilmeye başlandı:
“Duyduk duymadık demeyin, merhametli ve iyi yürekli kralımız Hagag, ülkesindeki dilenciler için bir festival tertip edecektir. Tüm dilenciler kralın davetlisidir”. Bu haberi duyan tüm dilenciler şehre akın etmeye başladılar. Sarayın kapısında düzenli bir sıra oluşturup beklerken, kralın cömertliğinden faydalanacaklarını ümit ediyorlardı. Hagag da kendi kör dilenci grubu ile birlikte sarayın avlusunda durmuş, kralın dışarı çıkmasını bekliyordu. Aslında orayı çok iyi bilen bir kişi olarak, başını üzüntüyle önüne eğmiş, derin düşüncelere dalmıştı.
Saray teşrifatçısı merdivenlerde belirdi ve:
“Bu gün sizin bayramınız olduğu için, kral hepinizle görüşmek istiyor” dedi. Bütün dilenciler teker teker içeri girip tahtında oturan kralın önünden geçmeye başladılar. Sıra Hagag’a geldiği zaman, o kadar titremeye başladı ki, nöbetçiler ona yardım etmek zorunda kaldılar.
Tahtta oturan Cin ve Hagag uzun uzun bakıştılar. Cin ona bakarak:
“Sen gerçekten dilenci mi oldun?” diye sordu. Hagag başını öne eğerek:
“Hayır, sevgili kralım, ben çok ağır bir suç işledim, o yüzden şimdi cezamı çekiyorum. Kör olan bir dilenci topluluğuna yollarında rehberlik ediyorum. Böylece hayatlarını kolaylaştırmaya çalışıyorum” dedi. Cin etrafındaki saray görevlilerine onları yalnız bırakmalarını emretti. Başbaşa kaldıkları vakit cin:
“Hagag, her şeyin farkındayım. Sen çok pişmansın ve tövbe ettin. Şimdi olman gereken yere dönmeyi hak ettin” dedi. Hagag heyecanla atıldı:
“Merhametli kralım, ben artık bilgeliği ve alçakgönüllü olmayı öğrendim. Bu taht bana göre değil. Kör dilencilerin bana daha fazla ihtiyaçları var. Beni bırakın da onlara hizmet vermeye devam edeyim” dedi. Cin:
“Bunu yapamam. Senin yeteri kadar pişman olduğunu ve nedamet getirdiğini görüyorum. Bu dersten sonra benim görevim bitti. Merak etme kör dilenciler ile ben ilgileneceğim” diye söz verdi.
Cin ayağa kalktı, üzerindeki giysileri çıkararak Hagag’a giydirdi. Onun dilenci kıyafetini ise kendisi giyindi. Saray erkânı taht salonuna girdiği zaman değişikliğin farkına bile varmadı.
Hagag saltanatına döndükten sonra, ülkesini son derece bilgece ve alçakgönüllü bir biçimde yönetti. Ülkesinin bütün insanları, kibarlığı ve sempatik davranışlarından ötürü ona gönülden bağlılık gösterdiler.
Notlar: Okuduğunuz hikâye, Kral Şelomo’nun, Şeytanlar Kralı Aşmoday ile başından geçen ve Şelomo’nun dilenci olması ile sonuçlanan öyküsüyle benzerlikler taşımaktadır.
Bu hikâyeden çıkarılacak ders ise: Hiç kimsenin kendini sonsuz zannetmemesi ve alçak gönüllü bir kişi olarak, Tanrı yolundan ayrılmaması gerektiğidir.