Mimarlık fotoğrafçılığı iki öncü isimle dünyaya yayıldı. Ezra Stoller ve Julius Shulmann sayesinde, mimarlar ve yapıtları salt bulundukları coğrafyada kalmayıp tüm dünyaya tanıtıldılar
Estetiğin alanına girmek sanatın alanına girmektir; sanatın alanına girmek de güzelliği aramakla eş anlamlıdır. Estetik sanattaki güzelle ilgilenir. Sanat, günlük yaşamımızla bir arada barınan ve doğanın insana, insanın doğaya kattıklarıyla oluşturduğu nesnelerin güzelliğini yeniden yaratır.
Fotografçı Henri Cartier Bresson, ‘güzeli yaratmak’ için şöyle der:
“Güzeli farklı sanat dallarında değişik görünümler altında buluruz. Her sanat dalı güzeli kendine göre, kendi olanaklarına, kendi yöntemlerine, kendi teknik olasılıklarına göre belirlemekte ya da biçimlemektedir. Her sanat güzeli oluşturulurken farklı biçimler kullanır, kimi tahtayı yontar, kimi boyaları karıştırır, kimi sözlerle, sözcüklerle oynar, kimi özenilesi yapılar yapar, doğayla onları birleştirir.”
İnsan da doğanın bir parçası olmasından dolayı güz eli arayıp onu yaşamına katmak için çaba gösterir. Bu sanatın her dalı için geçerlidir. Plastik sanatlar başta doğayı taklit ederken sonraları nesneleri yeniden yaratma serüvenine giriştiler. Edebiyatçılar, şairler müzisyenler, kendi alanlarında kalmayıp sözü müziği dansı bir arada yorumlayıp farklı disiplinlerde güzelin peşinde koştular. Mimarlar özgün yapılar yapıp, doğayı insanla birlikte biçimlemeye çabalarken hem gereksinimlerin hem estetiğin sınırlarını güzellikleri arayarak aştılar.
Mimarlık da, diğer sanatlar gibidir ve estetiğin fonksiyonlukla birleşmesi sonucu güzeli bulur.
Bunu belgelemek de, günümüz teknolojik olanaklarını sonuna dek kullanan fotoğraf için vazgeçilmez bir kaynaktır. Bunu açıklamak için biraz ‘Mimarlık Fotoğrafçılığının Yolculuğu’na değinmek istedim.
Hepimiz seyahat ediyoruz; yeni ülkelere, hiç tanımadığımız coğrafyalara, kültürlere doğru yola çıkıyoruz.
Gittiğimiz, gezdiğimiz yerleri belgelemek ve edindiklerimizi paylaşmak adına bol bol fotoğraf çekiyoruz. En çok da yapıları, yapıların estetik görselliğini belgelemek istiyoruz.
Bugün Paris’e gidip Eyfel Kulesini, Notre Dame’ı, Londra’ya gidip saat kulesini, Berlin’e gidip Sony Center’ı, Barselona’ya gidip Gaudi’nin Sagrada Familya’sını çekmeyen var mı?
Görselliğin onlarca satırın yerine geçtiği günümüzde, bir fotoğraf bize birçok şey anlattığı gibi bizi de içine alır.
Ezra Stoller yaşadığı dönemin en ünlü mimari fotoğraf sanatçılarından biriydi.
O yapıtlarını, yapıların mimarları gibi hassasiyetle ele alıyor, çektiği fotoğraflarla mekânını, malzemesini, detaylarını atmosferini en ince ayrıntısına kadar sunabiliyordu.
Fotoğrafın icadından itibaren en ilgi çekici konulardan biri hep mimarlık olagelmiştir.19. yüzyılın sonlarından beri hızla gelişim gösteren fotoğraf teknolojisi bugün dijital teknolojiyle zirveye yükseldi. Özellikle ilk dönemlerinde uzun pozlama mecburiyeti yüzünden binalar, sokaklar, köprüler, kısaca kımıldamayan ne varsa objektiflerin en elverişli hedefiydi.
Geçtiğimiz aylarda Bahçeşehir Üniversitesi Fotoğraf ve Video Programında ‘Yerçekim Olarak Mimarlık Fotoğrafçılığı’ konularında bir seminer düzenlendi. Seminer bu konunun en etkili ve yaratıcı kişisi üzerine görsel bir şölendi. Fotoğrafı kent ölçeğinde kullanan ender sanatçılardan biriydi Ezra Stoller. 1950’li yıllarda Modernizmin öncü şehirlerinden biri olan Chicago bölgesi fotoğraflarıyla sesini duyurdu. Ezra aynı bölgede birçok yapısı bulunan Mimar Eero Saarinen’in ünlü TWA terminal binasını çeşitli açılardan fotoğraflar.
Ezra Stoller’ın bu fotoğrafı mimari fotoğraf tarihinde en az yapının mimarı kadar önemli bir yapıt olarak bilinir. Stoller olağanüstü güzel bir yapıyı yine harika bir kadraj ve pozlama ile bize sunar.
Baktığımızda adeta mimarın diliyle yapıyı üç boyutlu belgelemeyi başarmış, yeniden yaratmış gibidir. Stoller objektifini doğrulttuğu yapıların içinde ve etrafında adeta dans edercesine bulunur. Fotoğrafta yapının tüm mimari nüansları iki boyutlu yüzeyde üç boyutuyla hatta yaşam ögeleriyle yeniden hayat bulur. Stoller yapıların içinde ve dışında hayranlıkla dolaşırken, yapının bütününün bedeninden ziyade kıvrımlarından, oyuklarından ve cildinin dokusundan hoşlanan, onu en ince detayına kadar yansıtmak isteyen bir nü fotografçısı gibi yaklaşıyordu yapılara.
Stoller sadece Chicago bölgesinde değil, kuzeyde New York civarlarında da o dönemin en ünlü mimarları olan Mies van der Rohe, Frank Lloyd Wright, Alvaar Aalto ve Eero Saarinen gibi modern mimarinin öncülerinin işlerini çekiyordu.
Güneyde ise Stoller’ın yakın bir arkadaşı olan Julius Shulmann etkiliydi. Bu bölgede California coğrafyasına uygun yapılar yapan, mimarlık sanatına farklı ve plastik bir yorum getiren mimar Richard Natura yapıtlarını çekmekteydi. İş merkezleri ve dönemin yüksek yapılarını üreten iki önemli mimar Charles Eames ve John Leutner’in yapıtları da yine Shulmann’ın ilgi alanındaydı.
Bu mimarlar ve yapıtları bu iki ünlü fotoğrafçı tarafından salt bulundukları coğrafyada kalmayıp tüm dünyaya tanıtıldılar. Her iki fotografçı da modern mimarlığın görünür hale gelmesinde en az mimarları kadar önemli bir rol aldılar. Fotoğrafları hem son derece estetik olabiliyor hem belgesel nitelik kazanıyor hem izleyiciye modern mimariye nasıl bakması gerektiğini anlatıyordu.
Mimarlık fotoğrafçılığı bu iki öncüsüyle dünyaya yayıldı. Fotoğrafları, mimarlık ve fotoğraf sanatının alanını doldurdu, belgesel nitelikler de kazanarak yarınlara referans olacak şekilde gelişti.
Bugünlerde her bir amatör fotoğraf sevdalısı herhangi bir sokaktan geçerken bazen karşılaştığı yapıları kendi de yaşarmışçasına düşleyip onu kendini de içine katacak şekilde fotoğraflama arzusundadır. Bu da en az yapının mimarı kadar o sanatçıya evrensel bir sorumluluk yükler.
Düşler, çeker, paylaşır. Belki de fotoğrafın tinsel bütünlüğü de ve sonsuz ufku da burada başlar.