Bizim hep külliyelerimiz oldu. Süleymaniye Külliyesi, Nuruosmaniye Külliyesi, Eyüp Sultan Külliyesi ki bu saydıklarım zaman zaman önünden geçip gittiklerimiz; İstanbul’da yaşayanlarımız için söylüyorum. Ama bir de başkentimiz var, Ankara. Bir de orada bir külliyemiz oldu: Beştepe Külliyesi.
Bazılarımıza göre tartışma konusu, bazılarımıza göreyse bir şaheser. Malumunuz, hemen her konuda futbol takımı tutar gibiyiz; birbirimizi kabullenmemiz, anlamamız, anlaşılabilmemiz olanaksız duruyor günün sonunda. Birimizin dediğini ötekimiz kabul etmediğimiz ya da edemeyecek kadar tahammülsüz olduğumuz için mi “Beştepe Külliyesi, gerçekten külliye midir?” diye soruyoruz? Bence cevabı çok basit değil, çünkü içi boşaltılan kavramların, bilmediğimiz, doğru dürüst öğretil(e)meyen, öğrenilemeyen tarihimizin; bildiğimizi sandığımız ir başka cilvesiyle karşı karşıyayız. Birileri bize Beştepe’nin külliye olduğunu söylüyorsa öyledir! (Veya meşrebinize göre: ‘değildir!’) Bu en kolay kabul, ama öyle değil. Peki neden?
İstediğiniz gibi inanmakta özgürsünüz de, inanmanın ötesine geçip biraz araştırmak gerekiyor ‘külliye’ diye sayabilmek için. Osmanlı’nın külliyeleri bir sosyalleşme alanıydı; ticaret merkezleriydi ve her şeyden önemlisi de ilim yuvalarıydı. Kendi masraflarını, içlerinde yer alan ticari alanları kiraya vererek karşılayan merkezlerdi. ‘Şimdinin külliyeleri’ gibi kapılarını bin bir güvenlik görevlisi koruyup kollamazdı. Kamera falan yoktu, olmadığı gibi ipini koparan içerideydi. Soran eden olamazdı, çünkü bu devasa yapılar halkın malıydı ve halka hizmet için vardı. Müslüman halkın en büyük ibadetgâhı sayılan cuma camileri, yani cuma günü kentin Müslüman erkek nüfusunu toplayan bu büyük külliyelerin camilerinde, şehir halkından birileri öldüğünde ruhuna dualar okunurdu. Külliyeler halkın malıydı, sıradanlıkların yeriydi. Mahalleler bu külliyelerin etrafında kurulurdu. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde merkeze camiyi alan külliyelerin kentin yerleşim birimlerini oluşturmasını sağlamıştı. Külliyenin kısa tarihi böyle.
Aslında dev inşaatları ‘külliye’ diye adlandırma çabası, kendini ilk olarak 7 Ocak 2015’te Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Esenboğa Kampüsünün temel atma töreninde göstermişti. Asırlık kavram orada yeniden piyasaya sürüldü ve denendi. “Acaba kampüs yerine külliye mi desek?” dendi, olmadı. Çünkü ilk itiraz hocalardan geldi; Osmanlı’da etrafında mahallelerin kurulduğu bu külliye, değil halkın arasında, maalesef tıpkı Amerikan üniversiteleri gibi şehir merkezinden çok ama çok uzaktı. Çubuk nire, Ankara merkez nireydi? Dolayısıyla zarf ile mazruf ‘maalesef’ birbirine uydurulamadı. Ve bir süreliğine tedavülden kaldırıldı.
Ama gönlün hevesleri bitmez misali ‘külliye’ karşımıza bu kez de Beştepe olarak çıktı. 16 Ocak’ta ise Cumhurbaşkanlığı Sarayı yerine Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ifadesi gündeme oturdu. Oturdu da ne oldu? İçinde yüksek öğrenim veren bir kurumun, cuma camiinin, kent halkının hemen yanı başında yer alan bir sosyalleşme ve ticaret alanının bulunduğu bir yapıdan söz etmek zor görünüyor. Kütüphanesinin ya da binlerce kişiye yemek ikramı yapılabilen bir davet alanının bulunması da, kavramı yerine oturtmuyor maalesef. Tarihi ne kadar zorlarsak o kadar çok elimizde kalıyor. Adını ne kadar değiştirirsek değiştirelim kavram yabancı; hem tarihe ve hem de bildiklerimize.
Peki, neden bu ısrar? Çünkü ‘saray’ halkın hoşuna gitmeyebilir, itici ve samimiyetsiz görünüyor. Hele de yıllarca, “Beyaz Türk”, “Cumhuriyet elitleri’ söylemlerine aykırı düşülüyor. Oysa külliye bu değil, külliyenin merkezinde camii olur, geri kalan yapılar kendini camiye göre konumlandırır. Bu külliye, kavramın mantığına ve kültüre ters olduğu gibi, külliye kelimesinin neden tercih edildiğini de açıkça gösteriyor. Bu külliye güzel ama fazla elitist.