2002 yılında Irak hakkında yazdığı rapor nedeniyle ‘Ortadoğu’nun kaderini değiştiren adam’ olarak bilinen, bir dönem Türkiye’de de ders veren, Ortadoğu uzmanı Dr. İbrahim Maraşi ile bölgedeki gelişmeleri konuştuk. Dr. Maraşi, Irak ve Suriye’deki gelişmeleri, IŞİD’in nasıl yok edilebileceği yönündeki görüşlerini ve İran’ın bölgedeki artan gücünü, Şalom’a değerlendirdi.
Selin BARLAS
Neredeyse 20 sene evvel tanıştığım ve hemen çok yakın arkadaş olduğum, hatta ailemin “oğlumuz” diye hitap ettikleri sarışın yeşil gözlü bir Ortadoğuluyu size tanıştırmak istiyorum. Daima yaşadıklarıyla ve yaptıklarıyla nefesimi kesmiştir İbrahim… Beyaz Saray’da Monica Lewinsky ile aynı dönemde staj yaptı. Yalnızca Ortadoğu’nun değil Washington’ın “öteki yüzünü” iyi bilen biridir… Atalarının topraklarına duyduğu aşk onu tarih okumaya itti… Boğaziçi’nde kendisinden arkadaşı ve öğrencisi olarak ders aldığım ‘Irak ve İran Tarihi’ hayatımda aldığım en ilginç derslerden biridir… Yalnızca anlatmaz… Anlattıklarını o kadar büyük bir heyecanla süsler ki dediği hiçbir şeyi unutamazsınız… Farsça ve Arapçaya hakimiyeti, hayatındaki hareket ve işine duyduğu tutku adeta üzerinden akar… Halen California State University’de Tarih Bölümünde hocalık yapan İbrahim Maraşi ile biraz IŞİD, biraz Ortadoğu, biraz ondan, biraz bundan konuştuk…
Sayın Maraşi size tanımayan okuyucularımız için bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Nerede doğdunuz, büyüdünüz? Nerede okudunuz? Biraz geçmişinizden bahseder misiniz?
ABD’de dünyaya geldim. UCLA’de Ortadoğu tarihi okudum. Ardından Georgetown’da master yaptım. Doktoramı ise Oxford Üniversitesi’nde yaptım. Babam Zanzibar’da doğmuş. Fakat babamın babası o zamanlar Osmanlı’nın bir vilayeti olan Basra’dan gelme. Annemin ailesi ise Iraklı.
Ortadoğu’nun kaderini değiştirdiniz. Buna hiç şüphe yok... Bundan 10 yıl önce yaşanan “o mesele” nasıl meydana geldi? Beyaz Saray ve Blair ile olanları anlatır mısınız?
Yazdığım ‘Irak’ın Güvenlik ve İstihbarat Ağı: Bir Analiz’ isimli makalem Eylül 2002’de MERIA (Middle East Review of International Affairs) sitesinde internette yayınlandı. 30 Ocak 2003’te ise İngiliz hükümeti bir dosya çıkardı. Bu dosya ‘Irak: Gizlenmenin, Aldatmanın ve Korkutmanın Altyapısı’ adı altında yayınlandı. Hemen ardından 5 Şubat 2003’te ABD’nin Dışişleri Bakanı Colin Powell Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine bir sunum yaptı. Sunum da İngiliz hükümetinin ‘Irak Dosyası’ idi… Bu dosyadan alıntılar yaparak Irak’ta Saddam’ın kitle imha silahlarını saklamak için bir sistem oluşturduğu vurgulanıyordu. Hatta Powell sunumda “Meslektaşlarıma İngilizlerin tedarik ettiği ve ince detaylarıyla Irak’ın Kitle İmha Silahlarını saklama tekniklerini anlatan” dosyayı anlatıyordu… İngiltere Başbakanı Tony Blair, İngiliz İstihbaratı’nın hazırladığını sandığı sunumu Powell’ın eline tuşturmuştu belli ki…
İstihbarat sizdiniz yani?
6 Şubat 2003’te yine bir İngiliz gazetesine göre bu dosya üç farklı ama ağırlıklı benim makalemden alıntılarla hazırlanmıştı.
Tam olarak ne yazıyordu bu makalede?
Irak gizli polisinin yaptıklarını, özellikle 1991’de yani Körfez Savaşı sırasında yaptıklarını yazdım. İngiliz hükümeti yazdıklarımı olduğu gibi almış. Üzerine ise kitle imha silahları ile alakalı bir takım eklemeler yapmışlar. Benim yazımda olmayan şeyler onlardı. Her ne hikmetse bunlar unutuldu tabii. Türkiye’ye taşındığımda ise Türk medyası sanki ben ABD ve İngiltere için içerik ve bilgi üretmişim gibi bir hava yarattı…
Ne yazık ki Türk medyası varolmayan gerginliği ve kaosu çok seviyor… Dürüstlük ve şeffaflıktan yoksunlar. Hedef göstermeyi de pek severler… Bundan dolayı ciddiye alınmıyorlar... Daha sonra ne oldu?
İngiliz parlamentosunda Tony Blair aleyhine tanıklık bile yaptım. Makalemde yazdıklarımın çalındığını ve kötüye kullanıldığını söyledim fakat Türk medyası bunu haber bile yapmadı.
Saddam’ı devirmek orada kalmasından daha iyi bir çözüm oldu mu? Bir Iraklı Amerikalı olarak ne düşünüyorsunuz? Irak şimdi demokratik bir ülke mi?
Irak’ta Saddam’ın hüküm sürdüğü 2003 yılına kadar olan ve ABD’nin işgali ile başlayan 2003’ten sonraki süreç Irak halkı için çok talihsiz olmuştur. Her iki düzen altında da binlerce hatta on binlerce masum ölmüştür. Mesele hangisinin daha iyi olduğu değildir. Irak halkının başına gelen felaket asıl meseledir…
Esad’a gelelim… Esad’ın Ortadoğu’daki rolü nedir? Gerçekten İran’dan para, silah ve askeri güç aldığı doğru mu? Yoksa mezhepçilik ve paranoyaya bağlı komplo teorileri mi bu?
İran Devrim Muhafızlarını yolladığını çok açıkça belirtiyor. Suriye’de milis güçlerini eğittiklerini bile biliyoruz. Suriye’ye ekonomik yardımların yapıldığı da bilinen birşey. Ancak ne askeri ne de ekonomik yardım Esad’ın belirli sıkıntılarının önüne geçemeyecek. Azalan güvenilir asker sayısıyla muhaliflerle baş etmesi gittikçe zorlaşıyor. İran’dan gelen para ve Rusya’dan gelen silahlar, muhaliflerin elinde olan şehirleri geri almasını bırakın, elindeki şehirleri bile tutmasına kâfi gelecek gibi değil. İnsan gücüne ihtiyacı var Esad’ın. Suriye’nin durumu ortada. Hiçbir parasal güç bir ordu oluşturamaz.
Ya IŞİD? Nasıl ortaya çıktı?
Bir önceki sorun ile alakalı. 2011’de devletin dağılması ile ortadaki güç noksanlığından istifade edildi. Ortaya çıkışları birçok kimsenin ilgi ve araştırma konusu oldu. En bilinen tez herşeyi Skyes-Picot Anlaşmasına yükleyen tez. Bu kısmen doğru olmakla beraber sorunun asıl sebebi değil. Irak ve Suriye’de sömürge politikaları IŞİD’in doğmasına sebebiyet vermiştir. Avrupa’yı yalnızca suçlamak yanlış olur. Neticede bu ülkelerin liderleri ve hükümetleri de çok yanlış kararlar almışlardır.
Nasıl? Açıklar mısınız?
Birincisi; 2011’de Suriye hükümeti protestocularla bir diyaloga girmedi. Bu tutum iç savaşı beraberinde getirdi. Suriye’de bir boşluk meydana getirdi ve IŞİD bundan istifade etti. Doğuda ve güneydeki başarılarının sebebi budur…
İkincisi ise; Maliki iktidara geldiğinde farklı mezhepleri ve kültürleri bir araya getiren uzlaşmacı bir atmosfer yaratmayı başaramadı. 2008’de El Kaide’ye meydan okumuş, onlarla savaşmış Sünni liderleri ekonomik olarak destekleyen bir tutumu olmalıydı. Bu demek olurdu ki askeri destek ile IŞİD’in 2014’ün yazından beri elinde tuttuğu Anbar, Ninawa, Dilaya vilayetleri direnecek güçte olurdu… Hâlbuki Amerika’nın tutumu Maliki’yi suçlamak oldu. Musul’un kaybı ve IŞİD’in kuvvetlenmesinin faturası Maliki’ye çıktı…
Maliki bir zamanlar Amerikalıların adamı değil miydi?
Evet… Maliki 2006’da Amerika’nın tercih ettiği başbakandı… Hatta George Bush, Maliki için “Bizim Irak’taki adamımız” bile demişti…
IŞİD yok edilebilir mi?
Bu sene hava saldırılarının etkisiz olduğunu gördük. Yani cevap hayır… Karada savaşan Özgür Suriye Ordusu veya Irak ordusu IŞİD ile mücadelede başarısız oldu. Suriye’de YPG ve Irak’ta Şii milis güçlerinin IŞİD ile mücadelelerinde başarıları aşikâr. IŞİD, havadan yapılan saldırılara rağmen Musul ve başkentleri Rakka’da şehrin içine işlediler. Onlardan kurtulmak için sokak sokak savaşmak gerekiyor. Suriye ve Irak ordularının bunu yapamadığını çok gördük. Açıkçası milisler bu mücadelelerde çok daha etkin rol aldılar…
IŞİD’i yok etmek için bu yeter mi?
Şimdi söylenen şeylerin hiçbiri etkili olmaz. IŞİD, bir fikirdir… Nasıl El Kaide bir fikir ise ya da bir fikri temsil ediyorsa IŞİD de öyledir… Tek yapılacak akıllı saldırı planı bu örgütü şehir merkezlerinden çekmeye çalışmaktır. IŞİD’i Musul’dan hatta Rakka’dan çıkarmak kısa vadeli bir zaferdir. Hayatta kalan IŞİD militanları Avrupa’da ve batıda hayatlarına gizlenerek devam edecek ve bir gün savaşmayı bekleyecektir. Kafkaslar’da ve Kuzey Afrika’da IŞİD’e bağlılığı bulunanlar var… Desteklerini esirgemeyeceklerini her fırsatta da dile getiriyorlar. Bu bir güvenlik problemi elbette doğurur. Hem uluslararası hem de iç güvenlik bakımından çok sıkıntılı olabilir. Irak ve Suriye’de 2011-2013 yılları arasında bu tarz intihar saldırıları ile çok karşılaştık…
İran’a dönelim. Ortadoğu’da güç dengeleri değişiyor gibi. Sanki Persler tüm ihtişamları ile geri dönüyor gibi… Nükleer anlaşmaya ne demeli? Korkmalı mıyız? İran’a güvenebilir miyiz?
Viyana’da geçtiğimiz haftalarda imzalanan güvenlik anlaşması hiç kuşkusuz ki ABD-İran ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır. Bu anlaşma ile Ortadoğu’da istikrar sağlanıp sağlanamayacağını görmek ilginç bir süreç olacak. Anlaşma imzalanmasaydı, senelerdir İran ile yüzleşmeci ve dışlayan bir politika izlenmesine devam edilseydi İran’ın frenlenmesi mümkün olmayacaktı.
Ya İsrail’in rolü? İran’ın yeni bir güç olarak ortaya çıkması tüm dengeleri değiştirir…
Netanyahu İran’dan ve bölgesel vekilleri olan Hamas ve Hizballah’tan endişe duyuyor. İran’a ambargonun kalkmasıyla bu örgütlerin tehdidini arttırması çok beklenen birşey değil. Birincisi; Hizbullah’ın roket veya silah gücünün tehlike oluşturmasından ziyade, 2006’da Lübnan’daki gibi İsrail’in saldırılarına karşı koyacak tecrübeli askerlerinin olmasıdır. Suriye ve Irak’ta halen savaşmakta olan Hizbullah artık böyle bir askeri güce sahip olmadığı gibi yakın bir gelecekte İsrail ile böyle bir gerginlik olacağa benzemiyor. Ambargonun kalması Hizbullah’a para ve silah desteği anlamına gelir, evet doğru… Ama önemli birşeyi unutmamak lazım; askeri güç asıl tehlike olduğundan yeni savaşçı yetiştirmek seneler alır… Şu an Hizbullah’ın böyle bir yapılanmada bulunması mümkün değil.
Ya Hamas?
Suriye iç savaşı ile birlikte Hamas’ın da güç kaybettiğini biliyoruz. 2011’de Şam ve Tahran’ın ortaklığı altında Suriye’deki muhaliflerle savaşan Hamas’ın bu mücadeledeki başarısızlığı Hamas liderlerinin Suriye’den sınırdışı edilmesi ile sonlandı. Hamas ve İran ilişkilerinin gerildiği nokta buydu… İsrail’in 2008’de Gazze’da savaştığı esnada İran ambargo altındaydı. Fakat ambargo İran’ın Hamas’a destek vermesine mani olamadı. Bu yüzden ambargonun kalması veya kalkmaması İran’ın desteğiyle Hamas’ın İsrail’e meydan okuyacağı anlamına gelmez…
Netanyahu o zaman neden bu kadar hassas bu konuda?
Netanyahu hassasiyetini dile getirdi evet, fakat daha çok kendi yurttaşları için yaptı. Genel yapılan tahmin İsrail’in nükleer saldırı kapasitesi 100-200 arasında değişiyor… Bu da İran’ın farazi bir saldırı yapmasını engelleyecek ciddi bir güç. İsrail’in asıl karşı çıktığı şey İran’ın bundan böyle kendi geliştirerek İsrail kadar güçlenmesi. İsrail’in nükleer tekel statüsünü kaybetme tehlikesinden duyulan korku resmen açıklanmadı ama mesele budur…
Ortadoğu’nun geleceğini nasıl görüyorsunuz?
En büyük endişem su sıkıntısının bölgedeki istikrarı etkilemesi… Suriye iç savaşına bakın. Bölgedeki kutuplaşmalar IŞİD’in yükselmesine sebep oldu ama su kıtlığı da bunu tetikleyen bir faktördü. Suriye hükümeti etkisiz, kötü su ve sulama politikaları ile tarımı bitirdi. Dolaysıyla 1,5 milyon insan imkânsızlıktan kırsal bölgeleri bırakıp şehire geldi. Bu toplumsal gerginlik tırmanan tüm sıkıntıların iç savaşa dönüşmesine sebep oldu. Yemen’e bakın… Yine aynı sorun. Su problemi; çiftçinin yurdundan olması yüzünden 2011’de iç savaş orada da hortladı…
Su sıkıntısı yüzünden gelecekte bizi büyük savaşlar ve felaketler mi bekliyor?
Büyük savaş derken devletler arasında çekişmelerden ziyade yurdundan olmuş kimselerin Ortadoğu’nun istikrarını etkileyeceği açık. Önümüzdeki zamanda devletlerin su politikaları ve bu konuda yaptıklarının bölgenin geleceğini etkileyeceğini görüyoruz. İstikrarsızlığın doğurduğu gerginlikleri inceleyince zaten geleceği görüyoruz. 1948’de ülkeler ve ulusal ordular birbirleriyle savaştı. İsrail 1948’de Mısır, Ürdün ve Suriye ile savaştı. İran - Iak savaşında iki ülke karşı karşıya geldi. 1991’deki Körfez Savaşı ve 2003’teki İkinci Körfez Savaşı Irak milli ordusu ve ABD’nin ordusu arasında oldu.
Şimdinin savaşları öncekinden çok farklı… Tarihçi olmaya gerek yok bunu görmek için. Milislerin de etkin olduğu savaşlar artık görülür oldu…
Günümüzde savaşlara bakınca görüyoruz ki devletlerin, milislerle veya ulusal olmayan ordularla mücadele ettiği ortada. Türkiye ve PKK, İsrail ve Hamas hatta Hizballah, Suudilerin Husilerle, Irak’ın ise IŞİD ile mücadelelerinde de açıkça görülüyor. Yakın gelecekte de böyle devam edeceğe benziyor…
Hıristiyan azınlık şiddetli ve sistematik bir biçimde Ortadoğu’da katliama uğruyor. Tarihi yerler, ibadethaneler tahrip ediliyor. Neden böyle oluyor? Bunu yalnızca din ile mi açıklayabiliriz? Yoksa korkuya dayalı düzen için mi bunca vahşet?
IŞİD’in Suriye ve Irak’ta bu kadar güçlenmesi kadim ve savunmasız Hıristiyanları ve Yezidileri hedef yaptı. Irak’tan kovulan Keldaniler, köleleştirilen Yezidiler, ibadethanelerin yokedilmesi ve kiliselerin havaya uçurulması, IŞİD’in dinsel soykırım yaptığını bize gösteriyor. Bu dinsel bir hırsla başlayan birşey değil fakat dinsel temellere dayandırarak kendilerini meşru kılmaya çalışıyorlar. Ele geçirdikleri yerlerde güçlerini pekiştirmek için de yapıyorlar. Rakka ve Musul’a getirilen yabancı savaşçılar ile bölgede bir etkinlik sağlamaya çalışıyorlar… Hıristiyanlar tabii hem kadim topluluk olarak hem de gayrimüslim olmaları sebebiyle onların yaratmaya çalıştığı düzene uymuyor. Dinleri yüzünden sadakatlerine inanılmıyor.
Akıl alır birşey değil… Bu radikalizmin sebebi nedir? Kültürel bir egemenlik kurmak için olamaz yalnızca… Aşağılık veya üstünlük kompleksi midir? Ekonomik sıkıntıların ve yoksulluğun savaşçıların arasındaki müşterek nokta olduğunu görüyoruz. Açlık ve fakirlik terörü besliyor mu sizce?
Sosyo-ekonomik meselelerin, sürekli devam eden imkânsızlık ve yoksunluğun kişilik arayışı ve yalnızlık ile birleştiğini düşün… El Kaide ve IŞİD’e katılan erkek ve hatta kadınların sebepleri bunlar… Tabii bazılarının da iyi durumda yaşayan insanlar olduğunu unutmayalım. Usama bin Ladin bir milyarderdi. Fakirlik tek sebep değil tabii… Tek bir sebep ile açıklayamayacağımız kadar karmaşık bir sorun. Her kişi ve hikâye kendi ölçüsünde değerlendirilmeli.
Okuduğum makalelerde gördüğüm en ilginç şey IŞİD’in güçlenmesinin en büyük sebeplerinden biri devletin halkına sunmadığı şeyleri sunmaları… İmkânlar da insanı hayrete düşürüyor…
İşsizliği çözmek, insanları ev sahibi yapmak, eğitim imkânları, sağlık reformları gibi belli bir takım önemli meselelerin ele alınması bölgede radikalizme yapılacak en büyük darbedir. Bu meselelerin çözüldüğü bir yerde IŞİD’in yükselmesi mümkün olmaz. IŞİD nasıl güçlendi dediğinde doğrusu, devletin yapmadıklarını sundu. İş, ev, eğitim ve sağlık gibi çok temel şeyler sunarak güçlendi…
Genç zihinleri aydınlatan biri olarak yeni nesli nasıl buluyorsunuz? Güncel meselelerle ilgililer mi? Dünyada olan korkunç olaylar endişe duymalarına sebep oluyor mu? Yoksa genel olarak hiçbir şey onları ilgilendirmiyor mu?
Genel olarak ilgisiz buluyorum yeni nesli… Çocukların ilgisini cezbetmek için onların yeni çağın çocukları olduğunu kendime hatırlatıyorum. Popüler kültürü kullanarak dersin konularına entegre etmeye çalışıyorum. Mesela konumuz Haçlı Seferleri, genel bir giriş ile ana hatları veriyorum. Ardından Selçuklulardan bahsediyorum sonra Malazgirt’e giriyorum… Sonra çocuklara soruyorum: “Geçmişten olayları ve yerleri alsak ve şimdiyle ansak, 1996’da Usame bin Ladin’in yeni-haçlılar dediği insanlara açtığı cihat neden?” Haçlılar neden halen hassas bir mevzu ve ta nereye kadar iniyor görsünler diye… Sorduklarımın ardından slaytları sınıfta hemen çocuklara sunuyorum. El Kaide’nin elimize geçen görüntülerinin ardından, Ebu Garip’teki skandal ile alakalı bir kitabın kapağını gösteriyorum. Kitap, Irak Savaşını Haçlı Seferleri ile ilintiliyor. Sonra 11 Eylül’den sonra George Bush’un ‘Haçlı’ ve ‘Haçlı Seferleri’ hakkında konuştukları geliyor hemen… Norveç’te bir adada İşçi Partili insanları öldüren Anders Breivek ve onun ‘Haçlı Seferleri’ bahsini ve katliamını buna dayamasını anlatan slaytlar gösteriyorum. Ben daha birşey anlatmadan gençler bu konular yüzünden çok daha ilgili geliyor derslere…
Biraz iç açıcı şeylerden bahsedelim… Amerika’da büyüdünüz fakat çok karışık bir etnik ve dini altyapıdan geliyorsunuz… Nerede kendinizi iyi hissediyorsunuz? ‘Yuvanız’ neresi?
Amerika’da doğdum ve büyüdüm. Halen ABD’de yaşamaktayım. Bir Iraklı-Amerikalı hele bir de bir Müslüman olarak kendimi ait göstermek için çok çabaladım. Bir insanın ‘yuva’sı oraya ait olduğunu sürekli söylemeye mecbur bırakıldığı bir yer olmamalı. Ben Amerika’da hep bunu hissettim. Hayatım boyunca televizyonlarda hep bir Ortadoğu ve Arap tehdidi vardı. Bu da benim hayatımı zorlaştırdı tabii. 80’lerde İran tehlikesi vardı. Birçok cahil İran ve Irak arasındaki bir harf farkını bilmediği için sürekli benimle uğraşıyordu. Sonra 1990-2003 yılları arasında Irak düşman olarak görülmeye başladı. 11 Eylül’den sonra belki de hiçbir zaman gitmeyecek bir Müslüman korkusu oluştu… Usame bin Ladin’in ölümü bile bu korkuyu yok etmedi Amerikalılar üzerinde…
IŞİD’in vahşeti, Amerika’da Müslümanlara karşı önyargıyı daha da koyulaştırabilir…
Doğru. İlerleyen yıllarda “içimizdeki tehlike” olarak görülebilir ABD’deki Müslümanlar. Unutmamak lazım ki açık fikirli ve ileri çok Amerikalı bu önyargıya karşı savaşıyor. Ama mesele bir kimlik meselesi. Dünyada keşke kimliğin sıkıntı olmadığı bir yer olsa da orada yaşasam…
Ya İstanbul günleriniz?
İstanbul’a yerleştiğimde bayılmıştım. Hatta ‘yuvam’ bile demiştim… 2008’de babam rahatsızlandı ve ABD’ye geri döndüm. Döndüğümde Türkiye’yi hiç özlemediğimi fark ettim ve geri dönmek istemediğimi anladım. Türk medyasının insafsızca ve cahilce beni “Irak Savaşını başlatan adam” olarak hedef göstermesi böyle hissetmemin sebeplerinden yalnızca biriydi. Sen de biliyorsun ki; İngiltere, Kanada ve özellikle ABD gibi ülkelerin vatandaşıysan ajan muamelesi görüyorsun. Bütün bu tuhaflıkları geride bırakmak çok iyi gelmişti açıkçası…
Evet, bu ülkede bir yabancı karşıtlığı var. Okumadıkları ve bilmedikleri için de korkup suçlamaya başlıyorlar. Cehalet, cahile herkesi düşman gösterebilir. Neyse, ya Avrupa? Biraz güzel hikâyeler duyalım…
İspanya’da üç sene yaşadım. ‘Yuvam’ kesinlikle orası. Hayatımın en güzel üç yılı diyebilirim. Müslümanların ve Sefaradların etkisi hâlâ hissediliyor. Babamın tekrar rahatsızlanmasıyla yine ABD’ye dönmek zorunda kaldım.
Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’ye çok sık gidip geldiniz. Bir değişim gördünüz mü?
Yılda bir kez muhakkak Türkiye’ye geliyorum. 2000’de ilk kez gelmiştim… İstanbul çok değişti, evet. Ama iyi bir değişim mi bu? Hayır! Yollar yapıldı ve toplu taşımaya dair bir takım şeyler düzenlendi ama trafik ve AVM’ler de arttı. Tam bir tüketim toplumu olmuşsunuz…
Yine güzel şeylerden bahsedelim. İşiniz icabı hep savaş ile alakalısınız. Ruhunuza ne iyi geliyor? Neler yapıyorsunuz?
Kışları İspanya’ya seyahat ediyorum. Yazları ise Roma’ya gidiyorum. Bazen ders veriyorum oralarda… Ruhumu Avrupa iyi tutuyor… Güzel binalar, kültür ve insanları bana çok iyi geliyor…
Anneniz ve babanız doktor. Tarihin tozlu ve gizemli yolunu seçmek nasıl oldu?
Beyin göçü ile ABD’ye giden, ülkelerini geride bırakarak bilgilerini yeni ülkelerine taşıyan insanlardan benim ailem… Kendileri gibi doktor olayım çok istediler. Ortadoğu’da tıp, hukuk, mühendislik çok önem taşıyan bilimler ve disiplinlerdi. Liseden beri tarih çok ilgimi çekiyordu. Ne kadar baskı koyarlarsa koysunlar bu tutkumdan hiç vazgeç