Balfour Deklarasyonu ve hemen ardından İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı ordusuna karşı aldığı başarılar ardından, Almanlar için Filistin’de köprübaşı elde etmek artık kolay olmayacaktı. Britanya’nın geliştirdiği siyaset ve askeri başarıları II Wilhelm’in beklentilerini sonuçsuz bırakmıştı. Almanya Kasım 1918’de teslim oldu. Adolf Hitler, savaşın üzerinden 6 yıl geçtikten sonra, yenilginin suçlusunu Yahudiler olarak ilan ediyordu.
Balfour Deklarasyonu ve hemen ardından İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı ordusuna karşı aldığı başarılar ardından, Almanlar için Filistin’de köprübaşı elde etmek artık kolay olmayacaktı. Britanya’nın geliştirdiği siyaset ve askeri başarıları II Wilhelm’in beklentilerini sonuçsuz bırakmıştı.
İşlerin iyi gitmediğini gören Almanlar, bölgedeki beklentilerine cevap bulmak adına, Osmanlılara, Yahudilere karşı tutumlarını yumuşatmalarını tavsiye ederler. Yahudileri arkalarına almanın kendilerine fayda sağlayacağını hesap etmektedirler. Berlin’de yapılan değerlendirmelere göre, İngilizlerin Yahudilere arka çıkmaları ile Bolşevikler savaştan devre dışı kalırken, Başkan Wilson ABD’nin İngiltere yanında saf tutmasına yeşil ışık yakmıştır. Demek ki Ortadoğu’da Yahudileri desteklemek başarıya ulaşmanın yoludur. Osmanlı idaresinin Yahudi nüfusu bölgeden sürme girişimi öncesi, çoğu, daha iyi yarınlar için buraya yerleşmiş Yahudilerin İstanbul hükümetinin yanında yer aldığı ve İngilizlere karşı savaşmak için Osmanlı ordusuna katıldığı gerçektir. Bunu tersine çevirmek ve Yahudi toplumlarını karşı kampa itelemek, Osmanlı – Alman çıkarlarına hizmet etmemiştir.
Balfour Deklarasyonunun ardından
Bu anlamda Balfour Deklarasyonu Berlin için eşsiz bir propaganda malzemesi de olur. Cihat çağrısı ile mobilize edilemeyen Arap unsurlar bu kez “Topraklarınız Yahudilere veriliyor” feryatları ile kışkırtılırlar. Öte yandan, Yahudileri ilgilendirecek yeni politikalar da üretilir.
Bu politikaların şüphesiz en önemli maddesi, İstanbul hükümetinin savaş sonrasında Yahudilere bölgede bir çeşit otonomi önermeye hazırlanmasıdır. Esas itibarı ile konu Balfour Deklarasyonunun kamuoyuna ilanından çok önceleri, Ağustos 1917 itibarı ile gündeme gelmiş ve olgunlaşmıştır. Talat Paşa 12 Ağustos 1917’de aşağıdaki beyanatı verir:
“Hükümetimiz Filistin’e Yahudi göçü ve yerleşimi hususundaki tüm kısıtlamaları kaldırmıştır. Filistin’deki Yahudi toplumuna, burada yaşayan tüm diğer halklara olduğu gibi, kesin eşitlik ilkesi içinde, kucaklayıcı bir davranış sergilenmesi için kesin emirler verildi. Dini ve ulusal bir Yahudi merkezinin burada oluşması fikrine sempati ile baktığımı bildirmek isterim. İyi düzenlenmiş bir göç ve kolonizasyon önemlidir. Filistin’deki bir Yahudi yerleşiminin önemi ve bize olan faydaları hakkında ikna olmuş durumdayım. Bu projeyi Osmanlı Devletinin yüksek koruması altına sokmayı arzuluyorum. Yahudi olmayan halkın haklarını sıkıntıya sokmayarak, Osmanlı Devletinin hükümranlığı çerçevesi içinde bunu başarmak istiyorum.”
Talat Paşa’ya göre Yahudilere böylesi bir öneri ile gitmek Osmanlı çıkarlarına zarar getirmeyecektir: Ne de olsa, Araplar bu duruma izin vermeyecekler, onlara karşı acımasız bir savaşa girişecekler, Ortadoğu’daki tüm Yahudileri öldüreceklerdir.
Gelin görün ki teklifin sunulmasında Osmanlı’nın etkin isimleri seviyesindeki kararsızlıklar, daha doğrusu fikir ayrılıkları nedeni ile gecikmeler olur ve İngilizlerin siyasi ve askeri hamleleri olası girişimleri sonuçsuz kılar: Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu yayınlanır, Aralık 1917’de Britanya orduları Kudüs’e girer.
Savaş Almanya ve Osmanlı için tam bir hüsranla biter, ancak gelecekteki Alman politikaları açısından belirleyici olur. Hitler’in bölgede izleyeceği yolu çizecek eski asker ve diplomatların çoğunun Birinci Dünya Savaşı sürecinde Ortadoğu’da görev aldıkları ve Kaiser’in siyasetini etkin olarak şekillendirdiklerini unutmamak gerekir.
Kaiser ve Hitler’in Ortadoğu politikalarının arasındaki benzerlikler
Bu aşamada, Kaiser’in ve daha sonraları Hitler’in Ortadoğu politikaları arasındaki benzerlikleri kısaca bazı başlıklar altında toplamak mümkün.
1) Her iki politika da bölgedeki Müslüman halkın içinde isyan fırtınaları koparma beklentisi üzerine oturtulmuştu.
2) Irkçılık ve benzeri yaklaşımlar her iki dönemde de Alman siyasetini derinden etkilemiş, onun motor gücünü oluşturmuştu. Birinci savaşta Ermeniler, ikinci savaşta Yahudiler bu eğilimlerden etkilenmişlerdi. Bu ırkçı yaklaşımda, Osmanlı’nın, daha sonra Arapların ve nihayet Japonların ‘Aryan Dostu’ kategorisine alınacaklarına tanık olunacaktı.
3) Bölgesel ayaklanmaların planlanması aşamasında Almanya, ilgili coğrafyada yaşayan bazı unsurların ortadan kaldırılacağını öngörüyor, planlıyor, biliyor ve kabul ediyordu.
4) Alman politika yapıcıları, güçlü hareketlerin ancak karizmatik liderler tarafından hayata geçirileceğini düşünüyor ve bu yönde hareket ediyorlardı. Liderlerin, Alman çıkarlarına hizmet edecek fanatik unsurların yetiştirilmesinde ve sevk edilmesinde etkin olduğu görüşündeydiler.
5) Almanya birinci savaş döneminde bölge hakkında tecrübesi olan birçok eksper biriktirdi. Bunların bölgede derin bağları vardı. İlgili toplumlarının davranışları hakkında birikimleri vardı. Bunlar arasından 100 kadarı Nazi döneminde de aktif rol almışlar, ciddi görevler üstlenmişlerdi.
6) Hitler soykırımın ne olduğu konusunda fikir/görüş sahibi olmuştu.
7) Almanların İslam ve Arap milliyetçiliğine yaklaşımları Hitler’in romantik ırk temelli toplum oluşturma modeline su taşımıştı. Bu anlamda, kendisine düşman gördüğü tüm halkların, toplulukların imhasında sakınca görmemişti. Alman toplumunun tarih içinde geliştirdiği antisemitizmin ötesinde, Yahudiler ile cihat tipi bir savaşa girişmesi bundandı.
Ancak bütün bunların yanında Almanlara her iki dönemde de çok pahalıya patlayan ve öğrenemedikleri iki ders vardı:
a) Politik ajitasyonun bir isyan yaratıp yaratmayacağı savaş meydanlarında belli olur – Savaş meydanından ne kast edildiğini kim nasıl anlıyorsa…
b) Sultanın cihat çağrısına sessiz kalan İslam halklarının davranışına tanık olmuş Almanlar, bölgesel liderlere sorgular şekilde yaklaşmayı öğrenememişlerdi. Birinci savaşta Enver Paşa, ikinci savaşta Hacı Emin El-Hüseyni bu konuda yetersiz kalmış iki önemli kişilikti. Her ikisi de Alman yanlısı isyanları organize edecek, onların saflarında savaşacak büyük ordular toplayacaklardı. Ama olmadı!
Almanya Kasım 1918’de teslim oldu. Savaşı topraklarında hiç yaşamadı. Halkı savaşın getirdiği yıkımı doğrudan görmedi. Ancak ekonomik olarak tükendi. Gençlerinin birçoğunu kaybetti. Kendine güvenini, geleceğe olan umudunu yitirdi. Bu durum, genel anlamda halkın yenilginin arkasında komplo aramasına neden oldu. Savaşın mağlup siyasetçileri ve bu arada ordunun ihtişamlı komutanları buna çanak tuttu. Komplo teorileri üretildi. Kimse ordunun savaş alanında almış olduğu yenilgiye anlam veremiyordu. Bunun ardında büyük oyunların tezgâhlandığını düşünüyordu.
İçlerinden biri, Adolf Hitler, savaşın üzerinden altı yıl geçtikten sonra, yenilginin suçlusunu Yahudiler olarak ilan ediyordu… “Aralarından bininin gazlanması bu felaketin önüne geçmek için yeter ve artardı bile” diye yazacaktı. Cephede gaz saldırıları altında ölen binlerce Alman askeri yerine, yalnızca bin Yahudi bu trajedinin üstesinden gelirdi.
Hitler’e göre Almanya’yı teslime zorlayan siyasetçilerin arasında Yahudiler başı çekiyorlardı. Bunları popüler siyasetin nesnesi yapmıştı. Savaştan sonra kurulan cumhuriyete sağcı ve milliyetçiler ‘Yahudi Weimar Cumhuriyeti’ adını koymuşlardı. Komünist ve sosyalistler arasında da birçok Yahudi vardı ve bunlar Bolşevik Devrimi Almanya’ya getirmek için canla başla çalışıyorlardı. ‘Diz çöken Almanya’ imajı halkı harekete geçirmek için ustaca kullanılıyordu. Siyasetçilerin sağda olanları, böylesi güçsüz bir Almanya’nın, Avrupa’daki Bolşevik ilerleyişini durduramayacağını haykırıyorlardı.
Ortadoğu'nun yazgısı WilsonUn konuşmaları ile şekillendi
Ortadoğu’nun yazgısı ise ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 8 Ocak 1918 tarihli konuşması çerçevesinde şekilleniyordu. Wilson Avrupa’daki İmparatorlukların zorba emperyalist çarklarını suçluyor ve savaşın bu nedenle patladığını öne sürüyordu. Buna karşı durmanın en etkili yolu bölgesel ulusal beklentilerin desteklenmesiydi. Sykes – Picot gibi gizli pazarlıkların açıklanmasını ve iptal edilmesini talep ediyordu.
Bu görüşler Britanya ve Fransa’nın çıkarlarına ters düşüyor ve Almanların beklentilerine su taşıyordu. Ortadoğu’daki milliyetçi çevreler de Wilson’un söylemlerinden çokça etkilenmişlerdi. Milliyetçilik bölge için gelecek demekti. Bu anlamda, İslam kimliğinin Osmanlı geçmişinden kaldığı şekli ile işlenmeye devam edilmesi beklenmeliydi.
Wilson’un Paris Barış Konferansında da öne çıkacak bu fikirleri Almanları kendisini yenen güçler karşısında avantajlı konuma taşıyordu. ABD, bölgede toprakla ilgisi olmayan, toplumların ekonomik ve ticari ilişkiler ile kendisine bağlanmasına destek olan bir süper güç olarak algılanıyordu. Bu algı, Ortadoğu’da eski kolonyalist güçlerden daha öne çıkmasına neden oluyordu. Bu anlamda, Barış Konferansında Arapların Amerikan manda idaresini talep etmeleri boşuna değildi. O dönemde, Wilson söyleminde emperyalist olmayan bir şey görmüşlerdi. Gelin görün ki, Wilson sonrası Amerikan siyaseti içine kapanacak, dünyanın diğer noktalarında olup bitenlerle pek ilgilenmeyecektir… 7 Aralık 1941 Pearl Harbor Baskınına dek!
Ancak her şeye rağmen Fransa ile Britanya bölgede erki ellerinde tutarlar. Yerel siyasetçi ve kanaat önderleri gücü ellerinden kaybetmemek adına bölgenin yeni patronları ile iyi ilişkiler içine gireceklerdir. Amerikan siyasetinin bölgede prim yaptığına tanık olan Almanya, 1930’larda yeniden Ortadoğu ile ilgilenmeye başladığında anti-emperyalist, anti-kolonyalist kartını oynayacaktır. Bu durum özellikle Britanya ile Almanya arasında yeni çatışmaların habercisi olacaktır.