Oyunculuk yeteneğini babasından alan, taklit ustalığı ile yaratıcılığını ve bilgisini birleştiren Forti Barokas sahneden ve tiyatrodan uzak kalamıyor. Bu sezon da sürpriz bir oyunla bizleri buluşturacağının müjdesini veren Barokas ile dünü ve bugünü konuştuk
Forti Barokas kimdir?
1948 İstanbul doğumluyum. Lise mezunuyum. Beş yıl önce eşimi kaybettim. İki oğlum, iki de torunum var. Bir dönemin meşhur ‘La Kula’ semtinde büyüdüm. Geleneksel bir Yahudi anneyim. Mesela 43 yaşındaki oğluma hâlâ “yemek yedin mi?” diye sorarım.
Çocukluğunuz ve gençliğiniz nasıl geçti? Oyunculuk yeteneğiniz o günlere mi dayanır?
Çocukluğum ve gençlik yıllarım çok güzel geçti. Amikal, kültür sanat, partiler hayatımın en güzel yıllarıydı onlar. Dans etmeyi çok severdim. Eşimi de oralarda tanıdım zaten. Gençlik oyunlarında rol aldım. Şu anda aklıma gelen, Eugene O’Neill’in ‘Sonu Gelmeyen Günler’ oyunuydu.
Küçükken ailemle her hafta tiyatroya giderdik. O zamanlar, Tepebaşı’nda Dram Sahnesi vardı; şimdi maalesef otopark oldu. Her cumartesi günü çocuk tiyatrosuna giderdik. Aynı oyunu defalarca seyrederdik. Ben de eve dönünce herkesin rolünü oynardım. Tabii o zamanlar televizyon, bilgisayar yoktu. Tek eğlencemiz tiyatroydu.
Oyunculuk yeteneğim bana babamdan geçti diyebilirim. Babam müthiş bir komedyendi. En basit bir olayı anlatırken bile, insanlar gülmekten kırılırdı. Bugün olsa, babam iyi bir stand-up sanatçısı olabilirdi. Sesi de çok güzeldi; ona hafız derlerdi. Babamın genleri çocuklarıma da geçti. Küçüklüğümde, ben de evimize gelen misafirlerin arkalarına geçer onların yaptığını taklit ederdim. Tabii ki annemden de azar işitirdim.
Esas yeteneğim Dostluk Yurdu Derneğinde keşfedildi. Gerçek bir tiyatro okulu olan DYD’ye 1984 yılında girdim. Birkaç hanım arkadaşım bir tiyatro oyunu yapmaya karar vermişlerdi. Benden bu konuda yardım istediler. Ne yapacağımı bilmeden kabul ettim. Kuliste onları giydirip, sahneyi düzenliyordum. Arada da ışık ve efekt yapıyordum. Tabii ki bir sürü aksaklıklar oluyordu ama mutluydum. Orada olmak, o arkadaşlarla bir şeyler yaratmak çok hoşuma gidiyordu. İnanmayacaksınız, her gün briç oynayan ben, her şeyi bırakıp, her gün derneğe gitmeye başlamıştım. Kulis çok farklı bir yer. Orada tek vücut oluyorsunuz; en yakınınızla bile paylaşamadığınız şeyleri orada paylaşıyorsunuz. Hele oyunun başlamasına beş dakika kala, herkesin el ele tutuşup dua etmesi, apayrı bir olay. Anlamak için bunu yaşamak lazım.
Peki, sahne arkasından, sahne üstüne geçişiniz nasıl oldu?
Sahne hayatım, ertesi yıl için hazırlıklarına başladığımız bir oyunda rol alan bir arkadaşımızın hamile kalmasıyla başladı. O oyundan çekilince, iş başa düştü. Çıkış o çıkış. Otuz yıldır da bir daha sahneden inmedim. Zaten sahne bir virüstür. DYD’nin Osmanbey’deki lokalinde, bir avuç ev hanımı harikalar yarattık diyebilirim. Daha sonra olayları büyütmeye başladık. Profesyonel yönetmenler, dekorlar, kostümler, dış mekânlar, turneler. Evet, büyümek, görkem, güzeldi ama bana sorarsanız büyüdükçe küçüldük.
DYD deyince birçoğumuzun aklına o muhteşem tiyatro ekibi ve oyunları gelir. Şimdi artık DYD yok. O kadro dağıldı mı?
Evet, DYD deyince herkesin aklına hemen tiyatro gelir. Hatta sokakta gördüklerinde bizi tanıyanlar “bu sene ne var?” diye sorarlar. Maalesef artık DYD yok ama o muhteşem kadrodan tiyatro aşkıyla kıvranan (birçoğu dağıldıysa da) muhteşem bir ekip hâlâ var ve ben onlarla özerk olarak çalışıyorum. Cemaatimizde kim bizden yardım isterse her zaman yardıma hazırız. Örneğin geçen yıl Or Yom yararına bir oyun yaptık. Gerçek bir hayat hikâyesinden (babaannemin hayatıydı) yola çıkarak kaleme aldığım ‘Raşel’in Masalı’ adlı bir oyundu. İstanbul’un en seçkin semti olan Hasköy’den Tekirdağ’a gelin giden bir genç kızın trajik öyküsünü biraz kurgulayarak oynadık. Bir zamanlar hiciv tarzı oyunlar çok hoşa gidiyordu. İnsanlar kendilerini sahnede görünce gülüyorlardı. Şimdi hayat şartları çok değişti. İş stresi, trafik problemi de işin ayrı bir boyutu. Ayrıca muhitler de değişti, evler uzak. Bir de bizim için çalışmak çok zorlaştı, artık sahnemiz yok. Önce evlerde başlıyoruz provalara. Sonra okulun bir sınıfında… Beden eğitimi salonunda çalışmak pek verimli olmasa da yine de elimizden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Amaç güzel, bir arada olmak güzel. Kopmamaya gayret ediyoruz. Kendi açımdan şartlar ne olursa olsun sağlığım el verdikçe her zaman yardıma hazır olacağım.
Aşağı yukarı her sene farklı bir oyunla karşımıza çıkıyorsunuz. Bu sene bize ne sürprizler hazırlıyorsunuz?
Evet, hiç ara vermeden 30 yıldır her sene değişik oyunlarla karşınıza çıkıyorum. Bu sene de sürpriz olsun…
Biraz da Judeo-Espanyol’a olan tutkunuzdan bahsedelim. Peki ya genç nesil… Bu lisan yok oluyor galiba…
Büyükannelerle büyüdüğüm için Judeo-Espanyol ana dilim diyebilirim. Ne yazık ki bu lisanı bizim nesil öldürdü, onu canlandırmak da yine bizim neslin görevi. Bir dönem, gençlere bildiklerimi öğretmek amacıyla bir kurs başlattım. Ama ne yazık ki, sene başında 18 kişiyle başlayan sınıf sene sonunda iki kişiye düştü. Kalanlar da, bu lisanı bilen yaşıtlarımdı. Ne yazık ki son senelerde Judeo-Espanyol lisanında oyunlar da yapmıyorum zira o lisanı anlayan ve bundan 30 sene önce o oyunları izleyen kitle artık ya çok yaşlı ya da bu dünyadan göçüp gitti. Gençler anlasın diye Türkçe ve biraz da kültür ağırlıklı teatral belgeseller hazırlıyoruz. Ama gelenler yine bizim nesil. Üzülerek gençlerde fazla duyarlılık kalmadığını görüyorum. Örneğin benim iki oğlum da konservatuarda okudu, sanatla uğraşıyorlar ama tiyatroya gitmiyorlar.
Son olarak boş zamanlarınızı nasıl değerlendirirsiniz? Ufukta farklı projeler var mı?
Hobilerime gelince, müzik dinlemeyi çok severim ama en çok da tiyatroya giderim. Bazı oyunları üç kez seyrettiğim olur. Oyuncular sahneye nasıl giriyorlar, nasıl duruyorlar, bunları gözlemlemek hoşuma gider. Bu yıl Beşiktaş Belediyesi’nin başlattığı, drama ve uygulamalı tiyatro kursuna devam ediyorum. Biraz geç oldu ama olsun, sahnede olmak doğaçlama yapmak çok keyifli.
Bir de bazı şarkılara Judeo-Espanyol söz yazıyorum. Geçen yıl NES korosuna birkaç şarkı sözü yazdım, ama bu yıl koro da olmadı. Bir gün birilerine lazım olur diye, kalıcı bir şeyler bırakmak güzel.
Tümü Judeo-Espanyol lisanında olan bir oyun yazıp oynamak isterim. Yalnız şarkılarla değil, tiyatroyla da Türk Sefarad Yahudilerinin yaşamını dünyaya anlatmak güzel olur. Kim bilir? Belki bir gün…