Seçimler yaklaşırken, sosyal medya çarpanıyla büyüyen siyasi gerilim sokaklara yansımaya başladı. Endişeyle izlemekte olduğumuz toplumsal cinnet halini sorgulamak üzere İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi, sosyal bilimin duayenlerinden Profesör Ayhan Aktar ile görüştük.
Epey bir süredir gündelik hayatta farklı görüşlere sahip kişilerin bir masa etrafında oturup tartışamamasından yakınır olduk. Seçimler yaklaşırken, sosyal medya çarpanıyla büyüyen siyasi gerilim nihayetinde sokaklara yansımaya başladı. Endişeyle izlemekte olduğumuz toplumsal cinnet halini sorgulamak üzere bu hafta İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi, sosyal bilimin duayenlerinden Profesör Ayhan Aktar ile görüştük.
Yakın zamanda ortaya atılan yerli ve milli beyanatından yola çıkarsak, iktidarın desteklediği bir ‘makbul vatandaş’ ölçütü var. Siz nasıl yorumluyorsunuz?
Türk muhafazakar düşüncesinde ‘yerli ve milli’ vurgusu öteden beri vardır. Öncülü 19. yüzyılın son çeyreğinde kurulan İttihat ve Terakki ile birlikte Türkiye’de Batıcı modernleşmeci bir siyasi akım ekolü; devamı ise Cumhuriyet Halk Partisi’dir.
Vatanına milletine bağlı, rejimin tamamen yanında davranan, “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun!” sloganını benimsemiş, içselleştirmiş, eğer kadın ise “Vatana millete hayırlı çocuklar” doğurmakla kendisini mükellef hisseden, eğer erkekse, vatan bayrak milleti her şeyin önüne koyan, uyumlu, itiraz etmeyen, “Büyüklerimiz her şeyin iyisini bizden daha iyi bilir” diyen kişidir. Böyle bir makbul vatandaş tipi vardır.
Bu makbul vatandaş 1970’lere kadar geldi; sonra sol hareketler başladı. 68 kuşağı o makbul vatandaş çizgisinden çıkıverdi birden. Gençlerin bir kısmını 12 Mart’ta idam ettiler. Çok büyük bir insan grubu yıllarca hapislerde kaldı. Makbul olmak, zaman içinde, okumuş yazmış insanlar arasında vazgeçilen bir şey oldu.
Şimdi AKP’nin kurmaya çalıştığı yeni bir makbul vatandaş tipi var. Onlar da Kemalistler gibi, ama tercihen İmam Hatip mezunu, vatanına milletine bağlı, büyüklerini sayan - küçüklerini seven insanlar istiyorlar... Gündelik hayat referanslarını dinden alan, ama modern insanlar. AKP’nin moderninin alaturka tanımları var, mesela TOKİ evleri ve AVM’ler gibi... AKP’nin hayalindeki İstanbul, Dubai’ye çok benziyor. Üç beş tane tarihi Osmanlı binası arasına dikiverelim gökdelenleri şeklinde.
Ama bu makbul vatandaş tanımı problemli. Belki de Kemalistlerin tanımı kendi içinde daha tutarlıydı. Çünkü Kemalistlerin makbul vatandaşı tanımladıkları yıllar 1930’lar ve 1940’lar... Nüfusun yüzde 15’i şehirlerde, yüzde 85’i köylerde yaşıyor. Köylerin yolları yılda altı ay kapalı kar yüzünden... Böyle küçük şehirli toplum var. Onlar kendi aralarında tango, foxtrot yapıyorlar... “Biz ne kadar modernleştik,” diyerek birbirilerini idare ediyorlar... Ama o dönem bu hayallere imkân veren bir sosyoloji var. İstanbul’da yapılan tangoyu Elazığ’da gören yok, birbirleriyle haberdar olma durumu yok.
Şimdi bugün köylülük yüzde 15’lere gerilemiş, 5 milyon kredi kartı borçlusu var. Bankaların web sitelerinde ödenemeyen krediler dolayısıyla satılığa çıkmış ev ve arabalar sergileniyor. Bu kadar hızlı şekilde orta sınıfı gelişmiş ve tüketim canavarı haline gelmiş toplumda, genç kızların akşam yatmadan önce Yasin-i Şerif okumalarını, haftada bir hatim indirmelerini, genç erkeklerin kız arkadaşlarıyla gezmek yerine tasavvuf sohbetlerine gitmelerini falan beklemek bence bir İslami ütopya olarak kalıyor. Geçenlerde komik bir haber vardı. Malum, Milli Eğitim Bakanlığı artık sınıflara Fatih Projesi ile ‘akıllı tahta’ koyuyor. Bu yeni teknoloji ile sınıf olarak internete bağlanmak mümkün. Ankara’da bir lisede çocuklar, bilgisayarın şifresini kırmışlar ve internette porno film izlerken yakalanmışlar. Şimdi bu çocukları ne yapacağız? İmam Hatip’e yollasak, cinsel fantezilerinden vazgeçerler mi acaba?
Makbul vatandaş tanımı kadar sorun yaratan sanki biraz da bu kalıpların dışında kalanların vatan hainliğine gidecek kadar şeytanlaştırılmaları...
Gezi’den ve özellikle 17-25 Aralık’tan sonraki süreçte AKP yönetimi ve Sn. Erdoğan tabanını karşı tarafı ayrıştırarak bir arada tutmayı tercih etti. Üslup da giderek sertleşti. Herkes darbeci, Amerikan emperyalizmin adamı, paralelci, çeşitli lobilerin uzantısı olarak tanımlanıyor...
Bu tavır bizim memleketin insanının fabrika ayarlarında vardır. Ne kadar anlayamadıkları, açıklayamadıkları, açıklamak istemedikleri, açıkladıkları takdirde sonuçlarından rahatsız olacakları şey varsa Amerikan emperyalizmi, Yahudi lobisi, Ermeni lobisine bağlarlar. Ben bunları ‘ev kadınları sendromu’ olarak adlandırıyorum. Bizim ev kadınlarımız için evin haşarı çocukları aslında birer melektir. Ama çocuğun arkadaşları kötüdür. Çocuğun haşarılığı, yamukluğu anne tarafından görülmez; bütün fatura arkadaşlara çıkar.
Sayın Erdoğan’ın 17-25 Aralık’ı takip eden süreçte “onlar ve biz” ayrımı, millilik-gayrimillilik ayrımı aynı kurgunun parçaları... Ama 2011 seçimlerinden bu yana AKP oylarının yüzde 18’i kaybedildi. Bu düşmanlaştırma operasyonunun başarılı olmadığını, önümüzdeki seçimlerde AKP oylarının daha da düşebileceğini düşünüyorum.
Şu anda yaşadığımız toplumsal gerilimi kutuplaşma olarak tanımlamak doğru mu?
Evet, bunun adı kutuplaşma. Dünyanın birçok ülkesinde iki partili rejim var, örneğin ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçiler var. İngiltere’de de Muhafazakarlar, İşçi Partililer var. Ama hiçbiri birbirine bu kadar diş bilemiyor. Bu diş bilemenin altında ben iki sebep görüyorum.
Birincisi, toplumun çok hızlı değişmesi... Son on senedir TC vatandaşları uçuyor. Havaalanlarında rötar oluyor. İnsanlar kapitalist tüketim ekonomisinin ciddi bir parçası oldular. Bu değişim makbul vatandaş fikriyatını bozmakta. Artık bayramlarda çok az insan gidip dedesinin elini öpüyor. Ya “Dedeciğim, n’aber?” diye mesaj atılıyor ya da bütün akrabalara toplu bir cep mesajı gidiyor. İkinci nokta ise demokratik rejimlerde, iktidara gelmek kadar gitmek de önemlidir. Ama görebildiğim kadarıyla 13 senelik iktidardan sonra gitmemek için her şeyi yapacak bir AK Parti iktidarı var.
Sizce daha çok hangi eksenler üzerinden ayrışıyoruz? Etnik, dini kimlikler, ekonomik sınıflar ya da siyasi figürler?
Ayrışma eksenlerinde din önemli; Alevi-Sünni. Müslüman ve gayrimüslimler diyeceğim ama gayrimüslimlerin oranı tüm toplumda yüzde birin altında olduğu için artık katmıyorum. Türk-Kürt ayırımı önemli. Yine, kentli ve yeni kentlileşmiş ayırımı ki bunlar yeni gelişmiş sınıflar açısından önemli.
Ekonomik sınıflar, etnik ve dini kimliklere kıyasla önemini yitirdi mi?
Hayır, sadece öneminin altını vurgulayan bir siyasi hareket yok. Türkiye’de muhalefet bu çerçevede 1970’lerin Ecevit kasketini takıp gezmeyi bir şey zannediyor. Siyaset, dünyanın en yaratıcı işlerinden biridir. Siyasi yaratıcılık olmayınca, eski günlere dönelim, 10.Yıl Marşını hep bir ağızdan daha güzel söyleyelim, köy enstitülerini, halkevleri yeniden açılsın, Sümerbank yeniden don üretsin, basma dokusun diyen, kafasında 2023 hedefi olmayan bir muhalefetimiz var. Hayalhanesi bu kadar dar olan bu muhalefetin fakirliği, ekonomik eşitsizliği gündeme getirmesini zaten beklemiyorum. Tayyip Erdoğan’ın eski Türkiye dediği şey, her ne kadar maddi temeli yıkılmış olsa da bir ideoloji olarak aramızda yaşıyor.
Geçtiğimiz haftalarda gazete binaları, parti merkezleri ve gazetecileri hedef alan şiddet olayları, toplumda biriken gerilimin dizginlenmesinin günden güne zorlaştığını gösteriyor. Bugün yaşadığımız süreci geçmişteki linç girişimlerinden farklı kılan unsurlar var mı?
Türkiye’de merkezi otoriteden yeşil ışık almayan hiçbir linç girişimi olamaz. Bu, 1896’da, Kumkapı’da Ermeni nüfusun dövüldüğü zamanlardan bu yana böyledir. Ülkemizin ilk pogromu 1896’dadır. Sonra 1934 Trakya Yahudi Olayları gelir. 6-7 Eylül de, Madımak da, geçen günlerde bir yandan Hürriyet gazetesini basmaya çalışırken, bir yandan da HDP ilçe merkezlerini ateşe verenler de bir yerlerden yeşil ışık almış insanlardır. Bizim vatandaş tanım icabı ürkektir, korkar. “Korkma, yürü!” diyen biri varsa da yürür. Bu olayların olduğu şehirlerde önce polis müdürlerinin, savcıların sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.
Peki sizce bir toplumsal çözülme yaşadığımızı söyleyebilir miyiz?
Toplumsal çözülme çok değer yüklü bir kavram. Ben sosyal bilimci olarak çözülme demem ‘değişim’ derim.
Adalet duygusunun zedelenmesi olsun...
Tabi, bunların hepsi hızlı toplumsal değişimin sonucu. Bugün “Rabbena, hep bana!” diyen bir çoğunluk vardır. Her an her şeye sahip olmak isteyen, giderek daha çok kendini ortaya çıkarmak isteyen... Sokaklarda gezerken görüyorsunuz. Evvelden narsisizm bireysel psikolojik bir hastalık olarak tanımlanırken şimdi maşallah bir kitle hareketine dönüştü. Herkes ellerinde akıllı telefonları çubukların ucuna bağlamış, her yerde fotoğraf çekiyorlar. “Ay! Ben Taksim Meydanındayım,” “Ay! Ben umumi tuvaletin kapısındayım!” Böyle bir toplumda, değer yargıları elbette sarsılır.
Bir de modernleşme temelli demokratik geçiş teorilerinde vardır. Ekonomik kalkınmanın demokratikleşmeyi beraberinde getireceği inancı. Ancak şöyle bir olgu da var. Orta sınıflar gelişiyor ama daha geniş hak ve özgürlük talebinde bulunmak yerine mevcut konumlarını muhafaza etmek adına verilen kadarıyla yetinme ve ses etmeme yoluna gidiyorlar. Katılıyor musunuz?
Şöyle diyelim. Modernleşme oluyor. Orta sınıflar gelişiyor. Fert başına düşen gelir yükseliyor. Ama daha fazla demokrasi talep eden toplumun dar bir kesimi. Çoğunluk, kendi cebine dokunulmadığı müddetçe sokağa çıkmıyor. Ama şimdi bugün dolar 3 lira. Önümüzdeki yılın tahminleri ne yönde acaba? Bir de tabii ki otoriter demokrasi diye bir kavram var. Demokrasiyi sadece seçimle sınırlayan.
Bu tarz yönetim şeklinin bizim toplumumuzun genetik koduyla uyumlu olduğu çıkarımını yapabilir miyiz?
Bu genetik kodlara çok fazla inanmıyorum. İstiyorsanız ‘kültürel fabrika ayarları’ diyelim. Ama geçmişinde padişahlık yönetimi olan, uzun zaman tek parti rejimiyle idare edilmiş, yavaş yavaş kapının önüne çıkmaya alışmış bir insan grubunun, birden sofistike siyasi taleplerle ortaya çıkmaları zor. Şu anki durum “Üretilen zenginlikten ben ne kadar kaparım?” diyen bir insan grubu var. Genişleyen ekonomi birilerine pay dağıtmış, ama artık pay dağıtamayacak duruma geliyor.
Özellikle son birkaç aydır karşılıklı tırmanan şiddet toplumdaki eski yaraların kabuklarını kaldırdı... Herkesin birbirine sorduğu soru şu: Bu ülke nasıl yönetilecek? Bizi bir arada tutan değerlerden ne kaldı?
TC vatandaşlığı hâlâ önemli bir değer. Bakın Rıza Zarrab, TC vatandaşı olmak için gazetede yazanlara göre bazı memurlara ‘hediye vermiş’ bir kardeşimiz! Demek ki hâlâ önemli. Ama nüfusu 80 milyona dayanmış bir ülkeyi her kararı Ankara’dan vererek yönetemezsiniz. Erzincan lisesine atanacak öğretmenin tayinini Ankara’dan yaparak bu işi sürdüremezsiniz. Merkezden taşraya yetki devri yapmak zorundasınız. Tabi bunu biz böyle telaffuz edince Kemalistler “Aman ülke bölündü, bölünüyor!” diye feryat ediyorlar. Taşraya yetki devri sadece Erzincan için değil Mersin için, Samsun için de geçerli. Bırakın valilerini seçsin Mersinliler, atamaları da o vali yapsın. Mersin’deki liselere atanacak İngilizce hocalarının atamasını onlar yapsın. Bu konuda en içi yanık olan Kürtler. Ama onlardan bir plan duyduk mu henüz? Hayır! Birtakım özerklik lafları ediyorlar. Özerklikten anladıkları PKK’lıların dağdan inip şehirlerde gezinmeleri. Kürt siyasilerinden “Biz Venedik Şartı’nı istiyoruz” yahut, “Efendim, yönetim AB gibi olsun” laflarını duymadım. Bunları tam net göremedim. Herhalde bir yerlerde konuşuyorlar. Ama bunu kamuoyuna başı sonu belli bir proje olarak sunamadılar.
Fırsat verilse, belki Erzincan valisi TOKİ’ye dört tane blok yaptıracak kamu arazisi üzerine ve diyecek ki “Kardeşim, buraya atanacak olan matematik öğretmenine bir lojman da veriyoruz. Genç bir matematik hocası “İstanbul’da bu maaşla sürüneceğime Erzincan’da iyi yaşarım” diyebilir. Belki bu şekilde Erzincan’daki okulların ÖSYM sınavındaki sıralaması yükselir. Bitlis’in yükseldi mesela. Eren Holding’in sahibi olan hayırsever Eren ailesi orada okullar ve fen lisesi açtı, öğrenci yurtları açtı. Sıralama değişti. Ben Bitlis halkının kendi valisini en iyi şekilde seçebileceğine inanıyorum.
Yetki devri yaptığınız zaman karşınızda ilgilenmeniz gereken ciddi işler kalır. Böylelikle devlet, büyük altyapı yatırımları, enerji, savunma, dış politika, eğitim standartları belirlenmesi, müfredatın yenilenmesi gibi önemli işlerle ilgilenebilecektir.
ÖNÜMÜZDE SEÇİMLER VAR. GÜVENLİK GEREKÇESİYLE SANDIKLARIN TAŞINMASININ YENİ BİR İNFİAL DALGASI YARATMA RİSKİ VAR MI?
Seçim yapılacak. Kasımdaki seçim sonuçlarının hazirandan çok farklı olmayacağını düşünüyorum. Bunun yapılmasını istemeyenler var. Veya yapılırsa sonuçlarının belli bir şekilde çıkmasını isteyenler... Son günlerde PKK’dan ve Kürt temsilcilerden basına yansıyan birtakım mesajlar gelmekte. “Sandıklar taşınırsa, biz seçimi boykot ederiz” şeklinde. Şimdi boykotu telaffuz eden Kürt siyasi hareketi üyeleri, 80 milletvekilinden 60’ını AK Parti’ye hediye etmiş olur. Zaten YSK Sandık Taşıma uygulamasından vazgeçti. Aslında, HDP’nin gözünü dikmesi gereken seçmen Batı’daki seçmendir. Dünyanın en büyük Kürt şehri İstanbul’dur; Diyarbakır değil. Dolayısıyla ben boykot laflarını duydukça, bazı Kürtler AKP’ye çalışıyor diye düşünüyorum.