Ortadoğu her zaman olduğu gibi günümüzde de savaş alanı… Konu Yahudi-Arap ya da İsrail-Filistin konusu olmanın ötesine geçti. Bölgede, yüz küsur yıllık tarihinden günümüze miras kalan görüşler ile harmanlanmış ve sönmesi gitgide olanaksızlaşan bir yangın var.
Siyasi İslam, Arap milliyetçiliği, Osmanlı İslamcılığı, feodalizm, şimdilerde Rusya’nın da alenen dâhil olduğu itiş kakış içinde, girift ilişkilerle karmaşıklaşan bir ortamdan söz ediyoruz. Politikaların etnik ve dini temeller üzerine dayandırıldığı bir gelenekten değişik bir durum çıkması mümkün olmasa gerektir. Farklılıkların çıkarlar uğruna kurban edildiği bu coğrafyada, dolayısı ile eğriyi doğrudan ayırmak hep zor olmuş, bulanık suda yönünü bulabilenlerin başarılı oldukları kaotik bir ortam, buraların değişmez özelliği olarak kendini göstermiştir.
ARAP TOPLUMUNUN TEMSİLCİSİ HACI EMİN EL HÜSEYNİ
Böylesi bir ortama su taşıyanların biri, 1921 yılında Filistin Manda İdaresi Genel Valisi Sir Herbert Samuel tarafından Kudüs Müftülüğüne getirilen ve daha sonra Arap toplumunun temsilcisi olarak kabul edilecek olan Hacı Emin El Hüseyni’dir ve üzerinde konuşulması gereken bir kişilik.
Önceleri Osmanlı İslamcılığına sadık, Padişah’ın cihat çağrısıyla harekete geçen orduda subay rütbesi ile karşımıza çıkar. Burada Alman askeri danışmanları ile ilk temasını sağlar. Osmanlı – Alman koalisyonunun Arapça konuşan bölgede gerilemeye başlaması ile birlikte İngilizlere yanaşır, hatta onlar adına casusluk bile yapar. Böylece Londra’nın buradaki temsilcileri arasında tanınır, güven duyulan bir şahsiyet haline gelir. Dolayısı ile Samuel’in ileriki zamanlarda kendisini Kudüs Müftüsü olarak atamasına şaşmamak gerekir.
Balfur Deklarasyonunun yayınlanması ile Yahudiler ilk kez ajandasına düşman kimliği ile girer. Gelişen Yahudi yerleşimlerine verilmesi gereken en kısa ve etkin cevabı din destekli Arap milliyetçiliğinde bulur. Filistin’in kurulacak Büyük Suriye’nin bir parçası olması en büyük idealiydi. Ancak savaş sonrası Paris Barış Görüşmeleri, kendisini tarifsiz bir hayal kırıklığına uğratacaktı.
Görüşmeler sonucu Suriye’nin Fransa’nın mandasına verilmesi, Faisal’ın Irak Krallığı uğruna Büyük Suriye’den ve Filistin halkından vazgeçmesi, birçok Arap genci gibi, kendisini de sarsar. Artık, ne İngilizlere ne de Haşimilere güvenecek ve bunlara derinden derine bir düşmanlık beslemeye başlayacaktı. O, bundan böyle, İslam’ı referans alan bir Arap milliyetçisi çizgisine kayacaktı. Her zaman yüreğinde yaşayacak Büyük Suriye’nin oluşması için, bugünkü Suriye topraklarının yanı sıra, Lübnan, İsrail, Ürdün, Batı Şeria, Gazze Şeridini de içine alacak, hatta belki daha da fazlasına hükmedecek bir Arap krallığı oluşması için çalışacaktı.
El Hüseyni o zamana dek pasif kalmış Filistinli Araplar arasından sivrilecek ender Müslüman isimlerden biri olacaktı. O güne dek Arap milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapmış sosyalist görüşlü Hıristiyan Filistinlilerin arasından sıyrılmış, milliyetçilik ile din, Arap halkı ile İslam arasında doğrudan ilişki kurmuş, bunların aynı şeyler olduğunu düşünmüş ve buna göre hareket etmişti.
Londra hükümetinin güvenini kazanmak kendisine sağladığı desteği devam ettirerek bölgede siyaseten güçlenmek attığı ilk adım olmuştu. Bu anlamda, Kudüs Müftüsü olarak atanması ve Filistin’deki Arap toplumunun tek resmi temsilcisi olarak benimsenmesi, rakiplerine karşı bir güç vermiş, fikirlerini rahatça uygulayabilecek manevra sahasına sahip olmuştu. Bu anlamda, Hacı Emin El Hüseyni gibi bir kişiliği resmi bir göreve atamak, İngiliz dış siyasetinin ciddi hatalarından biri olarak kayda geçmiştir, şüphesiz… Daha çok sosyal sorunlarla ilgilenmek, sağlık, eğitim ve yardım konularını organize etmek için kurduğu Yüksek İslam Konseyi zaman içinde Arap nüfusun siyasi liderliği haline gelir… Ancak bu siyasi liderlik giderek İslam’ı referans alır, bu da toplumsal gerilimin artmasına neden olur. Yahudilerle olan ilişkiler din esaslı bir husumete bürünürken, Arap halkının Hıristiyan unsurları kademeli olarak karar alma mekanizmalarından dışlanmaya başlanır. Bu anlamda İngilizler ancak 20’li yılların ortasından itibaren hata yaptıklarını anlamaya başlayacaklardı.
KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ETKİLERİ
Tam da bu sıralarda Anadolu’da yaşanan toptan bir kurtuluş savaşı bölgedeki dengelere etki edecek özellikler taşımaktaydı. Paris Barış Görüşmeleri çerçevesinde Osmanlı Devleti ile imza altına alınan Sevr Anlaşması, Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu’da başlayan bir savaşla karşılaşmış, halkın İngiltere, Fransa ve onların yönlendirmesindeki Yunanistan ile İtalya’ya karşı yürüttüğü kararlılıkla başarısızlığa uğratılmıştı. Bu süreçte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin yapılanması da, İslam’a bakışı da Osmanlı Devletinden farklı olmuştur. Durum hem Avrupa’nın egemen güçleri hem de Ortadoğu halkları açısından anlaşılmaya muhtaç olmuştur. Bu anlamda, Kurtuluş Savaşı sonrasında geliştirilen reform hareketleri çerçevesinde, örneğin, hilafetin kaldırılması İslam dünyasında geniş yankılar bulmuş bir adımdır. Kimine göre bu İslam inancına büyük bir darbedir. Oysa çok değil, bundan 10 yıl önce, Halife Padişahın yaptığı cihat çağrısı İslam âleminde sağır kulaklara düşmüş, Arapça konuşan nüfus başta olmak üzere kimselerin ilgisini çekmemişti.
Hilafetin kaldırılmasından yalnızca iki gün sonra, Irak Kralı Faysal ve Ürdün Kralı Abdullah’ın babaları Mekke Şerifi Hüseyin Bin-Ali kendisini yeni halife ilan edecektir. 1915 tarihli McMahon mektuplaşmaları çerçevesinde, kendisini halife eden Mekke Şerifi’nin bunu Londra hükümetinin bilgisi dışında yapmış olması olanaksız görünmektedir. Bin Ali’nin çok düşmanı vardır, dolayısı ile kendisini halife ilan etmesi birçok çevre tarafından hoş karşılanmaz… Bu çevrelerden biri de, Hicaz’daki yapılanmaya karşın Arap Yarımadasının derinliklerinde bir krallık oluşturan Suud ailesidir… Ibn Suud 1925’e gelindiğinde, Bin Ali’nin Haşimi hanedanını yarımadadan kovacak ve Suudi Arabistan’ı kuracaktır.
Arap dünyasına etki edecek olaylardan biri de Müslüman Kardeşler adı altında yapılanacak yeni bir grubun oluşmasıydı. 1928’den itibaren etkin bir şekilde örgütlenmeye başlayan grubun İslam’a siyasi bir kimlik katmada azımsanmayacak bir katkısı olmuştu.
Militan Arap milliyetçilerinin Britanya ve Fransa’nın bölgede yürüttükleri manda idaresinden hoşnut olmamaları, buradaki Yahudi varlığının Arap halkı aleyhine tehlikeli bir şekilde gelişmeye başlaması sonucu gelişen olaylar, zaman içinde Almanya’nın işine yarayacak, İkinci Dünya Savaşı süresince Nazilerin sömüreceği bir ortamın hazırlanmasına önayak olacaktır.
PAN İSLAMİZM
Burada bir parantez açmak ve gelişen Pan İslamizm fikrine 1920’li yıllarda Sovyetler tarafından da sempati ile bakıldığını söylemekte fayda var. Osmanlı idaresindeyken emellerini yerine getiremeyen Enver, şimdi Sovyetler ile ele ele, getirilmiş olduğu Asya Departmanının başında Doğu halklarını örgütlemeye çalışmaktadır ve bunu yaparken İslam temasını kullanmaktadır. 1920 tarihli Bakü toplantısında alınan karar uyarınca, Sovyetler içinde bulunan İslam unsurlarının Bolşevik devrimin prensipleri doğrultusunda yapılandırılmaları, bunların Batı Avrupa’daki Fransa, Britanya, Almanya kapitalizmine karşı kullanılması fikri benimsenmişti.
Lenin’in politbüro yoldaşı Grigory Zinoviev’in ifade ettiği gibi Pan İslamist hareket bir Sovyet icadı değildi ancak bu oluşumun Bolşevik fikir lehine kullanılması etkin sonuçlar çıkarabilir, Kızıl Doğu ile Batı Emekçilerinin bir araya gelmesinden oluşacak yapı yeni bir uygarlığın oluşmasına zemin hazırlayabilirdi.
Enver’in de üzerinde çalıştığı bu plan, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Von Oppenheim’ın Kaiser’e sunduğu ve İslam’ın mobilize edilmesi üzerine geliştirilen plandan farklı değildir. Çarpıcı olan ise, Marksist ve proleter hiçbir öğenin yer almadığı bir işleyiş önermesidir. Bu Sovyetlerin, Afganistan üzerinden Hindistan’a ve Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya inme planlarının bir ayağı olarak algılanmalıdır. Aynı zamanda, siyaseten güçlenmeye başlayan batının önüne set çekme denemesidir.
Gelin görün ki Enver’in Sovyetler ile flörtü uzun sürmez. Pan İslamcı ve Pan Türkçü görüşleri çerçevesinde, bir süre sonra, uzun zamandır çalıştığı Sovyetlerin karşı saflarına geçecek, etkisi altındaki İslam savaşçılarını, hayranlık duyduğu Almanların desteği ile eğitmeye başlayacaktır.
Bu çalışmaların ortasında, Enver 1922 yılında Tacikistan’da yakalanır. Bir Sovyet mangası tarafından kurşuna dizilir. İronik olarak onu yakalayan birliğin komutanı bir Ermeni’dir.
Bu iki isim, Hacı Emin El Hüseyni ile Enver, Yakındoğu olarak tanımlanması gereken siyasi coğrafyada İslam temasını etkin şekilde kullanan ve kullandıran şahsiyetler olmuşlardır. 20. yüzyılın ilk yarısında, dünyadaki egemen ülkeler arasındaki çekişmelere alet edilen bu temanın bugün dahi sömürülmesi o günlerde başlayan bir geleneğin devamı mıdır? Geçtiğimiz dönemde Kafkaslarda yaşanan çekişmeler ile bugünlere gelindikçe, Arap Baharı’nın sahte görüntüsü etrafında kendine hayat bulan acımasızlık, Enver ve El Hüseyni gibilerin mirasları mıdır?
Tartışılmaya değer!