İskender ve ordusu yeni maceralara doğru ilerlediği bir gün, korkunç bir gümbürtü yeri göğü inletmeye başladı. Bu gürültüler, ordusuyla doludizgin ilerleyen İskender’in yol ortasında karşısında beliren bir nehirden kaynaklanıyordu.
Bu nehir daha önce karşılarına çıkan ‘Yaşam Irmağı’ndan çok daha esrarengizdi; sadece akan sulardan ibaret değildi. Nehrin içi kum ve iri kayalarla doluydu. Müthiş bir gürültüyle akıyor, gürlüyordu. Nehirden kopan devasa kaya parçaları, kısa aralıklarla yükseklere fırlayıp, havada patlıyorlardı. İskender, Yahudi askeri bir kez daha yanına çağırarak bu nehrin ne olduğunu öğrenmek istedi. Asker, “Buna SAMBATYON denir. Nehir bu patlamalara, Şabat günü ara verecektir” dedi. İskender, “Bu nehrin altında ne var?” diye sorduğunda, asker, “Kaybolan On İsrail Kabilesinin ülkesi bu nehrin altında kaldı. Bu ülkeyi hiç kimse göremedi” diye anlatırken, İskender, “Bu nehri geçebilen birileri hiç oldu mu?”diye merakla sordu. Asker, “Burayı geçmeye çalışan hiç kimse bunu başaramadı” diye çaresizce ekledi.
Ertesi gün cuma günüydü. O gün İskender hiçbir girişimde bulunmadı. Sabırla akşam olup yıldızların gökyüzünde belirmesini bekledi. Yıldızlar yükseldi ve Şabat başladı. Nehir aynı anda çağıldamayı ve patlamayı durdurdu. Gürültü adeta öldü. Sambatyon altın rengi ışıl ışıl bir kumla kaplı olarak, sakin, parıldıyordu. İskender içinden, “Yarın ordumla birlikte, karşı kıyıya geçerim” diye düşündü. Herkes sakince uykuya yattı. Nedir ki sabahın çok erken bir saatinde yola çıkmak üzere hazırlandıklarında, Sambatyon yoğun kara bulutlarla kaplanmıştı. İskender yarım metre ötesini bile doğru dürüst seçemiyordu. Yine de atına atlayıp nehre hamle ettiği zaman, atı dizlerine kadar nehrin kumlarına saplandı. Bulutları alevler sarmıştı. Güneşin batıp, Şabat’ın bitmesinden hemen sonra, nehrin üzerindeki bulutlar tamamen kayboldu. Nehrin suları kabardı, altındaki kum tabakası gözden yitip gitti. Korkunç gümbürtülerle birlikte kayalar, yine yükselip patlamaya başladılar. İskender müthiş bir hayal kırıklığı içindeydi. Fakat sonra kendini teselli etti, ne de olsa kendisi bir dünya fatihi idi. Bir nehri geçememek dünyanın sonu değildi. Hemen yeni hayaller, hedefler üretmeye koyuldu. Nehrin kenarından uzaklaştı… Yolda adamlarına yeni planlarını anlatmaya koyuldu: “Şimdi hemen yeni projelerimi hayata geçirmenin zamanı geldi. Ben bulutların üzerine yükselmek istiyorum. Daha sonra da denizlerin derinliklerine dalıp, oraları keşfedeceğim” diyerek atını hızla sürmeye başladı.
Konakladıkları yerde, Yeruşalayim’de kendisine verilen teknik bilgileri uygulamaya koydu.
Devasa boyutlarda dört tane kartalı, ayaklarından zincirle bağlayarak dev boyutlarda bir kutunun içine kapattılar. Kutunun ucunda büyük delikler vardı. Delikler, değerli ışıldayan taşlarla kapatılmıştı. Bunlar hazırlandıktan sonra, İskender kutunun kendisi için hazırlanan bölmesinin içine girdi ve kapısını iyice kapattı.
“Kral Nimrod da (Nemrut) aynen böyle gökyüzüne yükselmişti ama o budalanın tekiydi. Gökyüzüne oklar fırlatmıştı. Melekler ise okları kanla bulayıp onun üzerine geri fırlatmışlardı. Nimrod’un üstü başı kan içinde kalmış, giysileri lekelenmişti. O ise Tanrı’yı öldürdüğünü sanıp sevinmişti. Ben ise sadece cenneti uzaktan görmek istiyorum. Amacım orayı fethetmek değil…” diye düşünüyordu. İskender işareti verince, kutunun delikleri açıldı. İçerideki zincirli kartallar ışıldayan mücevherleri kapmak için ileriye atıldılar. Kanatlarını çılgınca çırparken, kutu gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Hızla bulutların üstüne çıktı. İskender aşağı baktığında önce bululardan ötürü bir şey göremedi. Sonra bulutlar aralandı, aşağı baktığında engin denizleri gördü. Ardından karalar gözüne çarptı. Birdenbire yeryüzünün yuvarlak olduğunu fark etti. Bu yuvarlağın en büyük bölümü sularla kaplıydı. Kara parçaları denizlerin arasında yılanlar gibi kıvrılıyorlardı. İskender, “Rabiler haklıymış, Leviatan adlı balığın, dünyayı başı ile kuyruğu arasında sıkıştırdığını söylediklerinde aslında dünyanın yuvarlak olduğunu anlatmak istiyorlarmış. Ne demek istediklerini şimdi anladım” diye düşünüyordu. Yukarıya doğru baktığında güneşin hala çok uzaklarda olduğunu fark etti.
“Cennet bence buralara yakın değil” diye düşünürken, birdenbire kendisini boşlukta bir zerre gibi hissetti. Hem yeryüzünde, hem de gökyüzünde ve hatta cennette bile, bir kum tanesi kadar ağırlığı ve önemi yoktu. Bunu acıyla anladığı anda, belki de hayatında ilk defa gerçekten korkuya kapıldı. Elindeki uzun sopayla deliklerin önündeki mücevherleri boşluğa fırlattı. Kartallar taşlar kaybolunca hızlarını kestiler. Böylece kutu aşağıya doğru hızla alçalmaya başladı. Sonunda kutu yere kondu. İskender, yere salimen ayak bastığında derin bir nefes aldı.
Anladığı ve keşfettiği şeyleri etrafındakilerle paylaşmadı: “Önce denizin diplerine dalmamı bekleyeceksiniz. Sonra her şeyi birlikte anlatacağım” dedi.
İskender’in teknik adamları, onun talimatlarına uyarak, kalın camdan yapılmış, demir çerçevelerle güçlendirilmiş, küre biçiminde bir dalgıç hücresi yaptılar. Bu küre kalın zincirlerle okyanusun dibine indirilecekti. İskender bu küreye girmeden önce tedbirini aldı. Parmağına karısı Roxana’nın, ona daha önce hediye ettiği, sihirli yüzüğünü taktı. Roxana ona bu yüzüğü verirken, denizlerin dibinde karşısına çıkacak olan canavarlardan bu yüzük sayesinde korunacağını söylemişti.
İskender kürenin içine girdi. Yukarıdan onu zincirlerle denizin dibine doğru sallandırdılar. Diplere vardığında, İskender önce hiçbir şey göremedi. Yavaş yavaş gözleri alışınca, yemyeşil ışıklar içinde yüzen türlü çeşit balıkları gördü. O kadar çok balık türü vardı ki, insanların bunları avlayıp görebilmesi imkânsızdı. Bazıları gözle seçilemeyecek kadar incecik ve minik, bazıları ise cam küreyi yutabilecek kadar iri canavarları andırıyorlardı. Kocaman istiridyelerin içinde, ömründe görmediği irilikte inciler gözlerini kamaştırıyordu. Denizin dibindeki bu zenginlikler onu sarhoş etmişti. İskender kendi servetinin bunların yanında bir hiç olduğunu düşündü. Etrafında gördüğü mercan kayalıkları, renk renk bitkiler onu mest ediyordu. Kafası yine hızlı hızlı çalışmaya başladı: “Çok merak ediyorum, acaba bu mercanlarla incileri toplayıp yanımda götürsem, sihirli yüzüğüm beni tehlikelerden korur mu acaba?" İskender aslında çok cesur bir adamdı. Fazlaca düşünmeden cam kürenin kapısını açmaya çalıştı. Yukarıda zincirlerin mekanizmasının başında duran mürettebat komutanı Robus, zincirlerin şakırdadığını duyunca, kralın dönüş işaret verdiğini düşünerek çarkı çalıştırıp küreyi yukarı çekmeye başladı. Heyecanla zincirler elinden kurtulunca, küre hızla dibe indi ve çakıldı. Küre zincirlerin ağırlığı altında paramparça oldu. Robus infilak sesini duyunca, cesurca sulara atladı ve dibe daldı. Efendisi için canını verebilirdi.
İskender ise diplerde bu infilaktan ürküp kargaşa içinde yüzen balıklara bakarken, gözleri kamaşmaya ve sersemlemiş bir halde sularda sürüklenmeye başladı. Bu yarı baygınlık halinin arasında bir deniz canavarının yanına hızla yaklaştığını gördü. Aklına parmağındaki sihirli yüzük geldi, tam onu çevireceği sırada adamı Robus onu gördü. Kralı elinden tutarak hızla yukarılara süzüldü. İkisi de salimen yüzeye çıktılar.
İskender kendini toparlayınca adamlarını etrafına topladı ve: “Yeteri kadar gördüm. Hatta bir ölümlünün görebileceğinden çok daha fazlasını bile gördüm. Anladım ki gökyüzünün öteleri ve denizlerin derinlikleri sadece Tanrı’ya ve orada yaşayabilen canlılara aittir. Biz ölümlü insanların yeri ise yeryüzüdür.
Bu maceralardan ve fetihlerden sonra İskender artık rotasını yurduna, Makedonya’ya çevirmişti. Hemen yola çıkmak istiyordu ama ordusu çok yorgun olduğunu biraz dinlenmek için kamp kurmak istediklerini söyledi. Babil’in hemen dışında kamp kurdular. İskender, İsrail’deki ihtiyar bilgelerin kesin uyarılarını dinleyerek Babil’i fethetmemeye kararlıydı. Kampta ise birdenbire çok ağır hastalandı. Ateşler içinde yanıyor, yataktan çıkamıyordu. O hasta yatarken askerleri arasında isyan baş gösterdi. Askerler Babil’e girmek için ısrar ediyorlardı. İskender subay ve askerleri ile başa çıkamadı, sonunda Babil’e savaş açıldı ve orası fethedildi. Tam o sırada hastalığı çok ağırlaştı ve iki üç gün sonra henüz 33 yaşındayken öldü. Yahudiler onun ölüm haberini aldıkları zaman gerçekten çok üzüldüler. Çok uzun bir zaman onun yasını tuttular. Çünkü onlara çok iyi davranan yakın bir dostlarını kaybetmişlerdi. İskender’den geriye kalan her şey, onun ölümünden sonra, kendi kurduğu ve adını taşıyan, Mısır’daki İskenderiye (Alexandria) şehrine taşındı. Günümüzde de bütün o şeyler aynı şehirde korunmaktadır.
Yazı hakkında notlar: Sambatyon: Asur Kralı Şalmanezer’in, İsrail’in 10 Kayıp Kabilesini, ötesine sürdüğü efsanevi nehrin adıdır. Efsanelerde çoğu kez sudan değil, taştan oluşmuş azgın bir sel olarak betimlenir. Yalnızca Yahudi’lerin geçmesinin yasak olduğu Şabat gününde durulduğu söylenir. Sambatyon’un varlığına kesin olarak inanan birçok Yahudi tarihçiyle, bilim ve din adamı yapıtlarında nehirden ve kutsal topraklardaki yerinden söz etmiştir. İsrail’in 10 Kayıp Kabilesi’nin başına gelenleri öğrenmeyi amaçlayanlar, Ortaçağ’dan,19. yüzyıla değin, Hindistan, Afrika, Çin, Japonya ve İspanya’da nehri aramıştır. Nehirle ilgili efsaneler zamanla Müslüman ve Hıristiyan Edebiyatlarına da girmiştir.
Kaynak: Aunt Naomi’s Stories: Gertrude Landau/ 1919