Biz kimiz?

Tora, kişinin akranına karşı kin gütmesini, hatta ona içerlemesini yasaklar. . Bu yazımızda, büyük din âlimi Maimonides’in kin gütme konusunu nasıl ele aldığını inceleyeceğiz.

Estreya SEVAL VALİ Kavram
28 Ekim 2015 Çarşamba

Tora, kişinin akranına karşı kin gütmesini, hatta ona içerlemesini yasaklar. Kişi, fırsatını bulduğunda, zamanında ihtiyaç duyduğu yardımı ya da eşyayı vermeyen akranından intikam almamalıdır. Aksine, hiç üstünde durmamalı ve konuyu aklından çıkarmalıdır çünkü hatırladığı müddetçe, öç almayı isteyecektir. Bu yazımızda, büyük din âlimi Maimonides’in kin gütme konusunu nasıl ele aldığını inceleyeceğiz.

 

Kin gütme, eylem değil de, öncelikle düşüncede yer alan bir duygu olsa da, Talmud, Yoma 23a’ya dayanan Maimonides, kişinin, içerlediği için eyleme geçtiği durumları mercek altına almaktadır. Aslında yasak Aolan, akranınızdan kalbinizde nefret etmek değildir. Yasak olan, bu yüzden ona karşı fiziksel bir hareket yapmaktır. İntikam almak, sizi inciten kişiye karşı fiili olarak darbe indirmekse, kin gütmek, ondan hâlâ nefret ettiğinizi ve fırsat kolladığınızı göstermektir.

Tora’nın insan hissiyatını dikkate aldığı açıktır; öç almayı ya da kin gütmeyi yasaklarken, buna kalbimizde bile yer vermememizi öğütlemektedir. Ancak fiziksel ya da parasal zarara uğramışsak, durum tabi ki değişir. Buna karşılık içerleme duygusuna son vermemiz gerekir. Bu durum, Yahudi düşünüşünün merkezinde yer alır. Tora emirleri, birkaç istisna dışında, eyleme dayanır. Yüreğimizin derinliklerinde nasıl düşündüğümüzü temel alan emirler pek azdır. Rambam’a göre Tora bize akranımızdan nefret etmeyi yasaklarken, duyduğumuz husumetin giderek artıp taşmasına engel olmaya çalışmaktadır. “Akranını kendin gibi sev” derken, Tora’nın öncelikle kastettiği akranımıza karşı ne hissetmemiz gerektiği değil, ona nasıl davranmamız gerektiğidir. “Göz dikmeyeceksin” emri ise, bilgelerimize göre, arzularımıza gem vurmamızı öğütler: Göz diktiğimiz şeyi bize satması için başkasına baskı yapmamalıyız. Bunun ne kadar yaygın olduğunun farkındasınız, değil mi sevgili okurlar? Kaç kişi baskı ve tehditlere dayanamayarak sahip olduklarını bazen yok pahasına devretmek zorunda kalmıştır.

Görüyoruz ki Tora’nın, insanın en temel duygularına dayanan bazı emirleri, aslında sadece eylem seviyesinde geçerlidir. Bunun nedeni gayet basittir. Tanrı bize nasıl hissetmemiz gerektiğini emredemez. Birinden hoşlanmıyorsak, onu birdenbire sevmeye koyulabilir miyiz? Kin gütmeme emrine gelince, Rambam her ne kadar içerlediğimiz konuyu (ve aslında dünyevi olan ne varsa) aklımızdan silmemizi söylese de, belleğimizi kontrol altına almamız mümkün müdür?

Tora, ayakları son derece yere basan bir kitaptır. Emirleri bir tek eyleme yöneliktir. Akranına, onu seviyormuş gibi ‘davran’. Nefret ve kıskançlığına göre ‘hareket etme’. Akranına, kendisine içerlediğini ‘gösterme’. Bu şekilde davranırsan, göstermelik duygun, eninde sonunda içine işleyecektir.

Duyguları etkilemenin en iyi yolu, hareket tarzını düzeltmektir. Bütün günümüzü akranımızı sevmenin ya da başkalarına nazik davranmanın önemi üzerinde düşünerek geçirebiliriz ama bunu hayata geçmediği sürece hiçbir şey ifade etmez. Yüzmeyi kâğıt üstünde çalışabilirsiniz ama suya girmeden öğrenemezsiniz.

Tora’nın bize aşılamaya çalıştığı şudur: Belli bir şekilde hareket ederken aslında gönülsüz olsak bile, bir süre sonra duygularımız etkilenecek ve olumlu bir şekilde devreye girecektir. Ancak varsayalım ki, duygular henüz doğru yola girmedi. Adamın biri içten içe nefret, kıskançlık ve hırsla kıvranırken, dıştan tamamıyla düzgün ve dürüst bir kişiymiş gibi duruyor. Kafasından bin bir türlü çarpık düşünce geçiyor ama bunların hiçbiri gerçeğe dönüşmüyor. Bu kişi aslında kimdir? Dışa karşı sergilediği zorlama tavır mı, yoksa içinde kaynayan dürtü ve duygular mı? Aşem adamın aslında numara yaptığını ve dıştan göründüğü kişi olmadığını bildiği halde, onu sadık bir kuluymuş gibi ödüllendirecek mi?

Başka bir şey de olabilir. Bir kişi, haklı olarak ruhunun son derece saf olduğunu hissedebilir. En iyi şekilde hareket etmeye çalışıyordur. Kendini, Aşem’e gayet yakın ve bağlı biliyordur. Ancak vücudu, inandıklarına göre yaşamaya, zaman zaman güç bulamıyordur. Gerçek olan hangisidir?

 

DÜŞÜNCELERİMİZ Mİ YOKSA EYLEMLERİMİZ Mİ DAHA ÖNDE GELİR?

Bizler, yüreğimizde yatan duygularız; ruhumuzu oluşturan değerler, hisler ve heyecanlarız. Davranışlarımızın her zaman uyum göstermemesi, kasti olmayan, anormal bir sapmadır. Doğru mu bu, diye sorabilirsiniz. Olmaya çalıştığımız ya da olduğumuzu düşündüğümüz kişi miyiz?

Rabi Chaim Volozhiner’in (1749-1821, Vilna Gaon’un en iyi öğrencisi, Litvanya Yahudilerinin liderlerinden biri) klasik Nefeş aHayim eserine dayanacak olursak, göz önüne alacağımız iki unsur var: Düşüncelerimizin mi, yoksa eylemlerimizin mi daha önde geldiğini düşündüğümüzde, belirgin iki hususla karşı karşıya kalırız: Eylemlerimiz çok daha somut ve elle tutulurdur. Kendi üzerimizde ve çevremiz üzerindeki etkileri çok daha büyüktür. Kim olduğumuzu ve bu dünyada neler başardığımızı gösteren, eylemlerimizdir.

Ancak aynı zamanda, eylemlerimiz bizim dışımızdadır; aslında kim olduğumuzu tam olarak yansıtmazlar. Hepimizin de farkında olduğu gibi, gönlümüz her eylemimize eşlik etmez. İçimizdeki biz, gerçekten öyle hareket etmek istememiş olabilir. Ne var ki, bedenimizi (ağzımızı) kontrol edememişizdir. Eylemlerimiz her ne kadar daha fazlasını ‘yapsa’ da, benliğimizin daha alt bir bölümünden doğar.

Öte yandan düşüncelerimiz çok daha inceliklidir. Bizi yansıttıkları halde çevremize çok daha az zarar verirler. Ruhumuzun çok daha yüksek ve yüce bir kısmından doğarlar. Aklımızdan kötü düşünceler geçirecek olursak, herhangi bir şey “yapmış” olmayız. Buna karşılık Nefeş aHayim’deki benzetmeyi kullanırsak, en kutsal mekâna, Kodeş Akodeşim’e putperestliği getirmiş oluruz. Düşünceler, ruhun en derinlerine işler. Daha az şey ‘yaparlar’ ama daha sert ‘vururlar’. Ve ruhun en üst odalarında meydana gelen bozulma, hiç kuşku yok ki, benliğin her dalı üzerinde yıkıcı bir etki bırakır.

Bunları yazarken, aklımıza istemeden gelen fikir ve arzulardan söz etmediğimizi belirtmeye gerek yok.  Hepimiz insanız ne de olsa. Önemli olan, bilerek ve isteyerek aklımıza getirdiklerimizdir.

 

“BİR GÜNAH HAKKINDA HAYAL KURMAK, GÜNAHIN KENDİSİNDEN DAHA ÖNEMLİDİR”

Talmud bu konuda şöyle yazar: “Bir günah hakkında hayal kurmak, günahın kendisinden daha önemlidir” (Yoma 29a). Günah korkunç bir şeydir ancak bazen gönülsüz ruhu peşinden sürükleyen, etin zayıflığıdır. Bir günahı işlemek hakkında düşünmek, fantezi kurmak, heveslenmek, ruha zarar verme açısından, kişinin bir anlığına kontrolünü kaybetmesinden çok daha yıkıcıdır.

Yahudi Kanunu, eylemi genellikle daha ciddiye alır. Mahkeme, cinayet işleyeni ölüme mahkûm eder. Aslında çok iyi insan olduğunuz halde bir kişiyi ‘merhameten’, ‘namus uğruna’ ya da pek çok geçerli nedenden ötürü bile öldürmeye hakkınız yoktur. Aynı şekilde, gün boyunca patronunuzu nasıl öldüreceğinizi düşünseniz bile, mahkeme sizi hiçbir şekilde suçlayamaz. Yahudi mahkemeleri sadece olaylara ve somut gerçeklere dayanır ve psikolojik ya da duygusal durumların, adaletin doğru bir şekilde işlemesine engel olmasına imkân tanımamaya gayret eder.

Buna karşılık daha önce de gördüğümüz gibi, Tora’daki en büyük günahlardan bazıları -laşon ara gibi- yasal bir ceza gerektirmez çünkü konuşmak bir ‘eylem’ değildir.  Aynı şekilde bilgeler, İkinci Bet Amikdaş’ın anlamsız nefret (sinat hinam) (Talmud, Yoma 9b) yüzünden yıkıldığını öğretir; oysa bu, sadece kalbin günahıdır. Mahkeme, nefret ettiğiniz ya da dedikodu yaptığınız için sizi yargılayamaz ancak bunlar, Yisrael’in dokusunu zedeler. Aşem, Yahudi Kanunu’nun cezalandırmadığı bir günah yüzünden de olsa, artık Yisrael’in arasında barınmak istememişti.

Söz konusu olan sadece beşeri mahkemeler değildir. Tanrı büyük oranda bizi öncelikle eylemlerimize göre yargılar. Kendimizi kontrol ettik, şeytanın bizi baştan çıkarmasına direndik ve Tanrı’ya hizmet etmeyi seçtik mi? Kontrolümüzün dışında olan arzu ve düşüncelerimiz yüzünden daha az suçlanırız. Tabi ki dürtülerimizi kontrol etmeyi öğrenmemiz gerekir ama çoğumuz için bu, ulaşılması zor bir hedeftir.  Tanrı daha çok, arzularımız hususunda nasıl hareket ettiğimizi dikkate alır. Ona her şeye rağmen hizmet ettik mi, yoksa kötü eğilimlerimizin pençesine mi düştük?

Hemen burada ortaya çıkan önemli bir mesele var. Tanrı, insanı sadece eylemlerden çok daha derin bir seviyede yargılar ve gerçek benliğimizin ne kadarının işe karıştığına bakar. İyi ve kötü eylemlerimiz sahiden ‘biz’den mi, yoksa daha aşağı bir bölümümüzden mi kaynaklanıyor? Beşeri mahkemeler bu soruların yargı sürecine müdahale etmesine asla izin vermez. Cinayet, cinayettir. Hırsızlık, hırsızlıktır. Yargıçlar hırsızın geçmişine ve yetiştirilme tarzına karşı merhamet duyabilir ancak görevleri, hırsıza acımak yerine, öncelikle adaletin yerini bulmasını sağlamaktır. Oysa Tanrı, eylemlerimizin bizi Kendisine ne kadar yaklaştırdığını ya da Kendisinden ne kadar uzaklaştırdığını belirler.

Rambam, küçük günahların yalnızca pişmanlık duymak suretiyle affedilebileceğini yazar. Daha ciddi günahlar hem pişmanlık, hem Yom Kipur deneyimi gerektirir. Daha da büyük olanlar, pişmanlık ve Yom Kipur’un yanı sıra, acı çekilmesini gerektirir. En büyük günahlar ise (Tanrı’nın Adı’nın kirletilmesi gibi) pişmanlık, Yom Kipur, acı çekmek ve ölümü gerektirir. Ruh bu tür günahlardan, ancak kişi öldükten sonra tamamıyla temizlenir.

Şunu belirtmek gerekir ki, kişi kalbini vermezse, kâğıt üstünde her şeyi doğru yapsa bile, Aşem’e tam manasıyla yaklaşamaz çünkü Tanrı, onun ta içinde Kendisini gerçekten önemsemediğini bilir. Kişi, Tora’nın tüm emirlerine uyabilir, kötü olan her şeyden kaçınabilir ama mitsva’ları Aşem ile ilişki kurmak için kullanmadıysa, bunların hiçbir değeri kalmaz. Ne var ki, iyi ameller ödüllendirilmelidir. Bahsettiğimiz türden bir kişi, başarılı olduğu her alanda bir şekilde ödüllendirilecektir. Ancak Gelecek Dünya’daki yerinin ne olacağı bilinmez. Düşündüğü bir tek bu dünya ise, belki ödülünü sadece bu dünyada alacaktır.

Gelecek Dünya’dan hepimizin pay alması duasıyla, esen kalın.