Savaş, insanoğlunun bugüne değin yarattığı en yıkıcı silah. Değil sadece toplumlar ve devletler arasında; insanın olduğu her ilişkinin içinde savaş yaratılıyor.
İşte bu yüzden savaş, insanlık kadar eski.
İnsan neden savaşır? Bize yanlış, kokuşmuş ve çirkin görünen dolayısıyla bizim gibi düşünmeyen herkesten yazgısal olarak nefret ediyoruz. Savaşı ve yiğitliği kutsallaştıran bir gelenek var. İnsandaki nefret, öç alma, vahşet yok edilebilir mi? Ya da belki de insanlığın gelişmesi için bütün bu duygulara ihtiyacımız mı var?
Erkeğin ve kadının varoluşlarındaki fark… Birbirine bu kadar muhtaç ve birbirlerini bu kadar anlayamayan iki farklı tür… Gerçek bir barış mümkün mü yeryüzünde? Kadın ve erkek birbirlerini anlayıp tamamladıklarında belki… Birbirimizi anlamamız mümkün mü?
Eğer ki dünya zıtlıkların birlikteliğiyle kendi devinimini yaratıyorsa, o vakit savaşın karşısında her zaman barış olacaktır, olmalıdır… Her alanda…
Bomboş, dekorsuz, siyah, çıplak bir sahne. Yavaş yavaş dokuz genç kadın ve dört genç erkek sahneyi dolduruyor. Lysistrata oyununu çıkarmak için sabaha kadar prova yapacaklar. Aralarında Lysistrata’yı doğru dürüst bilmeyenler de var; en azından kızların biri Aristofanes’in oyunu olduğunu anımsıyor.
Bu ‘prova’ aracılığıyla Tiyatro Tatavla’nın, Atahan İsmail Keskin, Aynur Topluoğlu, Başak Kalkan, Eka Gelashvili, Emir Birtan İgit, Hafize Balkan, Hande Eleman, Rüya Demirbulut, Sadettin Okumuş, Senem Çil, Şebnem Usanmaz, Tuba Zehra Sağlam, Ulaş Akşit ve Yasemin Yeşilgöz’den oluşan gencecik ekibi, oyunu kendi özgün yorumlarıyla ‘Lysistrata Düşleri’ adıyla bambaşka bir formda sahneleyecekler…
Tarih boyunca savaşlara karşı duran yapıtlar hep olmuştur. Aristofanes’in MÖ 411 yılında kaleme aldığı Lysistrata, tiyatro tarihinin ilk savaş karşıtı oyunlarından birisi kabul edilir. Atina-Sparta arasındaki Pelopones Savaşları’nın ortasında yazılmış, yazarının en iyi kurulmuş, en insani komedyası olarak bilinen bu tek perdelik oyun, savaş eşittir ölüm/cinsellik eşittir yaşam karşıtlığından yola çıkarak, savaşan iki tarafın kadınlarının birleşerek, barış için erkeklere “ı-ıh” demesini, savaş bitirilene kadar cinsel boykota gitmesini anlatır.
Oyunun tiyatro tarihimizde özel bir yeri var. Yaklaşık yarım yüzyıl önce, tiyatro ve sinema oyuncusu, yazar yönetmen Lale Oraloğlu, Lysistrata’yı ‘Kadınlar I-Ih Derse’ adıyla sahnelediğinde, antik Yunan’ın cinaslı groteski müstehcen bulunarak oyun yasaklanmıştı. Açlık grevine başlayan Oraloğlu’nun mahkemedeki ifadesinden sonra oyunun müstehcen olmadığına karar veren yeni bilirkişi raporu sayesinde Kadınlar I-Ih Derse tekrar sahnelendiğindeyse olağanüstü ilgi görmüştü.
Lysistrata Düşleri’ni uyarlayan ve yöneten Ömer Akgüllü, metin yazarı Müge Ersan ile birlikte, 2400 küsur yıl önce kaleme alınmış olmasına karşın güncelliğini maalesef hâlâ yitirmeyen oyunun sadık bir uyarlamasını yapmaktansa neredeyse yeniden yazma yoluna gitmişler. Erkekler savaşa son vermeyi başaramayınca hem Atina’daki hem de Sparta’daki kadınları örgütleyerek savaş bitene kadar erkekleri yataklarına almamalarını sağlayarak barışı getiren Lysistrata’nın hikâyesi zaten yüzyıllardır sahneleniyor. Cinselliklerini kullanarak kadınların erkeklere istediklerini yaptırmalarıysa insanlık tarihi kadar eski. Uyarlayıcılar Lysistrata’dan yola çıkarak, aşk, savaş, barış, kadınlık, erkeklik konularına derinlemesine dalan bir metin oluşturmayı yeğlemişler ki kanımca çok da doğru yapmışlar.
‘Prova’, dört çiftin, Nikita Mikhalkov’un ‘Güneş Yanığı’ filminden, Slav hüznünü olağanüstü yansıtan ezgisi eşliğinde yaptıkları tangoyla başlıyor. Tango gerçekten cinselliğin, kadınla erkeğin kusursuz birlikteliğinin simgesi. Dans, uzaktan uzağa gelen savaş sesleri yüzünden kesilecek, erkekler kadınlarını bırakıp savaşmaya gideceklerdir…
Akgüllü’nün parlak buluşlarından biri oyununa, oyuncunun beden dili aracılığıyla kendini ifade etmesinin en mükemmel araçlarından biri olan dansı yedirebilmesi. Tangodan rock’n roll’a, Beatles’tan Türk Müziğine, Bregoviç’den Türk popuna, hepsi de ‘cuk oturan’ müziklerin eşliğindeki danslar, oyunla doğal bir şekilde bütünleşerek Lysistrata Düşleri’ne bir dans tiyatrosu tadı katıyor.
Cinselliğin, çekinmeden, açık seçik ancak müstehcene kaçmayan stilizasyonla verilmesi de başarılı. Özellikle Akroplis işgalindeki süpürge sapı/silâh/erkelik organı analojisiyle oyunun sonuna doğru, fon perdesi ile bütünleşen sevişme sahnesi çok etkileyici.
Skeçler halinde gelişen iki perdelik oyunda skeçler giderek bir yap-bozun parçaları gibi birleşerek, birbirini tamamlayan bir bütün oluşturuyorlar. İlk bölüm erkek egemen toplumun baskısı altındaki kadına odaklanırken, ikinci bölüm erkeklerin zorlanmasına ve ezilmişliğine değiniyor. Ve oyun, erkekler arasındaki savaşın ötesine geçerek çok daha önemli bir savaşa, birbirine bu kadar muhtaç ve birbirlerini bu kadar anlayamayan iki farklı tür’ün, kadınla erkeğin savaşına ışık tutmaya çalışıyor.
Tiyatro Tatavla, yukarıda alıntılamış olduğum broşüründe savaşın karşısında her zaman barış olacaktır, olmalıdır… Her alanda… derken, Lysistrata’nın düşünün savaş değil, barış olduğunu vurguluyor. Belki ütopik bir gerçek ama, tiyatro ütopyaların gerçekleşeceği, keşke’lerin mümkün olabileceği yer değil midir? Finaldeki keyişi sürpriziyle Akgüllü, düşlerin gerçek olabileceğine ilginç bir cevap getiriyor.
Anekdotik skeçlerden, askerliğin ve savaş oyunlarının anlamsızlığıyla absürditesini başarıyla vurgulayan eğitim sahnesini, savaşın trajedisini etkileyici ayrıntılarla veren askerin savaştan dönüş bölümünü çok beğendim. Asıl favorim ise, kadınların çığırından çıktığını nasıl söylemesi gerektiğine çalışan genç oyuncunun provası. En maço tavrıyla haykırmayı denediği o aptal cümleyi bir türlü çıkaramayan adam, kadınların saldırısına uğrayıp aşağılandıktan sonra, cümlesini en doğru şekliyle, fısıldayarak ve alttan alarak söyleyebilecektir. Aynı kadın oyuncunun iki çok başarılı yorumuna rağmen, köy enstitüsü kökenli öğretmenle mayın tarlasından geçmeye çalışan kadın öykücüklerinin metnin evrenselliğiyle bütünleşemediğini de söylemem gerek.
“İyi, güzel de Lysistrata yorumun neresinde?” diyecekseniz, Ömer Akgüllü onu da zekice çözmüş. Antik Yunan giysisi içinde hem yaşlı hem genç duran Lysistrata, asırların ötesinden gelerek oyunun hem anlatıcısı hem de yorumcusu görevini üstleniyor. Akgüllü buna girişirken yaşı olmayan bu Lysistrata’sı için tabiî ki etkileyici yorumuyla benzersiz Aysan Sümercan’ı düşünmüş.
Tiyatronun birincil öğesinin oyuncu olduğunu iyi bilen yönetmen, aksesuarın ve kostümlerin en aza indirgendiği, dekorsuz sahnesinde çoğu ilk kez seyirci karşısına çıkan genç oyuncularından, dört dörtlük bir toplu oyunculuk elde etmiş. ‘Cadı Kazanı’ndan beri daha da gençleşmiş duran Aysan Sümercan ise gençlerden geri kalmıyor. Diyaloglar kadar dansların ve pantomimin öne çıktığı, koreografisini Tuba Zehra Sağlam, Marina Duksova ve Senem Çil’in yaptığı bu müthiş enerjik sahneleme dört beş aylık sıkı bir çalışmanın sonucu.
Müzikli, danslı, neşeli, eğlenceli, iyi yönetilmiş keyişi bir oyun. Üstelik de söyleyeceği olan, bunu da çok iyi söyleyen bir sahneleme. Seyirci daha ne ister. Mutlaka izleyin.
Şermola’da Destar’ın yeni oyunu
‘Di Tuwaletê de’
Keşke bedenimdeki etin bir cebi olsaydı da fotoğrafını oraya koysaydım ve beraberimde mezara götürseydim.
Acaba mezar da bu tuvalet kadar dar mı olacak?
Toprağı hak etmiyorum ben. Eğer leşimi toprağa gömerlerse, toprak kirlenecek. Beni yakmaları gerekiyor. Doğrusu beni öldüren şey, intiharım değildir, arkamda kalacak namussuzluk hikâyesidir; yüreğinden vurulmuş bir yaş, kirlenmiş bir isim, kirlenmiş bir hayatın hikâyesi.
Tuvalete oturmuş bir genç adam… İşlemiş olduğu korkunç suçun etkisinde kendini öldürmek istiyor ama, ölümün bir kurtuluş olacağını, çok daha ağır bir cezayı hak ettiğini düşünüyor… Ölmeden önce kendine işkence etmek, dayanılmaz acılar çekmek istiyor… Anımsadıklarını toparladıkça adamı bu noktaya getiren olaylar izleyici için de çözülmeye başlıyor…
Finaldeki sürprizi açığa çıkarmamak için ayrıntılara girmeyeceğim. Gerçi, metnin bence en zayıf tarafı olan abartılı sürpriz, aslında pek de sürpriz sayılmaz. Adamın, daha oyunun başında kendini nasıl kesmek istediğini söylemesi, öykünün nereye gideceğine yol gösteren bir ipucu.
Mevsim başında destAr-Theatre’ın sahnelediği ikinci yeni oyun ‘Di Tuwaletê de’, ‘Dil Kuşu’ gibi tek kişilik bir performans. Dramaturg Berfîn Zenderlioğlu metnin Kürt edebiyatında önemli bir yeri olan Rênas Jiyan’ın Di Tuwaletê de oyunundaki Xwekuj karakterinin monologlarından oluştuğunu, yazarın, dramatik bir kurgusu olan ve dört farklı karakterin monologlarından oluşan oyuna, dilenirse her bir karakterin tek kişilik oyun şeklinde tasarlanabileceği notunu düşerek oynanmakta olan metni olanaklı kıldığını anlattı.
Mîrza Metin ve Berfin Zenderlioğlu, Kürtçe tiyatro yaparak politik bir görüş belirliyorlar. Di Tuwaletê de, bu politik görüşe, bu kez aynanın içinden dışına bakan farklı bir bakış açısı getiriyor. Çoğunlukla bizim ötekileştirdiğimiz biri, cehaletinin ve içine kapanmışlığının penceresinden ‘sosyetik’ olarak nitelediği bizleri ötekileştirerek kendi felâketine sebep oluyor. Berfin Zenderlioğlu, Jiyan’ın monologlarından en az politik olanı seçerek, asıl sorunun cehalet olduğunun altını başarıyla çizerken, ‘Kürt’ dediğimiz varlığın, uzaydan gelen bir yaratık olmadığını, sizin bizim gibi duyguları olan, acı çekebilen, hatalarının pişmanlığı yüzünden kahrolan bir ‘insan’ olduğunu da vurguluyor.
Sevecen bir abiden, giderek yasaklayıcı maço ağabeye dönüşen, anlamaya çalışmaktansa düşman kabul ettiği ‘öteki’ne nefreti vahşete dönüşen genç adamın hikâyesi, Kürtçe anlatılmasa, Orta Anadolu’daki, Karadeniz’deki ya da İstanbul varoşlarındaki herhangi bir kökenden insanın öyküsü olabilirdi.
Berfin oyunu kendi kaleme aldığı “…olmasaydı bu kadar acı çeker miydim?” sorusuyla bitirirken cehaletle etik ilişkilerini sorgulayarak trajediyi evrensel bir boyuta taşıyor.
Metîn’in sahnelemesinin tuvalet taşı dışında dekorsuz ve aksesuarsız oyuna getirdiği başarılı tiyatro duygusunu ve Alan Ciwan’ın etkileyici yorumunu da unutmayalım.
Sezon başının ilginç çalışmalarından. Her salı Şermola’da.