1992 yılında Nedim Saban tarafından kurulan Tiyatrokare, yeni müzikali ‘Fosforlu’nun galasını 21 Kasım’da yaptı.
Yazar, Suat Derviş 1944-45 yıllarında tefrika edilen ‘Fosforlu Cevriye’ romanını 1972'de senaryolaştırıp Gülriz Sururi’ye ithaf etmişti. Sururi 2008’de, metnin müzikal bir oyun olarak tekrar ele almış ve Ankara Devlet Tiyatrolarında sahneye koymuştu. Tiyatrokare’nin ‘Fosforlu’su, Tuncer Cücenoğlu’nun oyunlaştırdığı yepyeni ve farklı bir yorum.
Cücenoğlu’nun metni, kimi ayrıntılar dışında Suat Derviş’in romanını birebir izleyerek eski İstanbul’un Galata semtinde yaşanan buruk bir aşk öyküsünü anlatıyor. Güzelliği ve parlak zekâsıyla adeta ışıldayan, neredeyse keyifle seks işçiliği yapan Fosforlu Cevriye, eline tutuşturulan eroin paketini veren adamı gammazlamayı reddettiği için bir yıl hapis, bir yıl da Bolu’da sürgüne mahkûm edilir. Cevriye hapisten çıktıktan sonra, sürgünden kaçarak İstanbul’a tekrar geldiğinde, siyasi düşünceleri nedeniyle idam mahkûmu olarak yargılanan bir aydın, ona insanlığını tekrar hissettirir. Fosforlu Cevriye, bu yeni aşkında bir cinsel obje olarak görülmemekte, adamın onu bir baba, bir anne, bir kardeş, bir sevgili gibi sahiplenmesi daha önce tatmadığı insani duyguları yaşatmaktadır. Ancak, mutluluk kısa sürecek, platonik aşk, yerini buruk bir acıya bırakacaktır…
Fosforlu hakkında kesin bir yoruma varabilmiş değilim. Ne “çok sevdim” diyebiliyorum ne de “sevmedim”. Hem artıları hem de eksikleri olan bir çalışma.
Önce eksilerden başlayalım. Bence önce metinle ilgili ciddi sorun var. Suat Derviş 1940’ların başında, başına buyruk, güçlü ve özgür Cevriye karakteriyle, feminizmin adı bile yokken feminist çağrışımları da olan ilerici bir öykü yazmış olabilir ama, aradan geçen 70 küsur yıl metni iyice eskitmiş. Nostalji deseniz, meyhane sahnesi dışında pek öyle nostaljik bir tadı da yok. Tuncer Cücenoğlu romanın tamamını sahneye aktarmaya kalkışınca ortaya üç saat süren, enerjik yorumlanışına rağmen özellikle ilk perdede iyice sarkan bir oyun çıkmış. Önemli olayların ikinci perdede anlatıldığı öykünün giriş bölümünü oluşturan ilk perde rahatlıkla 20 dakikaya sığdırılabilecekken 75 dakikaya yayılması kanımca gereksiz. Cevriye’nin hapishane ve sürgün maceralarının ya da âşık olduğunun birkaç kez anlatılması, oyunun son 15 dakikada bir türlü bitememesi izleyicinin sabrını iyice zorluyor. En az bir saat kısalsa, hiçbir şey kaybetmeden çok daha tempolu bir seyirlik olur kanısındayım.
İkinci aksaklık müzikal bölümlerde. Andrew Lloyd Webber’in müzikallerinde iki-üç ya da her parçası ünlü ‘Notre Dame de Paris’de 6-7 hit parça varken, Eylem Pelit’in en azından yarısının akılda kalıcılığı olmayan 18 parçası hem aşırı müziksel doygunluk yaratıyor hem de zaten zar zor akan öyküyü iyice yavaşlatıyor. Müzikalde istisnasız herkesin doğru ve iyi şarkı söylemesi şartken Ayça Varıler ve Pınar Yıldırım dışındaki oyuncuların seslerinin yetersiz kalması ya da detone olmaları kabul edilir kusur değil.
Gelelim oyunun artılarına. Nedim Saban’ın yerleşik mekânı olmayan bir tiyatroda büyük prodüksiyon bir müzikal kotarabilmiş olması yapımcılık konusunda ders niteliğinde: Ekibi altı oyuncuya indirgeyerek iki ana karakter dışında farklı tiplemeleri dört yorumcuya verilmesi,
Aslı Varlıer Pelit’in etkileyici, işlevsel, turne şartlarına göre küçülüp büyümeye müsait dekoru ve küçük aksesuarlarla farklılaştırılabilen tek kostüm uygulaması parlak buluşlar. Zorunlu olarak canlı orkestradan vazgeçilerek müziğin playback verilmesi oyuncuların şarkılarını canlı söylemesiyle dengelenmeye çalışılmış ciddi bir ödün.
Sanat yönetmeni olduğu Yanetki’de, çok sayıda oyun sahneleyen Serkan Üstüner bu kez farklı tarzda, bir Yeşilçam öyküsünü Yeşilçam kalıplarında anlatmayı yeğleyen bir çalışma yeğlemiş.
Üstüner, Fosforlu’nun büyük aşkını canlandıran Fatih Dönmez’den olsun, başta Pınar Yıldırım olmak üzere Mert Carim, Ece Duran ve Cem Güler’den olsun başarılı bir toplu yorumculuk elde etmiş. Ayça Varlıer’e gelince, ilham perisi olduğu Fosforlu’yu keyif alarak ve keyif vererek müthiş bir enerjiyle canlandırıyor. Sadece güzelliği ve oyunculuk yeteneğiyle değil, ustalıkla yorumladığı şarkılarıyla da etkileyici.
İki arada bir derde kalmış olsam da seyircilerin büyük çoğunluğu Fosforlu’yu heyecanla, hem aralarda hem finalde bol bol alkışlayarak izledi. 3 Aralık 20.30’da Zorlu PSM’de, 5 Aralık 20.30’da Kadıköy Halk Eğitim Merkezinde ve 29 Kasım, 13, 27 Aralık ve 3, 17, 31 Ocak Pazar saat 15.30’da Kenter Tiyatrosunda.
***
Craft Tiyatro’da feminist hiciv: ‘HEPİMİZİN ÖYKÜSÜ AYNI’
“Gerçekleri dram yerine mizahla anlatıyoruz çünkü mizah her zaman daha çok akılda kalır” Dario Fo & Franca Rame
“Türkiye’de 12-13 yaşında ellenmemiş kız çocuğu yoktur. Dolmuşta, otobüste mutlaka tacize uğramışızdır. Ben uğradım.” İ.Bilgin
“Aslında kadın-erkek diye ayrım yaparak erkeği de çok yalnız bırakıyoruz ve ona bir rol yüklüyoruz. Çocuğu erkek ya da kadın değil, insan olarak yetiştirmek gerekiyor. ‘Sen erkeksin yaparsın, sen kadınsın yapamazsın’ gibi cümleler kurmamalıyız.” H.Aslan
“Kadınları taciz eden erkekleri utandırmak gerekiyor” “Moda’da” bir kahve var, sürekli 5-6 amca oturuyor. Geçenlerde önlerinden geçen 2 genç kıza tenis maçı izler gibi baktılar. Ben de yanlarına gidip “Onlarda olanlardan bende de var. Hadi şimdi de benim arkamdan da bakın!” dedim. Kıpkırmızı oldular. Utandıklarını görünce rahatladım.” P. Ç. Gençtürk
Bu ülkede oğlan sünnet olduğunda bütün mahalle düğününde yanında, kız regl olduğunda panik ve yalnız. Kimse bize o dönemle ilgili bir şey de anlatmıyor. Ben ilk kez regl olduğumda başıma ne geldiğini anlamadığımdan zırıl zırıl ağlamıştım. Babam doktor, regl sancım olduğunda utanır söylemez ve “Karnım ağrıyor” derdim. İ.Sak
Craft Tiyatro, sezona İtalyan oyun yazarı çift Dario Fo ile Franca Rame’nin ‘Kadın Oyunları’ serisinden, İpek Bilgin’in sahneye koyduğu, mizahla örülü üç feminist monologdan oluşan, ‘Hepimizin Öyküsü Aynı’ adlı oyunla başladı. Metinler; farklı profillerden, farklı sınıflardan kadınların mücadelelerini, başlarına gelenleri ironik bir dille anlatıyor. Asıl ironik olan, oyun başladığında İrem Sak’ın sahneye gelerek Türkçe ve İtalyanca okuduğu metin: “Bir açıklama yapmamız gerek; provalar sırasında bu ülkenin kadınlarının artık böyle sorunları olmadığını fark ettik. Bu yüzden bu oyunu tüm İtalyan kadınları yararına oynamaya karar verdik” Gerçekten de, oyunun en rahatsız edici tarafı 1970’lerde yazılmış bir metnin ne yazıktır ki ülkemizde hâlâ güncelliğini koruyuşu.
Hepimizin Öyküsü Aynı üç kadının monologlarından oluşuyor. Neden mi monolog? Bence her biri erkeklerle ilgili sorunlar yaşayan bu kadınların, hiçbir zaman bu erkeklerle diyaloga giremeyişlerinden.
Pınar Çağlar Gençtürk , ‘Uyanış’ adlı oyunda her günü aynı olan, bebek bakan, işe giderken bebeğini kreşe bırakan, akşam da kocasının derdini çeken işçi kadının hikâyesini anlatıyor.
Bu eğlenceli öykünün hemen ardından, Hatice Aslan karşımıza teröristin annesi olarak çıkıyor. Tabii ki diğer öykülerdeki mizah bu trajik orta bölümde iyice yok olarak yerini iç parçalayıcı bir öyküye bırakıyor. Annenin monoloğu, gençliğin çığırından çıkmasında ailelerden çok sistemin etkili olduğunu savunuyor.
İrem Sak, yukarıda bazı alıntılarını gördüğünüz söyleşide ‘Yalnız Kadın’ için, “Hep ‘Allah’ım ölmeden şu oyunu oynayayım’ derdim” diyordu. Bu son oyun, kilitli tutulduğu evde bebek, kaza geçirmiş bakıma muhtaç kayınbirader ve koca üçgeninde hapsolmuş bir kadının öyküsü.
Mevsim başının en güzel sürprizlerinden Hepimizin Öyküsü Aynı, çok etkileyici bir oyun. En başta Dario Fo ve Franca Rame’nin yazdıkları üç kusursuz metin var. Sonrasında ise dört olağanüstü kadının muhteşem gösterisi.
Oyunu sahneye koyan İpek Bilgin, bu kadın hikâyelerini, bir kadın duyarlılığıyla anlatırken
mücadele eden ve her şeye rağmen gülümsemeye çalışan bu üç kadının çabalarında kurdukları sistemde onları istedikleri gibi ‘kullanan’ erkeler dünyasına sert bir eleştiri yöneltiyor.
Oyunculuklar için tek bir sözcük yeterli. Ku-sur-suz! Kuşağının en iyi oyuncularından Pınar Çağlar Gençtürk ile ilk kez tiyatro sahnesinde gördüğüm, ancak değme profesyonellere taş çıkartan oyunuyla artı sahnenin malı olan İrem Sak, seyirciyi gülmekten kırıp geçirirken, uzun zamandır özlediğimiz Hatice Aslan, o göz pınarlarında birikip boşalamayan gözyaşlarını bizim içimize akıtarak unutulmaz bir acılı anne portresi çiziyor.
Hep söylemişimdir; mükemmele bu kadar yakın işlerde sözcükler yetersiz kalıyor. Söylenecek tek şey: Mutlaka, ama mutlaka izleyin. Cumartesi ve Pazar, Craft’ın Fındıklı Sahnesinde. Hepinize iyi seyirler.