Billboardlara asılı ilanlar, Davos krizi, okullarda yapılan saygı duruşu, Mavi Marmara, Siyonizmin bir insanlık suçu olduğu yönündeki açıklamalar, Kurtlar Vadisi Filistin, kırmızı kitap, Gezi Parkı, Mısır Darbesi olaylarının arkasında İsrail olduğu iması, faiz lobisi, tahrif edilmiş Tevrat açıklaması, sinagogların önüne yürüyüş, yıkılacak mekân pankartı asılması, Hitler’e methiyeler dizen sözde entelektüeller, medya ve toplum genelinde alevlenen antisemitizm ve daha niceleri…
Tarih: Ocak 2009.
Yer: Şişli Abide-i Hürriyet Caddesi. Zaman: Bir cumartesi sabahı Şabat duası çıkışı, Moşe annesi ile birlikte sinagogdan çıkmış, eve doğru gitmektedir.
Moşe: Anne, bizim peygamberimiz Musa peygamber değil mi?
Anne: Evet bugün sinagogda anlattılar ya Moşe, hem senin de adın Musa’dan geliyor, neden sordun?
Moşe: Anne baksana şu binanın duvarındaki afişe “Sen Musa’nın Çocuğu Olamazsın!” yazmışlar. Hemen altına da Şemot kitabımızdan bir bölümü eklemişler. Biz bu insanlara ne yaptık anne? Benim ne suçum var?
Anne: Bizim bir suçumuz yok yavrum, sadece birileri siyasi bir savaşı dinimize mal etmiş, göreceksin bugünler de geçecek.
Billboardlara asılı ilanlar, Davos krizi, okullarda yapılan saygı duruşu, Mavi Marmara, Siyonizmin bir insanlık suçu olduğu yönündeki açıklamalar, Kurtlar Vadisi Filistin, kırmızı kitap, Gezi Parkı, Mısır Darbesi olaylarının arkasında İsrail olduğu iması, faiz lobisi, tahrif edilmiş Tevrat açıklaması, sinagogların önüne yürüyüş, yıkılacak mekân pankartı asılması, Hitler’e methiyeler dizen sözde entelektüeller, medya ve toplum genelinde alevlenen antisemitizm ve daha niceleri… Tüm bu olumsuzluklara, nefret söylemi ve önyargılara rağmen günden güne azalarak varlığını devam ettirmeye çalışan Türk Musevi Cemaati. Bir yanda Edirne’de, Ortaköy’de mutluluğu yaşayan umut dolu yüzler, diğer yanda içlerinde hep bir “Acaba istenmeyen bir durumla karşılaşır mıyız?” korkusu. Bir tarafta dost meclisleri, ortak iftar sofraları ile yakalanan birliktelik duygusu diğer tarafta ise siyasi bir krizde konuya müdahil olma, fikir beyan etme baskısı. Liderlerin ılımlı açıklamalarının tabana yayılamaması, kimi medya eliyle gündemde tutulan Yahudi düşmanlığı ve her fırsatta şeytanlaştırılmaya çalışılan İsrail devleti. Şüphesiz birçok Türk Yahudi’si için geçtiğimiz beş yılın özeti yukardaki satırlardan çok daha fazlasıdır.
“İsrail devleti ve İsrail halkı, Türkiye’nin dostudur. Şimdiye kadarki eleştirilerimiz, İsrail hükümetinin aşırı davranışlarına, meşru görmediğimiz davranışlarına dönüktür.” Bu açıklamaları geçtiğimiz gün Ak Parti sözcüsü Ömer Çelik’ten işittik. Ortaköy’de yaşadığımız Hanuka mucizesinden sonra asıl mucize belki de birçoğumuz için yıllar sonra hükümet yetkililerimizden, gönül bağımız olan İsrail Devleti’ne dair bu sözleri duyabilmekti. Sayın Çelik’in bu açıklamayı yaptığı haftada yine bir spor müsabakasında, Euroleague maçında bir grup taraftar ellerinde bayraklar ile İsrail’i protesto etmekteydi. Hem iki ülke hükümetinin devam eden anlaşma süreci, hem de buna yönelik olumlu mesajlara rağmen halen kimi çevrelerin tepki göstermesi, her anlamda bir barış için daha zaman gerektiğini göstermektedir. Nitekim toplumda uzun bir süredir yerleştirilen olumsuz İsrail algısı diplomatik ilişkiler kadar her iki ülke toplumlarının da bozulan bağlarının tamir edilmesini önemli kılmaktadır. Rusya ile yaşanan kriz sonrasında turizmden tekstile enerjiden farklı sektörlere kadar her iki ülke arasında mevcut işbirliğinin daha da arttırılması söz konusu olur ise, bunun uzun vadeli sürebilmesi toplumların nefret duygularından arındırılması ile mümkün olabilir. Türk Yahudi’si ile İsrail vatandaşlarının neredeyse bir tutulduğu ve her türlü siyasi karar ve krizde Türk Yahudilerinin de muhatap alındığı bir algı yönetiminde, kalıcı bir huzur ortamı ancak eskisi gibi iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi ile gerçekleşebilir. Bu yüzdendir ki, İsrail ile kalıcı bir anlaşma sağlanması Türk Yahudileri için de ister istemez yeni bir dönemin başlangıcı olabilir. Ancak bu yeni dönem, sadece diplomatik unsurların düzeltilmesi ile değil toplum içine yerleştirilen nefretin ve buna bağlı olarak neredeyse her gün işlenen ve cezasız kalan nefret suçlarının engellenmesi ile mümkün olabilir. Bütün bu saydıklarım uzun zaman alsa da imkânsız görülmemelidir. Unutulmamalıdır ki, daha çok eskilere gitmeden 17 Ağustos 1999 depremi sonrasında İsrail bölgeye içlerinde 100 kadar doktorun bulunduğu 650 kişilik bir ekip göndermiş ve ilerleyen dönemlerde de İsrail hükümeti ve halkının bağışlarıyla Adapazarı’na 320 konutluk İsrail köyünü kurmuştur. Dileğimiz, yaklaşık beş yıl kadar süren bu kâbus döneminin sona ermesi ve her iki ülkenin de ortak tarihlerinden gelen paylaşımlarla sadece iyi gün değil kara gün dostu olduklarını da bir an evvel hatırlamalarıdır.