Denizin ortasındaki cennet

Tir Kralı Hiram, budala ve yaşlı bir adamdı. O kadar yaşlanmıştı ki artık ölümsüz olduğuna inanıyor ve asla ölmeyecekmiş gibi aptalca işlere kalkışıyordu. İşte şimdi okuyacaklarınız onun hikâyesidir…

Sara YANAROCAK Kavram
23 Aralık 2015 Çarşamba

Tir Kralı Hiram,bir gün tahtında otururken,danışmanına dönerek yüksek sesle konuşmaya başladı:

“İsrail Kralı David’i çok iyi tanırım. Ondan sonra tahta geçen, bilge, akıllı oğlu Kral Şelomo’yu da çok iyi tanırım. Ama nedir ki, Kral Şelomo muhteşem mabedi Bet ha Mikdaş’ı yaptırırken bana başvurdu. Benden yardım istedi. Benim usta inşaat işçilerim olmasaydı, o mabet böylesine muhteşem olamazdı.

İsrail’in tatlı şarkıcısı Kral David’e gelince, o dev Golyat’ı yenen küçük cesur çocuk bile, gün gelince göçüp gitti, yok oldu. Ama ben? Bir de bana bak. Hâlâ hayattayım. Kanımca ben hiçbir zaman ölmeyeceğim. İnsanlar ölür ama tanrılar asla. Ben Tanrı olmalıyım. Ne dersin? Hem neden olmasın ki?” dedi. Hiram’ın, bu soruyu sorduğu başdanışmanı, aslında çok akıllı ve olgun bir adamdı ama kralın söylediklerinden sonra küçük dilini yutmuş, ağzından tek kelime bile çıkmamıştı. Böyle olunca Hiram kendi fikirlerine daha fazla inandı, kendisinin ölümsüz bir Tanrı olduğuna iyice kani oldu. Ölümlü insanların tüm problemlerini çözebileceğine inanmaya başladı. Kendi kendine diğer insanlardan ve krallardan, çok farklı olduğunu düşünüyordu. Kısaca kendisi Tanrı’ydı.

“Kesinlikle öyleyim, kesinlikle Tanrı’yım” diye kendi kendine mırıldanıp, homurdanıyordu.

“Bu ben değilim, ağzımdan çıkan sesler ve kelimeler benim değil, Tanrı’nın sesidir” deyip, bunu defalarca tekrarlıyor ve kendini bunun gerçek olduğuna inandırıyordu. O denli ki sonunda kendisinin en akıllı, en zeki, en… olduğuna iyice emin oldu. Kendi kendini kandırması son derece kolay oldu.

Hiram sonunda bu çok önemli bilginin, halkının arasında da bilinmesine karar verdi. Ama budala ihtiyar kral, bunun açıkça, alışılagelmiş bir biçimde halka açıklanmasından yana değildi. Bu bilginin fısıltıyla, kulaktan kulağa, dilden dile yayılmak suretiyle, halkının inanmasını istiyordu. Önce kendi baş danışmanına bunu, esrarengiz bir ifade ile ve alçak sesle anlattı. Ona bu bilgiyi etrafındakilere gizli bilgi olarak iletmesini emretti. Bu şekilde kralın Tanrı olduğu bilgisi, krallığın en uzak köşelerine kadar ulaştı. Zaten bir şeyi eğer bir kişiye anlatırsanız, bu önce ikiye sonra dörde, sekize, on altıya ve giderek binlere, milyonlara katlanıp, kolaylıkla herkese ulaşacaktır…

Bu bilgi her tarafa ulaştı ama değişen bir şey olmadı. Hiram bu sefer, yeni bir geri zekâlı planın eşliğinde, insanların kendisine tapınmasını emretti. Bazı kişiler buna itaat ettiler, çünkü aksi halde kralın kendilerini cezalandıracağından korkuyorlardı. Hatta onları öldürtebilirdi bile. Diğer bir kısım halk ise, kralın Tanrı olduğuna ihtimal vermedikleri için, ona tapınmayı reddettiklerini açıkladılar. Bu bilgiyi alan Hiram çılgına döndü ve hiddetle danışmanlarına dönerek, “Bu imansız kişilere ne tür bir davranış üretmek gerekiyor?” diye sordu. Hiç kimse bir yanıt vermeye cesaret edemedi. Ama yaşlı bir adam olan, uzun, ak sakallı, baş danışman, sakin bir sesle söze girdi:

“Benim duyduğuma göre bazı insanların fikrine göre, Tanrı’nın öyle bir cenneti olmalıymış ki, burada hem nur saçan şimşekler ve yıldırımlar bulunmalıymış, hem de cennet bahçesi olmalıymış” dedi. Hiram bir süre sessizce oturup düşündü ve kendi kendine, “Benim kendime ait bir cennetim ve cennet bahçem olmalı. Eğer Kral Şelomo o muhteşem mabedini benim usta işçilerimin sayesinde yaptıysa, o zaman şimdi de adamlarıma benim bir cennet kurdurmam gerekiyor” diye düşündü. Hiram o gün boyunca durmaksızın buna kafa yordu. Ertesi sabah uyandığında her şey ona çok kolay görünmeye başladı. Aslında kendi cennetinde yaşamak fikri, onu çok sarmıştı. Önce kendine som altından bir saray yaptırmaya karar verdi. Pencerelerinde değerli taşlarla süslenmiş camlar olmalıydı. Sonra sarayın çok yüksek bir kulesi olmalıydı. Kulenin en tepesinde ise kocaman bir taht olacaktı. Böylece uzaktan, yakından herkes onu kulenin tepesindeki tahtta otururken gördüğünde, kralın kesinlikle Tanrı olduğuna inanacaklardı. Ama iyice düşününce, bu sarayın bir cennete benzemeyeceğine karar verdi. Bir saray ve kule ne denli görkemli olursa olsun, insanlara cenneti anıştırmazdı. Hiram günlerce düşünüp taşınmaktan o kadar yorgun düştü ki, sonunda korkunç bir baş ağrısı ile yatağa düştü. Bir gün yattığı yerden dışarıyı izlerken, denizin üzerinde yüzen bir gemi gözüne çarptı. Aklına müthiş bir fikir geliverdi.

“Kendime denizin üzerinde bir saray yaptıracağım ama sanki denizin üzerinde asılıymış gibi duracak” diye düşünürken o kadar sevindi ki, kendi kendini alkışladı.

“Böylesine parlak bir fikri Tanrı bile akıl edemez” diye seviniyordu. Hiram önce kendi akıl dışı planını tasarladı. Uzak yakın her yere haber salarak, birçok dalgıç getirtti. Bunların arasından yalnız kendi ülkesinin dilini bilmeyenler seçildi. Hiram kendisi şahsen, dalgıçlara istediklerini anlattı. Dalgıçlar sadece geceleri çalışıyorlardı. Hiç kimse onların ne yaptığından haberdar değildi. Dalgıçların görevi, denizin dibinden yüzeye kadar, dört tane dev sütun inşa etmekti. Nihayet çalışmaları bitince, dalgıçlar dolgun ücretler ödenerek ülkelerine geri gönderildiler. Sonra yine yabancı ülkelerden getirtilen yeni bir işçi grubu ise, bu dört sütun üzerine, çok sağlam bir zemin hazırladılar. Ardından, birkaç usta inşaat işçisi, zeminin üzerine muhteşem bir mabet inşa etmeye başladılar. Bu ustalar sadece geceleri çalışıyorlardı. Ama inşaat uzun süre gizli tutulamadı. İnsanlar bu defa kraliyet sarayının ilanlarını okumaya başladılar; “Tir ülkesinin ve bütün insanlığın kralı, ben 1.Hiram, Kadiri Mutlak Tanrı, iş bu vesileyle, sizlere ortaya çıkardığım cennetimi memnuniyetle sunuyorum. Onu şimdiye kadar, bulutların içinde gizlemiştim. Artık bugün bunu kendi gözlerinizle görebileceksiniz.”

Hiram yaptığı diğer muhteşem işler gibi, bu ilanın da çok muhteşem olduğundan son derece emindi.

“Bunu görmek istemeyen her kimse buna layık olmadığından görmeyecektir. Ve bunlar benim gazabımın karşısında titreyeceklerdir. Sonunda göreceklerine şahit oldukları zaman da Tanrı olduğuma inanacaklar. Bu cennetin suyun üzerinde havada durduğunu zannedecekler ve bulutların arasından aşağıya indiğini sanacaklar. Hakikaten de öyle oldu. İnsanlar yukarıya doğru yükselen muhteşem yapıyı görünce gözlerine inanamadılar. Sanki hiçbir yere tutunmadan yukarı doğru yükseliyordu. Hiç bir işçi göze çarpmıyordu. Yapının ilk katı sadece camdan yapılmıştı. Camlar o kadar saydamdı ki sanki yoktu… İnsanlar onun cam olduğunu uzaktan ayrımsayamıyorlardı. Diğer katlar bunun üzerinde yükseldiğinden, sanki boşlukta duruyormuş izlenimini veriyordu. Göğe doğru yükselen yedi kat, cennetin yedi katını simgeliyordu. İkinci kat demirden, üçüncü kat kurşundan, dördüncü kat bronzdan yapılmıştı. Beşinci kat, ışıl ışıl kızıl renkli bakırdan, altıncı kat pırıl pırıl gümüştendi. Yedinci ve son kat ise som altından yapılmıştı.

Bina bütün olarak, değerli taşlarla bezenmişti. Güneşin parladığı günlerde bütün bina, gözleri kamaştıracak ışık oyunlarıyla, sanki ateşler ve ışıklarla tutuşur gibi parıldıyor ve insanların gözünü alıyordu. İnsanlar eğer buna sürekli olarak bakmakta ısrar ederlerse, gözleri kör olabiliyordu. En üst katın tepesinde, muhteşem bir altın kule yükseliyordu. Kule uzaktan ateş gibi yanan bir meşaleyi andırıyordu. Geceleri binanın üzerindeki binlerce değerli mücevher ise, gökteki yıldızlardan daha parlak bir biçimde göz kamaştırıyorlardı.

Ama bazı insanlar, henüz bu binanın cennet olduğuna inanmak istemiyorlardı. O zaman Hiram onları yine sürprizler yaparak oyalamaya başladı. “Gürültü ve şimşek imal ettirmem lazım” diye düşünüyordu. Sonu gelmeyen ihtirası ile buna bir çözüm buldu. İkinci katın etrafını devasa, aşınmış kayalar ve ve iri taşlarla çevreletti. Bunlar denize doğru yuvarlandıkları zaman, gök gürültüsü gibi sesler çıkartıyorlardı. Sonra değerli taşlarla süslü pencerelere ışık aksettirerek yalancı şimşek görüntüleri yaptırıyordu. Böylece bütün bunları kıyıdan izleyen cahil halk, son derece etki altında kalıyorlardı. Çok korkuyorlar, gördükleri şimşekleri birbirlerine korku ile anlatıyorlardı. Hiram, “Ben burada fırtınaların ortasında oturup yaşarken, bunu gören insanlar, beni Tanrı zannederek, ölümlü olan diğer krallardan daha fazla yüceltecekler” diye seviniyordu. Hiram budalaca bir mutluluk ve neşe içindeydi. Bulutların içine kadar yükselen cennetindeki tahtında otururken, Tanrı olmanın keyfini sürüyordu.

Oysa etrafındaki saray danışmanları, başlarını olumsuzca sallayıp, kralın bu deliliğinin mutlaka cezalandırılacağını düşünüyorlardı. Hiram’ı çıkabilecek olan gerçek fırtınalara karşı uyardılar. Ama o hiddetle, “Ben Fırtına Tanrısıyım. Kesinlikle fırtınadan korkmuyorum” dedi. Ama bir gün, gerçek yıldırımlar düşüp, şimşekler çakınca ve gökler gürlemeye başlayınca, Hiram’ın kibirli cesareti yok oluverdi. Halüsinasyonlar görmeye başladı. Bir kanat çırpınışında bile, korkuyla tahtında büzülüyordu. Melekler, şeytanlar ve perilerin etrafında dans ettiklerini, onun yüksekten attığı palavralara ve olağanüstü binasına alay ettiklerini iddia ediyordu.

Fırtınalar yavaş yavaş daha da şiddetleniyordu. Şimşekler durmaksızın çakarken, yıldırımların gürültüsü dayanılmaz bir hal aldığında, Hiram kırılan camların sesiyle canhıraş çığlıklar atıyordu. Birinci katın camları, fırtınalı denizin dalgalarının çarpmasından etkilenerek paramparça olmuştu. Camdan kat aniden patladı ve tuzla buz oldu. Üzerindeki ağır ve madeni altı kat cenneti taşıyamaz hale gelip infilak etmişti. Çünkü cam kat kırıldığından üstteki ağır katları kaldıramamıştı. Bütün bu yapay cennet, binlerce minik parça halinde göklere ve denize karıştı. Bir kaç dakika içinde tamamen denize gömülüp yok oldu.

Rivayete göre, Hiram bu infilakta ne parçalandı, ne de öldü. Bir mucize sonucu canlı kurtuldu. Bazı cahil insanlar, bu felaketten canlı kurtulduğu için onun gerçekten de Tanrı olduğuna inandılar. Hiram’ın hayatı büyük bir sefalet ve keder içinde son buldu. Babil Kralı Nabukadnezar tarafından tahtından indirildi, acımasız bir şekilde tutsak edildi. Bundan sonra, tarih onu önce, İsrail Kralları David ve Şelomo’nun yakın dostu, büyük Tir Kralı Hiram, ardından da ölümlü ve budala kral olarak yazdı.