Bir zamanlar ülkelerin birinde hüküm süren bir kralın, çok sevimsiz bir oğlu vardı. Bu prens o denli şımarık ve terbiyesiz bir çocuktu ki, ne öğretmenlerinin, ne de etrafındaki insanların, öğütlerine ve uyarılarına hiç önem vermez, bildiğini okumaya devam ederdi.
Şımarık prens, büyüdüğü zaman aynı şekilde yaşamaya devam etti. Hatalar yapıyordu. Karakterinin en kötü özellikleri, gururlu, kibirli ve zalim olmasıydı. Doğal olarak bencil ve itaatsizdi. Ders saatleri başladığı zaman, hocalarını geri gönderiyor ve kibirle, “Ben prensim. Birkaç yıla kalmadan kral olacağım. Benim, diğer basit insanların öğrendikleri bilgileri öğrenmem gerekmez. Benim için taht ve halkı yönetmek yeterlidir. Tek hedefim sadece hükümdarlık etmek olduğuna göre, derslere ihtiyacım yok demektir. Kanunları da öğrenmeme de ihtiyacım yok. Krallar hata yapmazlar!” diyordu.
Henüz çok genç olduğu halde yakışıklı ve tepeden bakan tavırlarıyla herkesi ürkütüyordu. Onun zorbaca tutumları saray halkını korkutuyordu. Sokaklarda gözüktüğü zaman, şehir halkı telaşla evine kapanırdı. Pencerelerini kapatır, panjurlarını indirirlerdi.
Atını pervasızca sürerdi. Atıyla ilerlediği yolda, eğer karşısına yürüyen biri çıkarsa, erkek, kadın, çocuk olduğuna bakmaksızın, atını doludizgin üzerine sürer, onları hayasızca ezip geçerdi. Ya da yolunun üzerinden çekilmeleri için, onları kindar bir biçimde kırbaçlardı.
Prensin halkına yaptığı bu zulümler, zamanla halkı canından bezdirdi. Artık sessiz kalmamaya karar verdiler. Aralarında bir dilekçe hazırlayıp, krala oğlunu zapt etmesi için şikâyet ve ricada bulundular. Nedir ki kral bu dilekçeyi dikkate almadı. Ama zaman içinde halk başkaldırmaya ve isyan belirtileri göstermeye başlayınca, aklı başına geldi. Oğlunun davranışlarını izlemeye ve masraflarını kontrol etmeye başladı. Danışmanlarından akıl istedi. Onların tavsiye ettiği üç kişilik bir akil adam heyeti, prens hakkında tahkikat yapmaya başladı. Araştırmalarını bitirdikleri zaman, krala yüz kızartıcı bir tahkikat dosyası sundular. Veliaht prensin tahkikat dosyası içler acısıydı. Kral, prensi nasıl ıslah etmesi gerektiğini acı acı düşünmeye başladı. Derhal, prensi huzuruna çağırdı. Prens kibirli bir havayla kralın yanına geldi. Kralın iki yanında oturan akil adam heyetini ve saray erkânını, aşağılayıcı bir gülümseme ile süzüyordu. Sonra elindeki kırbacı şiddetle zeminin üzerinde şaklattı. Kral, “Bu ülkenin en yüksek yargıçlarının huzurunda olduğunu biliyorsun değil mi?” diye sordu. Prens küstahça babasını süzerek, “Evet, biliyorum ve umurumda değil. Bu aptal ve geveze ayak takımı beni zerrece ilgilendirmiyor” dedi. Kral kaşlarını çattı. Prensin onun huzurunda böyle davranması, adamı çileden çıkarmıştı. Oysa prens, kral babasının huzurundayken, saygılı ve ölçülü davranmak zorundaydı. Kral öfkeyle haykırdı:
“Budala prens! Bu rezilce davranışlarınla, hem bana, hem de annenin kutsal anısına saygısızca davranıyorsun. Böyle davranmakla, hem beni, hem de kendini, herkesin önünde küçük düşürüyorsun” dedi. Prens etrafına bakınıp, önce bunun bir şaka olduğunu sandı ve gülümsemeye çalıştı. Ama hemen toparlandı ve işin ciddiyetini kavradı. Babasının kararını açıklayan sert cümlelerini, bir mezar kadar sessiz ve taş gibi ayakta durarak dinledi. Saray erkânı, akil adamlar, yargıçlar, bakanlar kurulu ve halktan temsilciler, huşu içinde, susarak kralın hükmünü dinliyorlardı. Kral, “Oğlum veliaht prensin, densizce ve küstahça davranışları malumumdur. Artık bu ülkenin kanunlarını ve halkını hayasızca hiçe saymaktadır. Herkesi aşağılamakta ve beni dikkate almamaktadır. Sarayımın akil adamlarından bir heyet kurup, onların aklına danıştım. Şimdi öğrendiklerim doğrultusunda hükmümü vereceğim. Oğlumu, veliaht prensi, meteliksiz bir şekilde dış dünyaya sürgün etmeye karar verdim. Bu ülkeye ‘beşe kadar saymayı’ öğrenene kadar girmesini yasak ediyorum. Hiç bir devlet memurum ona yardım etmeye ve korumaya çalışmayacak. Aksi halde şiddetle cezalandırılacaktır” dedi ve taht salonunu terk etti.
Prens olduğu yerde donmuş kalmıştı. Kulaklarına inanamıyordu. Babasını söylediği ‘beşe kadar saymak’ cümlesinin gizemini bilmiyordu. Bunu ona kimse öğretmemişti. Kime sorsa, omuzunu kaldırarak bilmediğini söylüyordu.
Gece yarısı, gökte sadece yıldızlar parıldarken, prens; altın bukleli saçları dibinden kesilmiş, üzerinde basit bir işçi kıyafeti ve beş parasız bir biçimde saraydan çıkartıldı. Şehrin dışına yakın bir bölgede, bir yolun ortasında yapayalnız terk edildi.
Prens perişan ve şaşkın bir biçimde ağlamaya başladı. Kendi kendine kötü bir rüya gördüğünü, sabah uyanınca, kendini saraydaki muhteşem odasında bulacağını söylüyordu. Bir kenara kıvrıldı ve uyuyakaldı. Sabah uyandığı zaman, bir çite dayanmış, yorgun, bitkin, ağrılar içinde olduğu yerde kalakaldı. Karnı açlıktan kazınıyordu. Artık rüyada olmadığını ve her şeyin gerçek olduğunu acıyla kavradı. Fakir olmanın ne demek olduğunu şimdi anlıyordu. Halkına reva gördüğü gaddar davranışları bedelini ödediğinin farkına varmıştı. O gün akşama kadar boş boş, derbeder dolaştı, durdu. Sonunda bitkin bir vaziyette, ayakları şişmiş olarak, önüne çıkan ilk kulübenin kapısının önünde yere çöktü. Evdekilerden biraz yemek ve yatacak bir yer dilendi. Evdekiler ona istediklerini verdiler. Ertesi sabah onlarla birlikte tarlalarda çalışmaya başladı. Fakat elleri çalışmaya alışık değildi. Ondan memnun kalmadılar ve yol verdiler. Yanında çalışanlar, ona alay ettiler, aşağıladılar. Ağır bir yürek ve kırılmış bir gururla orayı terk etti. Kafasında hala ‘beşe kadar saymak’ cümlesinin gizemi dolaşıp duruyordu.
Uzun günler ve geçmek bilmez geceler boyunca, yazın yakıcı sıcağından ve kışın dondurucu ayazının, soğuklarının, sonbaharın sonsuz yağmurlarının ve ilkbaharın sakin huzurunun ardından zamanlar acımasızca akıp gidiyordu. Kendisi ise amaçsızca bir yerden diğerine sürüklenip gidiyordu. Tam bir yıl böylece sürüp gitti. Prens hala bir şey öğrenememişti. O cümle hala gizemini koruyordu.
Açlık ve susuzluk artık hayatının ayrılmaz bir parçasıydı. Yatağı ise bir kenarında kıvrılıp uyuduğu sokaklardı. Zaman onu anlamsızca sağa sola savuruyordu. Bazen günlerce bir insan sesi bile duymuyordu. Prens artık bir dilenci olmuştu. Ona yiyecek bir şey verdikleri zaman bunu minnetle karşılıyordu. Nadiren bir iş bulursa çalışıyordu. Bir keresinde bir Rabi için çalıştı ve birkaç kuruş kazandı. Rabi ona şefkat gösterdi ve şöyle dedi:
“Dürüst bir şekilde çalışırken, ilk başlarda sana biraz küstah davranıp, ‘Ben zengin bir babanın oğluyum’ deseler bile aldırma” deyip ona güç vermeye çalışıyordu. Prens bir anlığına, Rabi’nin onun sırrını tahmin ettiğini düşündü. Ama daha sonra Rabi’nin ona Talmud’dan bir deyişi tekrarladığını öğrendi. Bu özdeyişi öğrendikten tam bir yıl sonra, prens kendini hiç bilmediği bir şehrin eteklerinde buluverdi. Yolda ona kardeşçe yaklaşan bir dilenci ile karşılaştı. Dilenci ona, “Benimle gel. Sana kardeşçe birkaç bilgi vermek istiyorum. Seni ‘Hiçliklerin Yeri’ne, iyi bir yemek yiyebileceğin ve gece barınabileceğin bir yere götürmek istiyorum. Burada, bu şehirde, güzel ve asil prensesimiz bir bina inşa ettirdi. Adı ‘Hiçliklerin Yeri’ Buraya uzaklardan gelen, bütün insanlar gelip konaklayabilirler. Seni oraya götürüyorum” dedi. Prens orada harika bir yemek yedi. Geceyi mükemmel bir şekilde dinlenerek geçirdi. Toplum dışına itildiğinden beri, böylesine rahat etmemişti. Bu duygular içinde bir köşeye çekilip usul usul ağlamaya başladı. Aniden büyüleyici tatlılıkta bir sesle yerinden sıçradı: “Niçin ağlıyorsunuz?” Başını sese doğru kaldırdığında, karşısında ömründe gördüğü en güzel kız duruyordu. Önce dikildi, sonra tekrar boynunu büktü ve cevap veremedi. Genç kız ona, “Prenses konuşuyor, ona cevap vermek zorundasın!” derken, sesi sanki hizmetkârıyla konuşur gibi keskinleşmişti.
“Prensesim, sizden başka hiç kimse böyle adil olamaz” derken kendi kendine düşünüyordu:
“Bir insan hem prenses olup, hem de nasıl bu kadar sempatik olabilirdi?” Sonra kendi eski halini düşündü, hep kaba, öfkeli, asla hiç bir hayır kurumunu ziyaret etmeyi aklından bile geçirmeyen! Prenses kibarca tekrar sordu:
“Sizin mutlaka anlatacak bir yaşam hikâyeniz vardır. Bana anlatın, eğer bu bir sırsa, bana güvenebilirsiniz. Size asla ihanet etmem” deyince, prens “Sevgili güzel prenses, lütfen bana acımayın. Ben buna değmem çünkü. Bir yıl öncesine kadar, ben muhteşem bir evde oturuyordum. Çok zengin bir tüccarın biricik oğluydum. Babam tüm sevgisini ve servetini benim için hesapsızca akıtırdı. Ama ben insanlara kötü davranırdım. Sonunda ‘beşe kadar saymayı’ öğrenene kadar evden kovuldum. Ama bu cümlenin ne anlama geldiğini bu güne kadar anlamayı başaramadım. İşte benim hikâyem bundan ibarettir” dedi. Prenses, “Size yardımcı olmaya çalışacağım” dedi.
Ertesi gün Prenses yine hayır kurumuna geldi. Yanında bir Rabi vardı. Amacı, prense yol göstermesi için onu din adamıyla konuşturmaktı. Rabi yabancı adamı görünce önce hiç tepki göstermedi. Prenses, prense bakarak, “Şimdi ona hikâyeni tekrar anlat” dedi. Prens önceki gece anlattığı hikâyenin aynısını Rabi’ye tekrar anlattı. Rabi, “Bu çok basit bir ders sevgili oğlum. Çok basit ama, kibirli insanlar bunu göremezler. Gözden kaçırırlar. Söyle bana hiç açlık ile tanıştın mı?” diye sordu. Prens kederle, “Genellikle ben her zaman açım” dedi.
“O zaman- 1- ile tanıştın. Peki soğuktan donmanın, üşümenin ne olduğunu hiç tattın mı?”
“Evet, tattım”
“O zaman- 2- ile tanıştın. Peki, yürek zenginliği ile hiç karşılaştın mı?
“Çok fakir olduğumdan, bununla zaman zaman karşılaştım. Özellikle bu güzel prensesi tanıdıktan sonra…”
“O zaman- 3- ile tanıştın. Minnettarlık duygusunu hiç içinde taşıyor musun?
“Bu geçen bir yıl içinde minnettarlık duygusunu çok fazla hissettim. Özellikle dünden beri çok daha fazla” derken, prensin gözleri yaşlarla dolmuştu.
“O zaman -4- ile tanıştın. Şimdi en önemli soruya geldik. Hiç alçakgönüllü olmanın ne demek olduğunu tattın mı? Mütevazı, alçakgönüllü bir ruha sahip misin?” Prens ağlayarak, “İnanın bana gerçekten öyle hissediyorum. Son derece ciddiyim” diyerek hıçkırıklara boğuldu. Rabbi, “O zaman -5- ile de tanışmışsın. Demek ki ‘beşe kadar saymayı’ öğrenmişsin. Şimdi artık babana dönebilirsin. Baban çok bilge ve adil bir adam olsa gerek. Yoksa sana bu cezayı uygulamazdı. Baban artık seni kesinlikle bağışlayacak. Giderken seni bir hayır duası ile kutsamak istiyorum” diyen Rabi, ellerini genç prensin başının üzerine koyarak bir dua okudu. Prenses, “Ben de size en iyi dileklerimi sunuyorum” derken elini uzattı ve prensin elini öpmesine izin verdi.
“Zarif prensesim, eski püskü giysiler içindeki bir dilencinin, böyle konuşması ne kadar doğru olur bilemiyorum ama yürekten konuşuyorum. Bir gün geri döneceğim ve eğer layık görürseniz, size yapacağım teklifi belki de kabul edersiniz” dedi. Prenses gülümseyerek, “Belki de” diye cevapladı.
Prens bütün cesaretini toplayarak, ülkesine ve babası olan kralın sarayına geri döndü. Babasına yaşadığı bütün maceralarını anlattı. Yaşlı kral oğlunu dikkatle dinledi, onu kollarına aldı ve bağışladı. Onu gururla halkının karşısına çıkardı. Genç prens çok değişmişti. Artık kimseye zalimce davranmıyordu.
Prens, birkaç ay sonra, yanında değerli hediyeler taşıyan saray maiyeti ile birlikte prensesin ülkesine gitti. Prensesin huzuruna çıktığında, “Sevimli prensesim, işte birkaç ay önce söylediğim gibi size geri döndüm” dedi. Prenses, “Gerçekten mi? Ben sizi tanıyamadım, kimsiniz?” diye sordu.
“Ben sizin şefkatle el uzattığınız, o zavallı dilenciyim. Aptalca ve kötü davranışlarım yüzünden, kaybettiğim tacımı, sayenizde geri kazandım. Şimdi size gelinim olmanızı teklif ediyorum. Hem karım, hem rehberim, hem de baş danışmanım olacaksınız. Ben size çok sadık bir eş ve kral olacağım. Siz de en güzel, en adaletli ve hiç kimsenin bu güne kadar görmediği bilge bir kraliçe olacaksınız” dedi. Prenses, prensin evlenme teklifini kabul etti.
Prens bir kez daha ülkesine geri döndü ama bu kez çok mutluydu. Saltanat arabasında yanında, güzel prenses oturuyordu. O zamandan sonra ülke halkı her zaman huzur ve mutluluk içinde yaşadı.
Kaynak: Aunt Naomi’s Stories: Gertrude Landau/1919