Arap isyanının ilk etkileri

1929’da Hebron’da yaşanan olaylar tarihçiler tarafından Arap isyanının başlangıcı olarak kabul edilir. Hebron olaylarından sonra, her zaman olduğu gibi bir araştırma komisyonu kurulur. ‘Ne şiş yansın ne kebap’ mantığı ile herkese uyacak, kelimeleri ince ince seçilmiş bir metin çıkar ortaya. Sonunda, 1930 yılında, Sömürgeler Bakanı Lord Passfield imzasıyla yeni bir ‘White Paper – Beyaz Kitap’ yayınlanır ve Balfur Deklarasyonunun yenilenmiş bir yorumu olarak sunulur.

Marsel RUSSO Perspektif
20 Ocak 2016 Çarşamba

1929’da Hebron’da yaşanan olaylar tarihçiler tarafından Arap isyanının başlangıcı olarak kabul edilir. Bölgede görev yapan İngiliz diplomat ve askeri personele göre, söz konusu çatışma ortamı Londra hükümeti Balfur Deklarasyonunun maddelerini geri çekmedikçe devam edecektir.

Sömürgeler Bakanı kimliği ile 1922’de Filistin’e yaptığı ziyaret sonrasında edindiği izlenimlerden yola çıkarak bölgeye yön veren Churchill’in Beyaz Kitap’ından yalnızca 7 – 8 sene geçmişti. Gerilim hiç olmadığı kadar artmış, Arap ve Yahudi toplumları ile aynı anda muhatap olma durumundaki İngiliz görevlilerde, Manda idaresinin var oluş nedenini sorgulama ve yargılama eğilimi baş göstermişti. İngilizler anlamsız şekilde bu toprakları kendilerine vatan yapmak isteyenlerin arasında kalmışlar, nasıl davranmaları gerektiği konusunda mantıklı modeller oluşturamamışlardı. Hatta yönetim otoritesine bir panik havası hâkim olmaya başlamıştı da diyebiliriz.

Hebron olaylarından hemen sonra Araplar bu kez Tel Aviv’e yürümek istemişler, bunun üzerine Kahire ve Amman’dan gelen takviye İngiliz birlikleri duruma müdahale etmişlerdi. Keza ağustos sonlarına doğru bu kez kuzeydeki Safed kenti Arap saldırılarının hedefi oldu. Birçok Yahudi evi yakılmış, insanlar öldürülmüştü! İngilizler bu kez de olayları bastırmak için davranmışlar, ancak geç kalmışlardı.

Arap isyanının bu ilk dönemlerinde Yahudiler arasında, kendilerini savunmaları gerektiği fikri yavaş yavaş yer bulmaya başladı. Tarihçi Tom Segev’in ‘One Palestine Complete’ başlıklı, dönemi derinlemesine anlatan kitabında yer verdiği anıların biri Hayim Şalom Halevi adındaki bir gencin notlarından alınmıştır.

“Araplardan nefret etmiyorum. Onları sevmiyorum da. Ancak yüzlerini görmek bile istemiyorum. Zaman çok geç olmadan kendi topraklarımızda, beş yüz bin kişilik bir getto kurmalıyız. Aksi halde,Allah saklasın, her şeyimizi kaybedeceğiz…”

Bu sözler artık yerleşmeye başlayan genel bir kanının teyidiydi. Temelinde İngilizlerin Yahudileri koruyamadıkları hissi vardı. Bu görüş, istisnaları kenara bırakırsak, Yişuv’un ortak görüşüydü. Açıkça söylemeseler de, Yahudiler, İngilizlerin Balfur Deklarasyonundan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmedikleri görüşündeydiler.

 

İNGİLİZLERLE İLİŞKİLER

Saldırıların başlangıcını takip eden haftalarda ve aylarda, Yişuv’un liderleri İngilizlerle olan ilişkilerin normalleşmesi için çok çaba sarf ettiler. Ancak bu hiç de kolay bir iş değildi… Ünlü yazar Samuel Yosef Agnon’un yazdığı gibi “İngilizlere karşı olan Yahudi nefretinin tarihte Ruslara karşı olan nefretten daha aşağı kalır yanı yoktur” ve bu son derece tehlikeli bir durumdu.

Öte yandan İngilizler safında da Yahudi tepkisini anlamakta zorluk çekenler vardı. Yahudi yöneticiler hemen hemen her seviyedeki İngiliz yöneticisini Londra Hükümetine şikâyet etmişti. Polisinden basit memuruna tüm İngilizler, olayların dolaylı suçluları idi… Öte yandan, durum öylesine karışık bir hal almıştı ki, dönemin Genel Valisi John Chancellor (1928 – 1931) Yahudileri nankörlükle bile suçlamıştı. Kendisi Yahudilerden pek hoşlanmazdı. Balfur Deklarasyonunun Yahudiler için bulunmaz bir nimet olduğunu ancak bitmek bilmeyen taleplerinden dolayı çok antipati topladıklarını düşünmekte ve Arapları tepkilerinde çok da haksız bulmamaktaydı.

Aslında, Yahudilerin istediği İngilizler tarafından kayırılmak değildi. Onlar sosyal, ekonomik boyutta bu topraklara inanılmaz yatırımlar yapıyor, kendi bireysel ve ulusal geleceklerini bu toprağın geleceği ile özdeşleştiriyorlardı. Tarım kolonileri vasıtası ile toprağı verimli hale getirmenin savaşını verirken, İbrani kültürünün yeşermesi için özverili bir şekilde çalışıyorlardı. Buna karşılık Arap cephesinde kin ve kıskançlıktan başka bir şey yoktu. Arap toplumu cehaletinin, liderlerinin basiretsizliğinin bedelini ödüyordu… Ve kısmen de Yahudilere ödetiyordu.

Bu arada, Yahudilerin arasında da gelişen olaylara çok değişik tepkiler veren güç odakları oluşmaya başladı. Bir yandan Haim Weizmann Londra’da olayların ancak görüşmeler yolu ile kontrol altına alınabileceği savını ortaya koyup hükümet çevreleri ile müzakereler yürütürken, Yişuv’un etkin kişisi David Ben Gurion kendisine bağlı birçok sosyalist gençlik grubu kurmuş, Yahudi gençliğini örgütlemeye başlamıştı bile. Buna, daha sonraları Histadrut çatısı altında birleştireceği birçok sendikayı da eklemişti. Daha sonra, İsrail’in oluşumunda ve bugünlere gelmesinde etkin rol alacak İşçi Blokunun temellerini atmıştı. Bir de askeri kanat olan Haganah’yı kurmuştu.

 

BEN GURİON’A KARŞI JABOTİNSKY

Ben Gurion’un karşısında ise keskin fikir ve söylemleri ile tanınan Ze’ev Jabotinsky vardı. Jabotinsky ve Revizyonistlerin fikirleri, Arap ve İngilizlere karşı olan duruşları, Hebron Olayları ve bunun akabinde derinleşmişti. “Yehuda kanla düştü, kanla yücelecek” söylemi, onları daha ılımlı olan Ben Gurion cephesinden ayırmakta idi. Jabotinsky, Araplarla olabilecek her tür sıcak çatışmaya hazır olunması gerektiğini daha çok önceleri, 1920 Nebi Musa Olayları sonrasında söylemişti. Ben Gurion’a göre ise, olayların nedeni Revizyonistlerin, Jabotinsky ve Ussishkin gibi kemikleşmiş Rus Yahudilerinin sert ve düşüncesiz fikirleriydi, tepkileriydi…

Yişuv ilk kez siyasi açıdan bölünmüş, birbirine karşı, birbirine güvenmeyen iki gruba ayrılmıştı. Bir İsrail sevdalısı olan Hayim Şalom Halevi için bu durum son derece acıydı. Ona göre, Yişuv tarihin akışından hiçbir şey öğrenememişti. Herkesin bir potada erimesi gerekirken, partizan kavgalara tutuşulmasını anlamakta güçlük çekiyordu. Bir mektubunda, “Vatan için ölmek iyidir diye marşlar söylüyoruz… Ancak vatan için anlamsızca ölmek gereksiz değil mi?” diye yazmıştı… Kimilerine göre, dökülen kanın bir bardak sudan daha fazla önemi yoktu. Bu ilkel görüş onu isyan ettiriyordu. Öte yandan, Jabotinsky’nin dediği gibi, dökülen kan tarihin dişlilerinin arasına konması gereken yağ gibiydi, dolayısı ile asil bir değeri vardı veya öyle olmalıydı… Yorumlar değişik gerçek ise tekti.

***

Hebron olaylarından sonra, her zaman olduğu gibi bir araştırma komisyonu kurulur ve her zaman olduğu gibi, ne şiş yansın ne kebap mantığı ile herkese uyacak, kelimeleri ince ince seçilmiş bir metin çıkar ortaya. Ancak sonuç bölümünde, Yahudi liderlerin hiç hoşlanmayacakları ibareler vardı. Genel Vali Chancellor’un da diretmesi ile belgeye son anda eklenen bu ibareler, Balfur Deklarasyonu’nun amacından saptırıldığını ifade etmekteydi. Açıklamaya göre bu deklarasyon, Britanya’nın çıkarlarına son derece ters, ve Arapların varlığına yönelik tehlikeler içermekteydi.

Chancellor’a göre, buradaki halkın kendi geleceğini belirleme hakkı olmalıydı. Onlara bir tür otonomi verilmeliydi. “Buradaki halktan” anladığı ise, çoğunluğu oluşturan Araplardı. Yahudiler buralara daha sonraları, yapay yöntemlerle gelmişlerdi. Burada belki bir yuva kurabilirlerdi, ancak bir devlet oluşturmaları mümkün değildi. Fakat oluşacak bağımsız bir Arap Devleti’nin bünyesinde, o ana dek yaşadıkları şekilde, iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşayabilirlerdi.

 

BEYAZ KİTAP GİRİŞİMİ

Sonunda, 1930 yılında, Sömürgeler Bakanı Lord Passfield imzasıyla yeni bir ‘White Paper – Beyaz Kitap’ yayınlandı ve Balfur Deklarasyonunun yenilenmiş bir yorumu olarak sunuldu… Arapların tepkileri İngilizleri rahatsız etmişti.

Chancellor ve Sir Passfield’in amacı bölgedeki Yahudi egemenliğini demografik anlamda durdurmak ve Yahudilerin hep azınlıkta kalmalarını sağlamaktı. Onlara, Balfur Deklarasyonu çerçevesinde – onu çiğnememek adına – bir otonomi verilebilirdi, ancak bu otonomi kesinlikle kültürel alanla kısıtlı kalmalıydı. Londra’nın bölgeye akıtacağı 7 milyon poundluk kaynakla, Filistin, herkesin, hem Arapların hem de Yahudilerin rahatça yaşayacakları bir ‘vatan’ olacaktı.

Bu Beyaz Kitap girişimi Londra hükümeti nezdinde etkin olan Haim Weizmann’ın gayretleri ile durduruldu. Karizması, becerisi, diplomatik zekâsı ve şansı bir kez daha İngilizlerin kafasını karıştırmıştı. Londra’nın önemli şahsiyetleri ile, ihanete uğramış bir sevgili misali, yaptığı ikili konuşmalarda bazı ana başlıklar üzerinde duruyordu: Mısır’ın hemen yanı başında ve Hindistan’a giden yol üzerinde bir Yahudi Ulusal Evi’nin oluşması İngilizlerin çıkarlarına uygun düşen bir durumdur. Böylesi bir coğrafyada istikrarsız bir oluşum sağlıklı olmaz; Yahudi göçünü Arap parametresine bağlamak istikrasızlık yaratacaktır…

O dönemlerde hükümetin de iç politikada zayıf bir konumda olması, muhalefette bulunan parti milletvekillerinin Weizmann’ın beyanlarına sıcak bakmaları, hatta The Times’ta alınan kararı eleştiren yazılar yazmaları, Beyaz Kitap’ın mimarları Sömürgeler Bakanı Sir Passfield ile Genel Vali Chancellor’ı etki altında bıraktı… Buna bir de, Beyaz Kitap’ı destekleyen kararlardan birinin bölgeye yedi milyon poundluk yatırım yapılmasına ilişkin olması da eklendi. Hazine Bakanı buna hiç hazır değildi. Yahudiler zaten buraya yeteri kadar kaynak aktarmaktaydı. Beyaz Kitap’ın getirdiği düzenlemeler çerçevesinde, Yahudi göçünün kısıtlanması – ki bu Beyaz Kitap’ın ana amacıdır – bu yatırımların durmasına neden olacaktı.

1929 yılının ağır ekonomik krizi altında zor zamanlar geçiren MacDonald ve hükümeti, iç dengeleri daha fazla sarsmamak için, Beyaz Kitap’ı rafa kaldırır.

Başarı Weizmann’a aitti. İşin ilginç yanı, başarının mimarının da durumunun kritik olmasıydı. Bir yandan özellikle Tel Aviv ve New York’taki rakipleri onu sıkıştırmakta, öte yanda, Yahudi Ajansı içine Yişuv’daki Yahudi toplumunu temsil etmek için alınan milliyetçi olmayan unsurlar; David Ben Gurion’un sosyalist eğilimli Histadrut’unun güç kazanması; Ze’ev Jabotinsky’nin Revizyonistlerinin oluşturmaya çalıştığı yapıyı bölmesi, zaten tüm Yahudiliği kucaklamayan, 1929 ekonomik krizi nedeni ile parasal kaynakları azalmış örgütü ve kendisini son derece rahatsız etmekteydi.

Dolayısı ile esasen, Yahudilerin gücünün İngilizlerin Beyaz Kitap’tan geri adım atmalarına neden olduğu kanısı, aslında doğru değildi… Çünkü onlar, o güne dek hiç bu kadar maddi sıkıntı içinde olmamışlar, siyasi açıdan bu kadar bölünmüş bir görüntü vermemişlerdi...

Geri adımın temelinde, Londra’nın kulislerinde yaşanan güç oyunları ve İngilizlerin ‘kendi özgür iradeleri ile’ atmış oldukları bir adım vardı. Tıpkı 1917 Balfur Deklarasyonu’nda olduğu gibi…

1929 yılı ve sonrasında gelişen olaylar, 1931 yılında her anlamda radikal değişikliklere neden oldu. Genel Vali Chancellor görevinden ayrıldı; Weizmann, sağladığı büyük başarıya rağmen başkanlıktan indirildi ve yerine Nahum Sokolov getirildi. Jabotinsky ve Revizyonistler, artık bir devlet kurma fikrinin resmen dile getirilmesi gerektiği düşüncesi ile yapılanmadan bir daha dönmemek üzere koptular ve Araplar bütün bu olup bitene isyan ettiler…

Eve dönüş yolunda John Chancellor, Arapların İngilizlere ve Yahudilere karşı fokurdamaya başladığını ifade edecekti.