Samuel ailesi Albert Haim Samuel’in sorumluluğunda bulunan antik Saragosa Megilasını geçici bir süre sergilenmek üzere 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesine verdi. Haim Samuel ile bu özel megilanın hikâyesini konuştuk.
26 Ocak Salı akşamı Neve Şalom Sinagogunda ve Neve Şalom binasındaki yeni yerleşkesinde geçtiğimiz günlerde ziyarete kapılarını açan 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesinde bir ilk yaşandı. Samuel ailesi, ailenin bir emanet olarak Albert Haim Samuel’in sorumluluğunda bulunan antik Saragosa Megilası’nı da anlattığı Saragosa Purimi’ni kalabalık bir cemaatin katıldığı şenlikli bir törenle kutladı ve megilayı geçici bir süre sergilenmek üzere müzeye teslim etti. Türk Musevi Cemaati böylelikle bir ‘Purim Katan’ olan Saragosa Purimi’ne de sahip çıkmış oldu. Haim Samuel ile bu özel megilanın hikâyesini konuştuk.
İspanya’nın kuzeyinde yer alan Saragosa kenti, 12-13. yüzyılda Aragon Krallığının başkenti idi. Kentte o dönemde 5000 kişilik önemli bir Yahudi toplumu yaşamaktaydı. Saragosa Yahudileri ağırlıklı olarak kumaş yapımı, tekstil, ayakkabı, ipek, keten ve deri işleri ile uğraşmaktaydılar. Günümüzde hâlâ İspanya’nın önemli bir dericilik merkezi olan Saragosa’ya deri ve tekstil işini Yahudilerin getirdiği bilinir. Söz konusu dönemde Yahudi toplumu ile Aragon Kralı iyi ilişkiler içindeydi. Kral ülkesinin ekonomisine büyük katkıları olan Yahudi toplumunu gözetirdi. O kadar ki, Yahudilere tekstil işlerinden dolayı önemli ayrıcalıklar tanımış ve bu sanatı özellikle onların tekeline bırakmıştı. Buna karşılık Yahudilerden ‘cena’ adı verilen bir vergi alırdı.
İyi ilişkilerin bir sonucu olarak Kral yılda bir kere Yahudi toplumunu ziyarete giderdi. Tabi Yahudi halkı da Krallarını coşkulu geçit törenleri ile karşılardı. Bu törenler öylesine coşkulu olurdu ki, Kral’ı karşılamak için Sefer Tora’lar sinagoglardan dışarı çıkarılırdı.
Sinagogdan çıkarılan aslında Sefer Tora’ların içleri boş kutuları idi. El yazması Tora’lar sinagogun kutsiyetinde kalmaya devam eder, Yahudi toplumu da böylelikle o günkü inancına göre günah işlememiş olurdu.
Taa ki Yahudi doğmuş olmasına rağmen sonradan vaftiz olarak Hıristiyanlığa geçmiş olan ve megilada Marcus ismiyle anılan kişinin, 1420 yılında bir gün Kral’a itirafına kadar: “Biliyor musunuz ekselansları, bu Yahudiler sizi kandırıyor! O çıkardıkları kutuların içleri boş! İçlerinde hiç bir şey yok.”
Bundan sonrasını Haim Samuel’den dinleyelim:
“Bunun üzerine Kral silah kuşanmış bir ordu ile klasik ziyaretini yapmaya karar veriyor. Gidip Sefer Tora’ları açtıracak ve içleri boşsa, hepsini kılıçtan geçirecek. Ama bir gece evvel sinagogun çalışanı rüyasında bunun böyle olacağını görüyor ve kan ter içinde uykusundan uyanıp sinagoga koşarak bütün Sefer Tora’ları dolduruyor. Ertesi gün Kral gelip de ‘açın’ dediğinde, Sefer Tora’ların hepsi dolu oldukları için Kral Yahudi toplumunun o seneki tüm vergilerini kaldırıyor ve ihbarı yapan Marcus’u hemen orada infaz ediyor. Takvimler Yahudi takvimi ile 17 Şevat’ı göstermektedir. Yahudi toplumunun kurtulması o gün bir mucize olarak algılanıyor ve bu hikâye yazıya dökülüyor.”
Saragosa Yahudileri de hayatta kalabildikleri için her sene bu mucizeyi kutladılar. Yüzyıllar boyunca yaşanan mutluluklar ya da sıkıntılar hatta göçler bile bu mucizevi günü unutturmadı onlara ve Saragosa Purim’i de bir Purim Katan olarak bu şekilde nesilden nesle aktarılarak tarihteki yerini aldı.
“Bunu babaannem ve dedem Haim Samuel her sene kutladı” diyerek sözlerine devam ediyor Haim Samuel. “Babaannemin hayatta kalan beş çocuğu var: Üç erkek, iki kız. Tesadüf sadece babamın erkek oğlu oldu: ben. Diğerleri hep kız çocuğu. Yani soyadını devam ettirebileceğim için babaannem onu bana verdi.”
Megila Samuel ailesine nasıl geldi?
Tabi bunu tam olarak bilemiyoruz. Ama ilginç olan, bizde de bütün ailenin tekstilci olması. İnsan düşünmeden edemiyor. Bilemiyorum köklerimizi. Bizim bildiğimiz babaannem ile dedemin İzmir Menemen’de yaşamış oldukları. Oradan İzmir’e, sonra da İstanbul’a gelmişler. Ve bu megila da bu yolculuğu yaptı. Bir de şunu biliyoruz, 1492’de Engizisyon sonucu İspanya’dan kovulan Yahudilerin bir kısmı Osmanlı’da Ege’ye yerleşmişlerdi.
Bu megila ne zaman yazılmış?
Büyüklerim bana çok eski demişlerdi. Geyik derisi üzerine yazıldı. Gerçi hiç merak edip de araştırmadım.
Derken megila kayboldu, öyle mi?
Bir ara, uzunca bir müddet kutlamadık. Atladık. Derken bir gün, eşimle bu sene Saragosa Purimi’ni kutlayalım, megilayı bir çıkartıp bakalım dedik. Eşim baktı, yok yerinde. Bütün ev aşağı indi. Yok! Acaba bir kuzene verdik de, onda mı unuttuk diye düşündük. Megila bana verildiğinde kesinlikle evden dışarı çıkmayacak denmişti, kesinlikle. Ben tabi ki kuzenlerimi kıramıyor, veriyordum. Uzun lafın kısası bütün ev aşağı indi, bütün kuzenlere telefon açıldı; kimsede yok. Ve yok. İnanılmaz bir üzüntüye kapıldım. İnanılmaz bir üzüntü çünkü hem manevi değeri çok yüksek hem de geyik derisi üzerine yazılmış. Ne kadar eski olduğunu bilmiyorum. Ama çok eski olduğu belli. Çok üzüldüm. Aklıma ilk gelen oruç tutup, sinagoga gidip dua etmek oldu. Onu yaptım ertesi gün. Akşam vakti eve geldiğimde, eşim kapıda heyecanla karşıladı beni. “İnanmayacaksın ama biraz evvel buldum” dedi. Aynı yerde bulmuş.
Nasıl, anlamadım?
Kaybolan megila değildi aslında, ama unutmak, gözlerinin karanlıklarda kalması idi. Meğer her zaman kaldırdığımız büfenin derin bir tarafında karanlık bir yerde kalmış. Elimiz oraya erişmemiş.
Şimdi de 500. Yıl Vakfı Türk Yahudileri Müzesine veriyorsunuz geçici bir süre sergilenmesi için. Oysa evden çıkmaması gerekiyordu.
Orası Neve Şalom ve Neve Şalom müze de dahil olmak üzere bizim evimiz sayılır. Üstelik Hahambaşı Rav Haleva bizzat beni arayarak, “Bu çok değerli ve biz cemaat olarak bunu her sene kutlamak istiyoruz” dedi. Bu beni daha da sevindirdi. Çünkü artık bu işin takipçisi Hahambaşı. Kaybolmasına imkan yok artık.
Ayrıca orada sergilenerek bütün cemaatin bir araya gelmesine de vesile oluyor. Bu megila geçmişte bütün aileyi bir araya getirdi. Şimdi bütün cemaati bir araya getirecek. Her sene.
Babaanne ile kutlamalarda hatırladığınız özel yemekler, kokular var mı?
Babaannem Deborah tam bir İzmirli idi. Bütün yemek kültürü İzmir’in yemek kültürü idi. Ancak, o güne özgü bir yemek hatırlamıyorum.
Şarkıyı hatırlıyor musun?
Yok hatırlamıyorum. Ama ritüeli hatırlıyorum. Mesela Harebi Baruh bunu okuduktan sonra muhakkak sağ ayağını yere vururdu ve “Maldiço Marcus, kötü Markus, lanetli Marküs” der, ayağını yere vurarak hikâyeyi bitirirdi. Hikayeyi çok teatral bir şekilde, ses tonuyla, vücut diliyle anlatırdı. Biz de bunu çok ilginç bir tiyatro seyreder gibi dinlerdik.
Bana verildiğinde dendi ki, “Bak bunu yapmazsan kaybolur ve kaybedersen iki elimiz yakanda!” Anlam veremedim o zaman. Oysa babaannem bunu bana verirken sıkı sıkıya “Sakın bunu kaybetme, evden dışarı çıkartma, kimseye verme ve her sene yapmazsan da kaybolur” demişti.
Ancak onu kaybettikten sonra büyüklerimin ne anlatmak istediklerini anladım. Bunu her sene yapmak bizim kendi kimliğimizin bir değeri. Unutursan, kendi adetini, ananeni kaybedersin. Megilayı kaybettiğimde, çok derin bir üzüntü yaşadım. Aileye karşı üzerimdeki sorumluluğu becermedim diye düşünüyordum. O kaybolunca benden çok önemli bir şey eksilmişti. Sanki ben de kaybolmuştum. Unutmamak gerekir ki, onun maddi kıymeti veya antika değerinin aslında hiç bir önemi yok. Aslolan onun yarattığı manevi değer. İçinde barındırdığı mucize. Bu megila bir mucize yarattı. İçinde bir mucize var. Bayramımıza ve megilamıza sahip çıkarsak herhalde o mucizeye de sahip oluruz. O mucize de bizimle beraber olur. Ona sahip çıkarsak, onun içindeki mucize de bizi hiç bırakmayacaktır.
Ve şimdi hayatta olmayan amcalarım, halam, babaannem, dedem, artık tüm atalarım rahat uyusunlar, Hahambaşı artık bunun bekçisi.
Deborah’yı bir de torunu Mirey Samuel anlattı:
Mirey Samuel çocukluğunu Deborah ile aynı evde geçirmişti. Babaannesi hakkında hatırladıklarını sorduk ona... Yazdı. Annesine sordu, onun hatırladıklarını yazdı. Yazdıkça hatırladılar. Sayfalar doldurdu. Buraya birazını alabildik...
“Çok dindar, elinden Tora düşmeyen, kaşerut kurallarına bağlı, yaşadığı acılardan dolayı çok gülmeyen, ancak sosyalliği çok kuvvetli, aslında çok şefkatli ama bunu göstermeye çekinen bir babaanne olarak hatırlıyorum. Sert görünümlü ama içi yumuşak, prensip sahibi bir kadındı Deborah...
Bitmek tükenmek bilmeyen Coha hikâyeleri, durmaksızın anlattığı Tora’mız vardı. Beyaz emaye leğende eli kolu burkulan insanları beyaz sabunla ovmasını hatırlıyorum. Yolda yürürken selam verdiği adamların kim olduğunu sorduğumda, ‘Bilmem, ama selam hem alınır hem verilir’ derdi.”
Talmud’a göre kişi, mucizevi bir şekilde bir tehlikeden kurtulduğu zaman özel bir şükür duası okumalıdır. Bu doğrultuda aileler ve toplumlar da mucizevi kurtulma deneyimleri yaşadıkları zaman, bu gün tarihe bir bayram olarak kaydolur ve o günü Purim olarak kutlarlar. Yahudi toplumlarının tümünde kutlanmayan, ancak yerel toplumları ilgilendiren bu bayramlara Purim Katan ismi verilir. Dünya yüzünde farklı coğrafyalarda yaşayan Yahudi toplumlarının Purim’lerinden oluşan bir liste Judaica Ansiklopedisinin üç sayfasını doldurur.
Deborah ve megila
Babaannem Deborah çok dindar bir kadındı. Ona göre, her yıl 17 Şevat günü Saragosa Purim’i evinde kutlanmalı, bütün aile eksiksiz gelmeli ve megila üç lisanda okunmalı idi. Yazıldığı orijinal lisanında (Aramice), Ladino ve bizler anlayabilelim diye Türkçe. Bunu da muhakkak babaannemin tek güvendiği haham, Harebi Baruh okurdu. Harebi Baruh biraz da teatral bir şekilde megilayı üç lisanda da okuduktan sonra bir kutlama sofrası kurulur, neşe içinde yemek yenirdi. O güne dair hatırladığım diğer bir detay Bar Yohay şarkısının söylenmesi idi. Babaannem, dedem Haim Samuel’in baba tarafından gelen bu bayramın kutlanmasında hiç taviz vermezdi. Kardeşlerin arası soğuk, birbirleriyle konuşmuyorlar, olmazdı. Herkes o akşam gelmek zorundaydı ve o akşam bir dargınlık varsa da barışmak zorundaydı.
Zaten Purim’in bence anlamı bir yerde bu. Toplumu bütünleştirici bir yapısı olan bir şey bu kutlamalar ve bu megilalar.