Ülkemizin yakın dönemde yaşadığı siyasal gelişmelere paralel olarak toplum içinde yaşanan ‘kutuplaşma’ da sıkça dile getirilir oldu. Bu olguyu bilimsel verilerle ortaya koymak amacıyla gerçekleştirilen ‘Türkiye’de Kutuplaşma Araştırması’, durumun tahmin edilenden daha kötü olduğunu ortaya çıkardı. ŞALOM araştırmayı gerçekleştiren uzmanlarla görüştü.
German Marshall Fund (GMF) Türkiye Direktörü Özgür Ünlühisarcıklı ile GMF sponsorluğunda yürütülen ve bu hafta yayınlanan ‘Türkiye’de Kutuplaşma Araştırması’nın sonuçlarını değerlendirmek ve 2016 yılı için Türkiye’yi bekleyen iç ve dış politikadaki gelişmeleri konuşmak üzere görüştük.
GMF’yi tanıtabilir misiniz?
German Marshall Fund, Washington merkezli bir Amerikan düşünce kuruluşu. Ankara dahil yedi Avrupa ofisi var. Amacı Transatlantik işbirliğini güçlendirmek. Bunun için de Atlantik’in her iki tarafındaki karar alıcıların, düşünce adamlarının birbirleriyle fikir alışverişinde ortak meseleleri bir arada tartışabilecekleri platformlar oluşturmak için çalışıyor.
Türkiye’yi bekleyen riskler ve fırsatlar açısından 2016’yı nasıl görüyorsunuz?
2016’da sadece Türkiye’yi değil birçok bölge ülkesini riskler bekliyor. Ekonomik alanda henüz ufukta görünmeyen ancak Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri derinden etkileyecek bir kriz yaklaşmakta. 2008’deki Lehman Brothers krizi, onu takiben Avro krizi derken aslında gelişmekte olan ülkeler bu krizlerden faydalandı. Hem ABD hem AB ülkelerinin krize verdikleri cevap piyasaya bolca para pompalamak oldu. Dövizin bol ve ucuz olduğu, faiz oranlarının görece düşük olduğu ve gelişmekte olan ülkelerden başka sermayenin çok da gidecek başka bir yerinin olmadığı bir dönemden geçtik. Çok büyük büyüme hızları yakaladılar. Bunun bir sonucu olarak özel sektör döviz cinsinden aşırı borçlandı. Özellikle doların değer kazanmasıyla beraber bu ülkelerdeki özel sektör kuruluşlarının borçlarının geri ödeyebilmeleri riske girmeye başladı. Doların ani şekilde yükselmesi durumunda bu ülkelerden herhangi birinde -ille Türkiye olması şart değil- bir kriz tetiklenebilir. Bu bir bankacılık krizine dönebilir, doğal olarak kamu maliyelerini etkiler. Avrupa bankaları, bu gelişmekte olan piyasalarda görünür oldukları için kriz hızla yayılabilir. Türkiye’nin böyle bir krize şimdiden hazırlanmasında fayda var.
İkinci risk, çökmüş devlet sorunu. Bölgemizdeki kırılgan ülkeler Suriye ve Irak’la sınırlı değil. Suudi Arabistan da dahil aslında. Ortadoğu’daki devlet sistemi çökmüş durumda. Kimsenin hiç beklemediği bir anda, akla gelmeyecek ancak domino etkisi yaratabilecek bir başka ülke çökebilir. Suriye krizinde ipuçlarını gördüğümüz güvenlik risklerine ve insani felaketlere yol açabilir.
Üçüncü bir risk -ki buna artık risk demek de doğru değil, çünkü hâlihazırda yaşıyoruz- Türkiye’nin içinde bulunduğu kutuplaşma, apati ve siyasi gerilim. Bugün Türkiye’nin güneydoğusundaki çatışma henüz ülke geneline yayılmış değil ama toplumsal bir çatışmaya dönüşme riski oldukça yüksek.
Kutuplaşma araştırmasının sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu araştırmayı Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği, GMF bünyesinde bulunan Karadeniz İşbirliği Fonunun desteğiyle gerçekleştirdi. Araştırmayı yaparken fazla iyimser davranmışız. Türkiye’de aslında siyasi elitlerin arasında bir kutuplaşmanın olduğunu ve bunun topluma yayılmadığını düşünüyorduk. Ancak sonuçlar, Türkiye’de kültürel kimliklerle bütünleşmiş bir parti taraftarlığı olduğunu gösteriyor. Bir insanın oy verdiği partiye bakarak onun kültürel kimliğini; aynı şekilde kültürel kimliğine bakarak siyasal tercihlerini çıkartabilmek mümkün. Dahası bütün bireylerin siyasal konulardaki görüşü, tuttuğu parti ile yakın bir ilişki içinde.
Yani partizanlık dediğimiz şey…
Evet; aslında buraya kadar yine kabul edilebilir. Ama partizanlık çerçevesindeki yaşanan kutuplaşma sosyal mesafeye yol açıyor. Örneğin falanca partinin taraftarları, filanca partinin taraflarıyla ortak bir hayat paylaşmak istemiyor; aile kurmayı, iş kurmayı, arkadaş olmayı, ortak yaşamı tercih etmiyor. Bu eskiden görmediğimiz bir şey. Sosyal mesafe aynı zamanda psikolojik mesafeye dönüşüyor. Bir partinin taraftarı kendine tüm olumlu özellikleri toplayıp, diğer partinin taraflarına tüm olumsuz özellikleri yüklüyor.
Bu uçurumu birleştirmek mümkün değil mi?
Köprü kurmak kolay değil, çünkü bilgi elde edilen kaynaklar da kutuplaşmış. Oy verdiğiniz partiye bakarak muhtemelen hangi gazeteyi okuduğunuz, hangi haber kanalını seyrettiğinizi de belirlemek mümkün. Tersi de geçerli. Ayrı dünyalarda yaşayan, birbiriyle psikolojik mesafe içinde olan ve üstelik de farklı bilgi kaynaklarından beslenen bir toplumun bireylerinden olan insanlardan bahsediyoruz.
Bunun siyasete yansıması nasıl olur?
Siyaseti varoluşsal bir mücadeleye dönüştürüyor. Sert ve apokaliptik bir mücadele. Bize oy vermezseniz başınıza şu gelir gibi.
Ulusal çıkarların tartışıldığı meselelerde ulus olarak bir arada bulunmak mümkün olmuyor. Eğer içeride varoluşsal bir mücadele içindeyseniz dışarıdaki bir mücadelede pekâlâ Türkiye’nin çıkarına ters olan bir pozisyonu savunabiliyorsunuz. Bunu artık çok sık yaşamaya başladık. Ülkenin içinde olduğu risklerden çok daha tehlikeli oluyor. Şunu da unutmayalım biz içeride çatışma yaşayan bir ülkeyiz. Türkiye’de her gün siyasal şiddet sonucu yaşamını yitiren insanlar var. Böyle bir ortamda insanlar hedef de gösterilebiliyor.
Türkiye’nin AB ile ilişkilerini yeniden canlandırma girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye samimi anlamda AB üyelik sürecini canlandırmak istiyor, çünkü başka bir seçenek kalmadı. Kısa süre içinde diğer seçenekleri denedik ve tükettik. Bizim toplam ihracat hacmimizin için AB ülkelerini payı 2000 yılı içinde yüzde 55’ti. Arap Baharına yaklaştığımız süreçte bu oran yüzde 45’in altına inmiş, buna mukabil Ortadoğu ülkelerinin payı yüzde 10 artmıştı. Buna bakarak da ekonomik olarak Türkiye’nin ekonomik geleceğinin AB’de olduğunu söylemek mümkün.
Güvenlikle ilgili Transatlantik araştırmamız vardı. “NATO Türkiye’nin güvenliği için halen hayati midir?” sorusuna cevap eskiden yüzde 49 evet iken; Arap Baharı’nın başladığı yıl bu rakam yüzde 35’e düşmüştü. Şimdi tekrar yükseliş trendinde. Türkiye Avrupa’ya yüzünü döndü ama Avrupa’nın da bir karar vermesi lazım.
Mülteciler üzerinden yürütülen pazarlıkları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye ile AB arasındaki anlaşmanın eleştirilen noktalarına katılmakla beraber Türkiye açısında kazanımların ve önümüze açılan fırsatların çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Evet, üyelik süreci normatif olmaktan çıkarak siyasallaştı. İnsani olmayan bir pazarlığa indirgendi. Üstelik bu pazarlıkta yapılan anlaşmanın gerçekleşme ihtimalini de zayıf görüyorum. AB ülkeleri üç yıl sonra Türkiye’nin kendisinden istenilen her şeyi yapmasına rağmen yine de mültecilerin kıtaya akın etmekte olduğunu görebilir. Uluslararası insan kaçakçılığı ağı da var olan zayıf noktaları tespit edip ona göre operasyonlarını yeniden şekillendirecektir.
Bir de deniyor ki eskiden AB Türkiye’ye daha normatif ABD ise daha stratejik bakardı. Örneğin, ABD birtakım stratejik çıkarları için Türkiye’deki insan hakları ihlallerini kısmen görmezden gelebilirdi ama AB bunu yapamazdı. “Şimdi AB de bunu yapmaya başladı” deniyor. Peki, biz değil miydik AB’yi stratejik cüce olmakla itham eden? AB buradan stratejik bir bakışa evrilirse, Türkiye’nin AB üyelik süreci stratejik sebeplerle hız kazanabilir. Bu Türkiye’deki liberalleri kısa vadede mutsuz etse de AB üyelik süreci ister istemez orta vadede Türkiye’deki özgürlük ortamını geliştirecektir.
Öte yandan önümüzde gayet olumlu giden bir müzakere süreci var. Kıbrıs’taki taraflar bizden çok daha olumlu bakıyor. Üstelik de bu sürece paralel Türkiye-İsrail ve Türkiye-Mısır ilişkilerinin de yeniden başlatıldığını düşünürsek, tüm bu gelişmelerde ilerleme kaydedildiği takdirde bu NATO ve AB stratejik işbirliğinin yeniden güçlenmesi anlamına gelir. Doğu Akdeniz’deki güç dengeleri değişir. Buna ihtiyaç var.
Biden ziyareti sonrası Türk-Amerikan ilişkilerini nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye ve Amerika’nın Ortadoğu’da çıkarları çok büyük oranda örtüşüyor. Bölgede istikrar olması, dolayısıyla devletlerin toprak bütünlüğünün korunması, terör örgütlerinin saf dışı edilmeleri ve eğer mümkünse bölge ülkelerinin demokratikleşerek dünya sistemine daha iyi entegre olmaları gibi...
Ancak öncelikleri farklı. Türkiye’nin yakın zamana kadar Suriye ile ilgili önceliği Esad’ın gitmesiyken ve aynı şekilde de aslında Irak’ta da Sünnilerin siyasi mekanizmaya daha iyi entegre edilmeleriyken, ABD’nin önceliği bir an evvel IŞİD’in kuşatılarak ortadan kaldırılma sürecinin tamamlanması.
Müttefiklerin önceliklerin farklı olmasını bazen kabul etmek gerekir ve bu yönetilemez bir durum da değildir. Ama farklı önceliklere sahip iki müttefik birbirilerinin ayağına basıyorsa bu bir sorundur.
Hele ki ortak hedef ulaşılmasının engelleyecek şekilde ayaklarına basıyorlarsa...
Evet. Bu da ilişkideki güven unsurunun giderek zayıflamasına yol açar.
Bugün ABD ile Türkiye, ortak çıkarlara sahip, ortak vizyonu olan, fakat farklı öncelikleri sebebiyle zaman zaman birbirinin ayağına basan ve bu sebeple de gittikçe birbirine olan güvenini kaybeden ama birbirinden de asla vazgeçemeyen iki müttefik. Bu güven bunalımının aşılması için yakın ve şeffaf bir diyalog ortamı yaratılması gerekiyor. Türkiye’nin de yeri geldiğinde biraz daha esnek düşünüp hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum.
Doç Dr. Emre Erdoğan: “Kendi kendisini doğrulayan bir yalnızlığa mahkûm oluyoruz”
https://www.salom.com.tr/haber/97999