Ülkemizin yakın dönemde yaşadığı siyasal gelişmelere paralel kutuplaşma konusu da sıkça dile getirilir oldu. Söylem bazındaki kutuplaşmanın toplumsal boyutlarını daha bilimsel verilerle ortaya koymak amacıyla Türkiye Sosyal Sorumluluk Derneği’nin, GMF bünyesindeki Karadeniz İşbirliği Fonunun mali desteğiyle Kasım-Aralık 2015 tarihlerinde yürüttüğü saha çalışmasının sonuçları 1 Şubat’ta Dedeman Otelinde tanıtıldı. Araştırmanın saha çalışmasını yürüten Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Emre Erdoğan araştırma süreci ve sonuçlarıyla ilgili değerlendirmelerini ŞALOM okurlarıyla paylaştı.
Kutuplaşma araştırması bize nasıl bir Türkiye fotoğrafı sunuyor? Yola çıkarken sorularınız nelerdi? Araştırma süreci ve sonuçlar konusunda bilgi verebilir misiniz?
Çalışmamıza başlarken siyasal kutuplaşmaya dair çok fazla söylem vardı medyada. Herkes bunu bir veri olarak kabul ediyordu ancak bunu destekleyen bir saha araştırmasının yapılmamış olduğunu gördük. Daha çok siyasal kutuplaşmanın elle tutulur düzeyde olduğu Amerikan merkezli bir literatür alana hakimdi. Biz de en iyi sosyal bilimcilerden oluşan bir danışma kurulu kurduk, literatür taraması yaptık. Daha önceki çalışmalarımızın üzerine inşa edecek şekilde Türkiye’de siyasal kutuplaşmanın ne boyutta olduğunun cevabını almaya çalıştık.
Kutuplaşmayı nasıl tanımlıyorsunuz?
Aslında kutuplaşma kavramını geçişli olarak kullanıyoruz. Bahsettiğimiz siyasal kutuplaşma. Bir insanın birden fazla kimliği taşıyarak var olduğu ideal bir toplumu ele alalım. Bu toplumda insanlar farklı koalisyonlar oluşturabilirler. Siyasal kutuplaşma dediğimiz şey ise şu şekilde devreye giriyor: İnsanlar tek bir aidiyeti ön plana çıkartıyorlar ve geri kalan bütün çatışma alanlarında o kimliğin altına saklanıyorlar. Bunu diğerlerinden farklı kılan, siyasal kutuplaşma çünkü siyasal parti aidiyeti öne çıkıyor.
Sizin hayattaki duruşunuzu, sorunlara karşı tutumunuzu belirleyen sizin hangi partiyi desteklediğiniz oluyor. Böyle bir toplumda insanlar karşılarına çıkan sorunları tartışmak yerine, birbirleriyle uzlaşmak yerine kendi siyasal kimliklerini en iyi şekilde ifade eden o siyasal kimliği dile getirmeyi tercih ediyorlar. Yani saf alıyorlar.
Araştırma sonuçları beklediğinizden farklı mı çıktı?
Evet, beklenmedik, çok şaşırtıcı sonuçlar aldık. İnsanların hayattan memnuniyetinin tuttukları partinin performansına göre değişmesini bekliyorduk. Misal, iktidar partisi taraftarları kendilerini daha mutlu, muhalefet parti taraftarları daha mutsuz hissederler. Keza ekonomik algılar da parti kimliklerini göre değişim göstereceğini bekliyorduk. Bir CHP’li için ekonomi kötüye giderken, AK Partili için ekonomik performans olumludur.
Beklemediğimiz, insanlar arası tutumdaki sosyal mesafenin bu kadar artmış olduğuydu.
Sosyal mesafe kavramını biraz açar mısınız?
Sosyal mesafe 1920’lerde Emory S. Bogardus tarafından farklı kimliklerin birbirleriyle işbirliklerine girip girmemesini ölçmek üzere ortaya atılmış bir kavram. Bizim sosyal mesafeyi ölçmek için sıkça kullandığımız kriter “Komşu olarak ister misiniz?” sorusudur. Çünkü komşuluk bu farklı kimliklere ait insanlar arası mesafenin sıfırlanması anlamına geliyor. Altlı üstlü oturuyorsunuz, güvenmeniz gerekiyor; yeri geldiğinde çocuğunuzu emanet ediyorsunuz. Dolayısıyla komşu olarak istememek sosyal mesafenin varlığını açıkça gösteriyor.
Biz konuyu biraz daha geniş bir perspektiften inceledik. Önce kendilerine hangi siyasi partiyi tuttuklarını sorduk; sonra kendilerine en uzak siyasi partiyi belirlemelerini istedik. Kendilerini herhangi bir partiye uzak hissetmediklerini söyleyenlerin oranı yüzde 20’de kaldı. Toplumun yüzde 80’i kendisini bir şekilde bir siyasi parti taraflarına uzak hissediyor. Bu, önemli bir olgu.
Hepimiz seçmeniz, bir partiyi destekleyebiliriz; bu makul bir duygu ama o partiye oy veren insanlara uzak olmak bizim özcülük dediğimiz bir kavramı beraberinde getiriyor. AK Parti tarafları deyince, onları sanki birbirinin aynı özelliklere sahip insanlardan oluşan, homojen bir bütünmüş gibi kabul ediyorsunuz. HDP taraftarları dediğinizde de aynı şekilde. Sonra soruyoruz, bu partinin taraflarıyla kız alıp vermek ister misiniz; yüzde 83 hayır diyor.
Bu vahim. 90’lı yılları düşünürseniz insanlar bir o partiye oy verirler bir diğer partiye oy verirlerdi. Dolayısıyla partiler arası geçişkenlik olduğu dönemlerde, “Neden kız vermeyeyim? Yarın ben de o partiye oy verebilirim,” diye düşünürdü insanlar. Şu anda çok yüksek oranda parti kimliklerini duvarlara dönüştürmüş durumda.
Peki bu siyasette bir tehdit oluşturur mu?
Herkes için bir tehdit oluşturmaz. Kendinize sadık büyük bir seçmen kitlenizin olması iyi bir oy potansiyeli demektir. Bir de şunu da söylemek gerek; partiler arası çok büyük farklar da yok. Her siyasi partinin bir ötekisi var, birbirini dışlıyor. Bu açıdan siyasi parti liderlerinin işini kolaylaştıran bir durum söz konusu. Herhangi bir konuyu artısıyla eksisiyle tartışmak yerine, masaya koyun “Ben bunu destekliyorum” deyin. Taraftarlarınız da sorgulamaksızın size destekleyecek.
Siyasi açıdan sorun nedir peki?
Uzlaşmayı zorlaştırır. Siz duvarları bu denli yükseltirseniz, sosyal mesafeyi bu denli açarsanız, yarın nasıl işbirliğine gideceksiniz? Nasıl koalisyon kuracaksınız? Nasıl anayasa yapacaksınız? Onun için iyi olanın benim için iyi olduğuna nasıl ikna edeceksiniz? İşte zararlı tarafı bu.
Bunu aşabilmek için siyasi karar vericilere önerileriniz var mı çalışma dahilinde?
Aslında çok basit. Diyaloğun ilk adımı karşısındakine hak vermekle başlar. Bir hayal kurun: Mecliste sekiz kişilik bir komisyon var. Dört kadın - dört erkek, bunlar bir diyaloğa başlarken, biz A partisinin bu konularda haklı olduğunu düşünüyoruz. Biz de B partisin bu konuda haklı olduğunu düşünüyoruz diyebilmeli. Bir anayasa mı yapacağız, öyleyse birbirimizin haklı olduğunu düşündüğümüz konularda yazalım. Yani öncelikle birbirimize “Sen haklısın” demeyi denemeliyiz. Siyaset illa siyah beyaz değil, grinin tonları da var ortada. Hakkı teslim etmeye başladığımızda bunun tabana da yansıyacağını düşünüyorum. Naif ve basit bir şey gibi görünse de. Aksi halde kendi kendisini doğrulayan bir yalnızlığa mahkûm oluyoruz, toplum olarak...
***
Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği Başkanı Serdar Dinler Türkiye’de Kutuplaşma Araştırması ile ilgili sorularımızı yanıtladı.
Neden böyle bir araştırmaya ihtiyaç duydunuz?
Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği olarak kurumların iş süreçlerinde ekonomik, sosyal, çevresel ve işyerinde insan hakları konularına özen göstermeleri ve olumlu etki bırakmaları için çalışıyoruz. Çalışma konularımız içinde hesap verebilirlik, şeffaflık, işyerinde ayrımcılığa karşı mücadele (cinsiyet, ırk ve din), adil rekabet, adil ticaret, çocuk işçiliğine karşı mücadele, iş kazalarına karşı mücadele gibi konuları işliyoruz. Bahsettiğim konuları neredeyse tamamı ayrımcılık ile ilgili ki bu da bizi kutuplaşmaya götürdü. Bu nedenle bu çalışmayı yapmaya karar verdik.
Türk toplumu üzerine ışık tutan bu araştırmanın siyasi karar vericiler için bir mesajı var mı?
Elbette, siyasi çıkarlar için geliştirilen kutuplaşma belirli bir süre sonra toplumun tümünü etkilemekte, etkilenen gruplar içinde ayrımcılıktan en çok zararı da iş dünyası görmekte. İş dünyası içinde bir grup (iktidarın seçmenleri) olumlu sonuçlanan bir ayrımcılık görmüş olduğu ortadadır, bu ayrımcılık belirli bir süre için iyiymiş gibi görünebilir, ancak bu kurumlar belirli bir süre sonra ürün ve ticari yaratıcılığını yitir ve hem ulusal hem de uluslararası alanda rekabetçi günü yitirir.
Olumsuz ayrımcılık gören kurumlar da rekabetçi olabilmek ve sürdürülebilirliklerini sağlamak için önceleri çok çabalayacak olmayınca umutsuzluğa kapılarak yine hem ulusal hem de uluslararası alanda rekabetçi gücünü kaybedecektir. Rekabet gücünü kaybetmiş kurumların hiç kimseye bir yararı da yoktur.
Güçlü bir Türkiye için tüm girişimciler ayrım gözetmeksizin desteklenmelidir, ayrıca acilen bir girişimci eko-sistemi kurmalıyız.
Kutuplaşmayı tetikleyen etkenleri de tespit etme olanağınız oldu mu?
Aslında biz AKP iktidarı ile önemli bir ekonomik kalkınma sürecine girdik. Süratli ekonomik kalkınma sürecinde olan toplumlarda sosyal gerginlikler ve kutuplaşmanın olması durumu ile tarihte karşılaşılmıştır. Klasik Marksist teorisi, sosyal çatışmanın temelinde sınıfların ekonomik bölüşüm kavgası olduğuna inanır. Bizim de bu gerçeği yaşadığımıza inanıyorum. Ancak kırılma noktasına gelmeden ayrımcılığın ortadan kalkması ve umutsuz grupların geri kazanılması gerektiğine inanıyorum, toplumlar her şeylerini kaybedebilirler, ama umutlarını kaybetmemelidir.