Şehir Tiyatrolarında Serdar Biliş’in ‘12. Gece’si

Erdoğan MİTRANİ Sanat
3 Şubat 2016 Çarşamba

Shakespeare’in en sevilen komedilerinden olan, tam adı ‘Onikinci Gece ya da Siz Nasıl İsterseniz’ diye çevrilebilecek olan ‘Twelfth Night, or What You Will’, temelde kadın-erkek kimlik karmaşasından yola çıkan bir güldürüdür. Başlığın Shakespeare döneminde Noel’in on ikinci günü kutlanan, her şeyin tepetaklak ya da tersyüz olduğu şenliklerle bağlantılı olduğu düşünülmektedir.

Onikinci Gece’de bir gemi kazası sonrasında ikiz kardeşler Viola ve Sebastian birbirlerini öldü sanıp ayrı düşmüşlerdir. Görür görmez âşık olduğu Illyria dükü Orsino’nun hizmetine girebilmek için erkek kılığına giren Viola, kardeşinin ölümünden beri yasta olan ve ayağına gelen herkesi geri çevirmekte olan güzel Olivia’ya Orsino adına kur yapmakla görevlendirilir. Ancak Olivia, kadın olduğunu bilmediği Viola’ya tutulur. Olivia’nın dayısı Tobi, tutucu hizmetkâr Malvolio’ya şamatalı bir oyun oynayarak, bu cümbüşlü hikâyeyi iyice kızıştırır. Düğümler oyunun sonunda çözülecek, karmaşa sona erdiğinde karşılıksız aşklar tatlıya bağlanacaktır.

Oyunu İBBŞT’de sahneleyen 1977 doğumlu Serdar Biliş, Middlesex Üniversitesinde tiyatro yönetmenliği okumuş, İngiltere’de birçok oyun yönetmiş. Londra ve İstanbul arasında çalışan Biliş, halen Royal Court Üniversitesinde metin danışmanlığıyla Kadir Has Üniversitesinde eğitmenliği birlikte yürütmekte, üniversitenin mezuniyet oyunlarını da yönetiyor. Eskişehir ve Kocaeli Şehir Tiyatrolarında oyunlar sahneye koyan Biliş’i İstanbul seyircisi ilk kez 2010’da İKSV Uluslararası Tiyatro Festivali’nde üç kadının (Derya Alabora, Tülay Günal, Canan Ergüder ) bütün karakterleri canlandırdığı farklı ve çok etkileyici ‘Fırtına’ ile tanımıştı. Bir sonraki çalışmasıysa geçen mevsim Yılın Tiyatro Oyunu Ödülünü alan Lars Norén’in ‘Savaş’  adlı oyunu.

Serdar Biliş, Onikinci Gece’yi nefis bir canlı müzik, sis efektleri, aynalar, canlı video çekimleri, projeksiyonlar,  güncel ya da her dönemi çağrıştıracak kostümler eşliğinde keyifli bir modern curcuna olarak sahneliyor. Viola ve Sebastian’ı, basit bir şapka değişikliğiyle aynı oyuncuya, Senan Kara Tutumluer’e oynatıyor. Tutumluer, cinsel kimliklerin katı sınırları olmadığını zekice vurgulayan bu cesur ve iddialı yorumun altından başarıyla kalkıyor ama, kardeşlerin finaldeki karşılaşmasında Sebastian’ı koronun bir elemanının devralması etkiyi biraz azaltıyor. Başta Levend Öktem, Özge Özder, Bennu Yıldırımlar, Erkan Sever ve Tolga Yeter olmak üzere tüm ekip çok başarılı bir toplu oyunculuk sergiliyor ama, oyun ilerledikçe, sahnelemenin birbirinden parlak buluşları yorucu olmaya, metni ikinci plana itmeye, sahnedeki kargaşa izleyiciyi konudan koparmaya başlıyor. Orkestranın, korunun,  oyuncuların kalabalık karnavalında seyirci, özellikle oyunun ayrıntılarını iyi bilmiyorsa ana karakterlerin dışındakilerin kim olduğunu, neyi neden yaptıklarını anlamakta zorlanıyor. Oyun bittiğinde de salondan, baklavayı çok da sevse, bir tepsi dolusu yemiş olmanın hazımsızlığıyla çıkıyor. Yine de keyifli bir seyirlik derim.

 

ikincikat’ta Nina Raine’ni ‘Kabileler’i

‘Kabileler’i yazma fikri, çocuk bekleyen ve doğacak çocuğun da sağır olmasını ümit eden sağır çiftle ilgili bir belgesel izledikten sonra oluşmaya başladı.

Sağır ya da değil, çocuklarına aktarabildikleri niteliklerin ebeveynleri nasıl mutlu ettiği bana çok çarpıcı geldi. Sadece bir gen dizisi değil, inançlar ve değerlerden oluşan bir miras, hatta özel bir lisan devredebilmek…

(…) Bir “kabiledir” aile, iç çatışmalarla sürtüşmelerle dolu, fakat yoğun bir şekilde sadık bir “kabile”. Araştırmaya başlayınca her tarafın “kabilelerle” dolu olduğunu fark ettim. New York’a gittiğimde, Williamsburg’da yaşayan, hepsi de bir çeşit üniforma gibi benzer elbiseler giyen Ortodoks Yahudiler büyüleyici geldi bana. Genişlemiş dev bir aile gibiydiler…

İnancı olmayanlara kimi dinlerin çılgınca gelmesi gibi, aile içindeki hiyerarşiler ve ritüeller de yabancıya mantık dışı gelir. Tüm ayrıksılıkları, kuralları, kendine has şakaları ve cezalarıyla kendi ailemi düşündüm. Herkesin çok iyi duyduğu, çok fazla konuştuğu ailemde birisi sağır olarak doğmuş olsaydı nasıl olurdu?

 Nina Raine



 Nina Raine, şair Craig Raine ile Ann Pasternak Slater’in tek çocuğu, Boris Pasternak’ın ikinci kuşaktan yeğeni. İngiliz edebiyatı öğreniminin ardından tiyatro yönetmenliğine başlayarak çok sayıda oyun sahneleyen Raine’nin yazdığı ve yönettiği ilk oyunu ‘Rabbit / Tavşan’, ona 2006’da iki ayrı Gelecek Vadeden Oyun Yazarı ödülü kazandırmış, 2010’da sahnelenen ‘Tribes /Kabileler’ ve 2012’de sahnelenen ‘Tiger Country’ de çok sayıda ödül aldı.

Kabileler, anne tarafından Yahudi olan Raine’nin bildiği bir kabilede, Londra’da, yüksek sesle tartışma ve kavganın eksik olmadığı orta sınıf bir Yahudi ailesinde geçmekte. Yazar karısı Beth, onun esin tıkanıklığını devamlı aşağılayan Christopher ile, onlarla yaşayan üç yetişkin çocukları, Daniel, Ruth ve Billy’den oluşan bir ailedir bu. Lisan üzerine mezuniyet tezini yazmakta olan Daniel’in işitsel sanrılarıyla oyun başladığında kontrol altına alınmış ciddi bir kekeleme sorunu vardır; pubda çalışan Ruth opera şarkıcısı olmayı hayal etmektedir. Sağır doğmuş, ancak sağır değilmiş gibi yetiştirilerek, üst düzeyde dudak okuyarak konuşabilmeyi başaran, işiten insanların gittiği okullarda eğitim gören Billy’ye, işaret dili öğretilmemiştir.  

Billy entelektüel ailenin gergin ve anarşik ortamına, sağır ana-babanın kızı olan ve kendisi de yavaş yavaş duyma yetisini kaybetmekte olan kız arkadaşı Sylvia’yı getirir. Sylvia’nın Billy’ye işaret dilini öğretmekte oluşu, Billy’nin, Christopher’ın bazı kişileri dışlayan bir kulüp olduğuna inandığı diğer kabileye, ‘sağırlar cemaati’ne, kayma olasılığını gündeme getirerek aile kabilesinin içindeki hiyerarşik dengeleri alt üst edecektir.

Kabileler, duyma engellilerin sorunlarını aşan, lisanın zorbalığı ve duyamayanın ızdırabı üzerine, çok etkileyici bir çalışma. Raine, Billy’nin bunaltıcı yalnızlığını, genç adamın sessizliğinin etrafına yoğun bir ses duvarı örerek anlatırken, hır gürün ve kavgaların arasından, bu işlevsiz aile bireylerinin arasındaki sevgi bağını da hissettirmeyi başarıyor.

Nina Raine’nin kimi zaman trajik, kimi zaman komik, kimi zaman zarif ve eğlenceli, kimi zaman kaba saba, ama her zaman çarpıcı metnini, Sami Berat Marçalı, ikincikat’ta müthiş parlak bir sahnelemeyle sunuyor. Oyun, masa etrafında yemek yemekte olan ailenin ‘still life’  enstantane fotoğrafıyla başlıyor, fotoğraf canlanarak ağır çekime dönüşüyor, tempo normalleştikçe, ailenin bitmez tükenmez hırgürü başlıyor. Bu inanılmaz keşmekeşin içinde, meleksi bir İsa gibi gülümseyen Billy, olup bitenleri kabilenin önüne attığı bilgi kırıntılarından çözümlemeye çalışıyor. Sahne aralarındaki zorunlu es’lerde, yüksek ses duvarı Maria Callas’ın daha da yüksek sesle söylediği opera aryalarına dönüşüyor. Bu bölüm araları, kişisel olarak tınısını sert ve katı bulduğum için pek hazzetmediğim Callas’ın sesinin en iyi kullanıldığı yerler. Kabileler, ilk yönetmenliğinden beri yaşının ve çağının ötesinde bir tiyatro insanı olarak gördüğüm Sami’nin en iyi çalışmalarından biri. Dekor, ışık, müzik kullanımı dört dörtlük, konuşulanları zekice tamamlayan üst yazılar çok etkileyici ama, Sami’nin asıl başarısı, bir orkestra şefi gibi yönettiği ekibinin toplu performansı. Billy’nin tüm isyanını işaret diliyle haykırdığı sahnede kabilenin, replikleri ve devinimleriyle bir tragedya korosu gibi tek bir varlığa dönüşmesi olağanüstü. Fırtınadan sonra bir güneş ışınının iki bulut arasından sıyrılışı gibi gelen yumuşacık, sakin ve duygu dolu final, yalnız Billy’nin değil izleyicilerin de gözünü yaşartıyor.

Çok doğru seçilmiş kadroya gelince, oyunu çeviren ve Christopher’ı canlandıran Haydar Köyel, Türkiye’de ilk kez sahneye çıkmış olduğu ‘Aynur Hanımın Bebeği’ndeki başarısının tesadüf olmadığını, Sami’nin tiyatromuza üst düzey bir oyuncu daha kazandırdığını belgeliyor. Deneyimli oyuncu Ayşe Lebriz Berkem, aşırılıkları ve kimi zaman yanlış yönlendirdiği sevgi seliyle tam bir Yahudi annesi. İbrahim Halaçoğlu’nun Daniel’i ‘Cambazın Cenazesi’ndeki yorumunu da aşıyor. Çılgın beşliyi tamamlayan Gülce Oral’ın, göreceli olarak ikinci plandaki Ruth’a yaklaşımı sımsıcak ve inandırıcı. İlk kez bu derece önemli bir karakteri yorumlayan Tuğçe Altuğ, aylar süren hazırlık çalışmasının ardından müthiş bir Sophie olmuş.

Barış Gönenen’in Billy yorumunu övecek sözcükleri bulmak imkânsız gibi. Barış’ı ilk kez izleyen bir seyirci, hiç duymamış olan birinin farklı tonlamaları ile konuşmasına, tevekkülünü ya da isyanını mimikleriyle ve bedeniyle anlatmasına bakarak yönetmenin gerçekten sağır bir oyuncuyu kadrosuna aldığına inanabilir. Barış’ınki en ufak ayrıntısına kadar gerçek, müthiş nüanslı, kusursuza yakın, kolay unutulmayacak bir yorum. Zaten unutulmasına pek fırsat olmayacak; Kabileler, ikincikat’ın repertuarında yıllarca kalmaya aday bir çalışma.   Birbirinden başarılı oyunların devamlı karşımıza çıktığı çok özel bir tiyatro mevsiminin en iyi oyunlarından biri; belki de en iyisi. Mutlaka izlenmeli