Yahudiler, gerek İsrail’de gerekse diğer ülkelerde eğitime çok önem veriyorlar. Güçlerinin en önemli kaynaklarından biri buradan geliyor.Evet doğrudur, her işte birbirlerini tutuyorlar, destekliyorlar. Ancak destekledikleri dindaşları ya Harvard mezunu ya da California Üniversitesi mezunu. Yani niteliksiz bir dayanışmadan değil, toplumun geri kalanından daha eğitimli insanlar arasında bir yardımlaşmadan bahsediyoruz. Bu verilere baktığımız zaman Harvard, Yale gibi dünyanın en iyi üniversitelerinin bir yönüyle Yahudilerin öz üniversiteleri olduğunu söylemek gerekir. Gerek hoca sayısı, gerek öğrenci sayısı itibariyle bu kadar güçlü eğitim kurumlarında temsil ediliyorsanız orası sizindir.Buradan çıkarılacak sonuç ise doğruyu tespit edip, hakkı teslim etmektir; başarıdan payına düşeni almak, kendine çeki düzen vermektir... Sedat Laçiner – www.haberdar.com
Agios Georgios Kilisesinin üç blok kadar kuzeyinde Karakolhane ve Mühendis Sarı Ali Sokağı’nın kesiştiği noktada soluk sarı renkte eski bir bina yer alır. Bu Haydarpaşa’da bulunan Musevilere ait eski okulun binasıdır. Okul, 20. yy’ın başlarında kurulmuş olup 50 sene kadar Alliance Israelite Universille’in (AIU) yüksek denetiminde faaliyet göstermiştir. Ancak 1930’lu yıllarda Fransızlara ait bu kurum okula maddi desteğini durdurmuş, daha doğrusu yeni Türkiye devletinin kanunları, Alliance’ın denetimindeki okulların faaliyetini yasaklamıştır. Böylece okul birkaç sene daha faaliyetini Musevi Cemaati Muhtelit Mektebi adı altında karma bir okul olarak devam ettirmiştir. İstanbul Musevileri sürekli değişen yeni koşullara ayak uyduran ve realist bir toplum olarak bu tip cemaat okullarının faaliyetinin yersiz olduğunu düşündüler. Çünkü̈ burada okuyan çocuklar Türk toplumuna dahil ve adapte olamıyordu. Ayrıca da bu tip cemaate ait okullar, yoğun din bilgisi temelli eğitim politikası izlediğinden öğrenciler, çağdaş eğitimden faydalanamıyorlardı. Bu nedenlerden dolayı okul erken sayılabilecek bir tarihte, 1950’li yılların başında kapandı. Ayrıca altı çizilmesi gereken bir diğer nokta ise Musevi ailelerin din faktörünü kaale almadan çocuklarını Haydarpaşa ve Kadıköy’deki yabancı okullara göndermeye başlamalarıydı. Zaten bu okulların öğrenci kayıt defterleri incelendiğinde en azından 1930’lu yıllara kadar olan dönemde, öğrencilerinin %30 veya %40’lık bir bölümünün Musevilerden oluştuğu görülür.
Eli Kohen anılarında, kendisinin az bir süre öğrenim gördüğü, babasının ise öğretmen olarak görev yaptığı Yeldeğirmeni Musevi okulundan bahseder. Kohen o zamanlar guünlük programın değiştiğini, eğitim-öğretimin temel dili olan Fransızcanın yerini Türkçeye bıraktığını, İspanyol İbranicesi’nin eğitim sisteminden tamamen çıkarıldığını ve günlük programa Musevi çocukların tamamen hazırlıksız yakalandığını, o dönemde birkaç saat İbranice ders eklendiğini anımsar. Çok kısa bir süre sonra Kohen Türk milliyetçilik ateşinin yeniden alevlendiği sırada Kadıköy 12. İlkokulu’na kaydolur.
Thrasivoulos Papastratis / Çeviri: Eleni İrini Demir
http://www.paros.com.tr/?p=4827
Yeri gelmişken “Kayserili Yahudi” kavramı nedir?
Bütün Museviler “hayatta kalma refleksiyle” yaşarlar. Hayatta kalabilmek için elinden ne geliyorsa onu yapma bilincidir bu. Bunlardan ilki, iyi eğitim almak. Yok olmamak için başa oynamak zorundasın. İkincisi de; yerleşik hiçbir ticaret, sanayi faaliyetine girmemek: çünkü tarihin verdiği travmatik hafızada yazan, bugün değilse bile yarın yaşadığın ülkeden kovulacağın, öldürüleceğindir. O zaman mobilite ve tüccar refleksi gelişiyor. Bu bankacılık, faizcilik, parayla ilgili her türlü aktiviteyi içeriyor. Mesela meşhur Fransız Yahudi Şagal’ın en ünlü eseri “Gezgin Yahudi”dir. Nedir gezgin Yahudi? İnsan bir yerden bir yere kovulursa gezgin olmaktır bu. Ama elinde bir keman vardır, kemanıyla gezer. Eskiden ünlü müzisyenlerin çoğu piyanist değildi, sadece kemancılardı. Çünkü keman, kovulacağı zaman yanında götürebileceği yegâne müzik aletiydi. Dolayısıyla hep bu kovulma, yok edilme refleksiyle yaşadıkları için genelde yaşadıkları yerlerde kalıcı olan faaliyetlere değil, gittiği yere de aklıyla götürebileceği olaylara kanalize olmuştur. Bunlardan biri de ticarettir. O yüzden ticarette olan; paracıdır, kurnazdır, şudur budur… Kayseri de buradan geliyor işte. Kayseri’yi kuran Yahudiler filan değil yoksa.
Türkiyeli bir Yahudi’nin Türkiye’de iş bulma zorluğu var mı?
Hayır. Bir Yahudi hiçbir zaman polis olmak için, Dışişleri Bakanlığı’nda memur olmak için, vali olmak için gitmez. Bunun sebebi sadece Yahudi’nin istememesinden değil; bu ulusalcılık politikasından dolayı devlet zaten onu kabul etmemiş; sadece öğretim üyesi vb. olabilirsin demiş. Yasada değil ama uygulamada bu böyle. Ama hiçbir zaman örneğin Dışişleri Bakanlığı’na bir Yahudi giremez, bir Ermeni’nin bir Rum’un giremeyeceği gibi. Bunu ilk defa Ahmet Davutoğlu değiştirmek istedi. Amerika’dan çok ünlü bir Ermeni’yi davet etmişti ancak o son anda gelmekten vazgeçti.
Hükümetin muhafazakâr olması bir Yahudi’de “acaba?” sorusunu oluşturuyor mu?
Elbette. Milli Görüş’te, fırıncının ürettiği her ekmeğin yüzde on kazancının Filistinlileri öldüren bir İsrail silahına dönüştüğünü söyleyen ünlü bir retorik vardır. Dolayısıyla ciddi bir antisemitizm vardı. Ama ilginçtir; Ak Parti hükümetinin ilk yılları belki de Türkiye-İsrail ilişkilerinin en üst düzeye çıktığı dönemdir. Ak Parti hükümetleri sırasında, ilk defa İsrail Başbakanı Şimon Perez TBMM’de konuştu. Bundan sonra da ilişkiler iyiydi; fakat Gazze savaşının patlak vermesiyle “one minute”le ve Mavi Marmara olayıyla, aslında içselleştirilmiş bir antisemitizm ortaya çıktı. Tabiî İsrail’in de aşırı sağcı hükümetleriyle bu sürece katkısı olduğunu kabul etmek lâzım. Onlar da Filistinlileri bir kaşık suda boğmak isteyen insan imajı verdiler. Ben de en çok onları eleştirenlerden biriyim. On yıl önce yazdığım bir başyazıda İsrail’i eleştirmiştim; oraya göçmüş olan Türk Yahudiler “İvo Molinas buraya giremez” demişlerdi o dönem.
Görünür olmakla, hedef olma kaygısı arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çoğulcu bir toplum inşasında ne anlam taşır? Türkiye’de açılımlar yapılıyor, Yahudiler de açılım yapıyor mu?
2011 ve 2012’de yapılan bir kamuoyu araştırmasında “komşun olarak en çok kimi istemezsin” diye bir soru sorulmuş. Katılımcıların yüzde sekseni, eşcinsel istemem demiş, yüzde yetmiş beşi de Yahudi istemem demiş. Daha da önemlisi beni istemeyenlerin yüzde sekseni de; hayatında hiçbir Yahudi ile tanışmamış. Tanınmayan bir insan yabancıdır, yabancı her zaman tehlike olasılığıdır. Ben de bir yabancıyı, tanımadığım birini yanımda istemem; ama bunu genelleştirmem. Kürtleri, Yezidileri istemem demem çünkü onlar da Tanrı‘nın yarattığı bir canlıysa, iyisi de var kötüsü de var derim. Dolayısıyla genelleme yapmak yanlış olur. Twitter’a ve gazeteye gelen geri bildirimlere baktığımda Türkiye’nin bu sosyolojik haritasını üçe ayırıyorum. Bir beyaz kısım, bir siyah kısım ve bir de gri alan var. Siyah ve beyaz kısım çok az, yüzde on ile on beş düzeyinde. Yüzde yetmişlik bir gri alan var. Tanımadığından dolayı, antisemit olmasa bile Yahudilere karşı önyargılı. Ama bu gri alana dokunduğunuz müddetçe o alanı beyaza dönüştürmeye başladığınızı görüyorsunuz. Ben hem bireysel olarak, hem gazete olarak o gri alana dokunmaya çalışıyorum. Oraya dokundukça sizi tanıyacaklar, tanıdıkça da önyargılar azalacak, azaldıkça Yahudiler’le ilişki kurulacak. İşte görünür olmak da dokunmak demek, nasıl görünür oluyorsunuz; gazeteyle, paneller yaparak, ortak çalışmalar yaparak.
Peki sorun yaşadığınız ve düzeltilmesini istediğiniz alanlar nelerdir?
Bizim sıkıntımız hâlâ anlayamadığımız nedenlerden, herhangi bir yaptırımda bulunulmayan antisemit yazılar ve yayınlar. Türkiye’nin en büyük antisemit gazetesinin yazarlarının iktidar çevreleriyle yakın ilişki içinde olmasını biz anlamakta güçlük çekiyoruz. Tabiî iktidardakiler bu kişileri sadece antisemitizm üzerinden değerlendirmiyordur. Antisemitizm onlar için on tane kriterden biriyse, dokuzu iyiyse biri olumsuzsa dokuza bakmayı anlarım. Ama bazı durumlar var ki; hakikaten rahatsız edici. Bizim beklentimiz, onların dışlanmasından öte “yaptığınız şeyler yanlış, ırkçılık ve antisemitizm bizim devlet politikamızda, Türkiye’de, hükümetimizde yoktur” denmesidir. Bir de tabiî en önemlisi hukukun bu doğrultuda çalışmasıdır. 301. madde var, nefret söylemi konusunda yaptırımlar var, savcılar dava açabilirler ama hiçbiri açmıyor. Yoksa sokakta bir antisemitizm yok dediğim gibi.
İvo Molinas
http://www.hurfikirler.com/ivo-malinas-tabulari-yikan-2015/
Yahudilerin dünya siyasetine ve sosyal hayatına olan etkisi malum. Nüfusları çok ama çok az olmasına rağmen Yahudiler tüm dünyanın en etkili topluluğu sayılıyor.
Tüm dünyadaki toplam Yahudi sayısı İstanbul’un nüfusundan bile daha azdır: 14 milyon. Toplam nüfusu 320 milyon civarında olan ABD’de Yahudilerin toplam nüfusu 5 milyonun biraz üzerindedir. Ancak hem ABD’de hem de dünya genelinde Yahudi nüfusun sektörlerdeki temsil oranı ve etkisi nüfuslarının çok ötesindedir.
Örneğin ABD’de kültür, finans, eğitim, eğlence ve basın gibi sektörlerde Yahudi azınlığın etkisinin % 50’nin çok üzerinde olduğu söylenir.
Bu başarı akla geldiğinde çoğu kez komplo teorileri devreye girer ve Yahudilerin gizli konseylerinden, örtülü operasyonlarından, herkesin satın almış olmalarından vs. bahsedilir. Komplolar hayatın bir parçası, bu nedenle komploları hiçbir zaman yok saymam. Ancak insanlara ‘Tanrı rolü’ yüklenmesinden de hiç hoşlanmam. Eğer ortada bir azınlığın başarısı var ise onun ilmi yöntemler ve yaklaşımlar ile çalışılması gerekir.
Meseleye soğukkanlı ve nesnel baktığımızda Yahudi azınlıkların başarısında ilk etkenin dayanışma gücü olduğunu görebiliyoruz. Azınlık olmanın verdiği motivasyon ile, aralarında en yüksek dayanışma olan gruplarından birinin de Yahudi azınlıklar olduğunu görebiliyoruz. Bizim burada odaklanacağımız husus ise başarılarındaki ikinci etken, yani eğitim.
(…) Bunları anlatma nedenim Yahudiler hakkındaki efsanelere yenilerini eklemek veya bir komplo teorisi daha üretmek değil.
Yahudiler, gerek İsrail’de gerekse diğer ülkelerde eğitime çok önem veriyorlar. Güçlerinin en önemli kaynaklarından biri buradan geliyor.
Evet doğrudur, her işte birbirlerini tutuyorlar, destekliyorlar. Ancak destekledikleri dindaşları ya Harvard mezunu ya da California Üniversitesi mezunu. Yani niteliksiz bir dayanışmadan değil, toplumun geri kalanından daha eğitimli insanlar arasında bir yardımlaşmadan bahsediyoruz.
Bu verilere baktığımız zaman Harvard, Yale gibi dünyanın en iyi üniversitelerinin bir yönüyle Yahudilerin öz üniversiteleri olduğunu söylemek gerekir. Gerek hoca sayısı, gerek öğrenci sayısı itibariyle bu kadar güçlü eğitim kurumlarında temsil ediliyorsanız orası sizindir.
Buradan çıkarılacak sonuç ise doğruyu tespit edip, hakkı teslim etmektir; başarıdan payına düşeni almak, kendine çeki düzen vermektir...
Sedat Laçiner
http://www.haberdar.com/yahudilerin-buyuk-sirri-makale,792.html
Birdenbire “İsrail’e ihtiyacımız olduğunu” keşfettik. (Tayyip Erdoğan: “İsrail’e ihtiyacımız olduğunu kabul etmemiz lâzım” 2 Ocak 2016)
Artık çarklar tersine dönmeye başladı. Şimdilerde İsrail bize posta koyuyor. Cenevre’de İsrail heyetiyle yapılan toplantıda, Hamas meselesi “kırmızı çizgi” olarak masaya konuldu. Bir iddiaya göre, İsrailliler “Hamas’ın Türkiye’deki ofisleri kapatılsın, faaliyetleri yasaklansın; Hamas’a desteğinizi çekin” uyarısında bulundu. Bir başka iddiaya göre de “Hamas ile konuşun, İsrail topraklarında saldırılar düzenlemesin; arabuluculuk yapın” dedi. Nereden bakarsanız bakın, Hamas konusunda tavrımızın değişmesi isteniyor.
Mesele bununla da sınırlı değil… İsrail’le arayı düzeltip, dünyadaki imajımızı parlatmak üzere, Amerika’daki Yahudi lobilerine on milyonlarca dolar para ödeniyor. Daha yeni ABD’deki Yahudi cemaatinin önemli isimleri ülkemize geldi. Aralarında Başbakan Netanyahu’nun yakın arkadaşı da vardı. “İsrail’le münasebetimizi nasıl tanzim ederiz?” gayreti içindeler.
Dış politika işte böyle içler acısı bir durumda. Önce Tayyip Erdoğan’ın “eşref saatine” göre şekilleniyor. Onu takip eden güruh, aynı telden çalıyor ve her farklı görüşü “ihanet” diye karşılıyor. Sonradan, Türkiye bunun bedelini ödeyince, kesenin ağzı açılıyor. Yahudi lobilerine para aktarılıyor; Yahudi cemaatinin önde gelen isimleri Türkiye’de ağırlanıyor.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu bir de ders vermeye kalkışmaz mı? Bakın ne dedi: “Tabii ki Yahudi lobileriyle anlaşırız. Biz Yahudi düşmanı değiliz. Yahudi düşmanlığı antisemitizmdir ve suçtur.”
Bugüne kadar bu cümleleri sarf edenleri “hain” ilân ediyordunuz… Şimdi ders mi vermeye kalkışıyorsunuz? Dış politikada biraz birikiminiz ve sağduyunuz olsaydı, uluslararası arenada Türkiye bu kadar yalnız ve bu denli etkisiz bir konuma düşer miydi?
Nazlı Ilıcak
http://www.ozgurdusunce.net/one-minuteten-gunumuze-makale,465.html
Bu dilin varlığından Twitter’da tanıştığım Yahudi arkadaşlarımın sohbetleri sırasında haberdar oldum. Kaybolmak üzere olan diller arasındaydı ve Riva’nın gözlerinin önünde gömülen bir tarih karşısında duyduğu hüzün beni de etkilemişti. Biz arkadaştık, o Yahudi, ben Müslüman. Yüzyıllarca aynı topraklarda birlikte yaşamıştık ve o birlikteliğin tüm izleri bu dile kazınmıştı. Gülümseyişlerinin şirinliği hala gözümün önünden gitmeyen yaşlı çifte dedim ki, Trakya olayları sırasında arkadaşımın dedesini ailesiyle evinde misafir eden bir hacı amca varmış, ben o hacı amcanın ruh torunuyum. Riva benim arkadaşım, o gün canını koruyanların gözettiği arkadaşlık, komşuluk hukukunu gözetmekten öte bir şey değil yaptığım.
Sürekli farklı motivasyonlar, sürekli uzun vadeli çıkarlar üzerinden değerlendirilen insani ilişkiler devrinde bu söylediklerim kimilerine saçma gelebilirdi belki ama sayıları azalan, ağır güvenlik önlemleriyle dua edebilen insanlar için elbette kıymetliydi. Torunlarınız bir gün kim olduklarını sorgulayacak, bir gün nereden geldiklerini, Seferadların geçmişini öğrenmek isteyecekler. Tüm kaynakların ötesinde varlıklarını, kültürlerini, burada geçirdikleri yüzlerce yılın izlerini en canlı, en gerçek, en açıklayıcı bir şekilde nerede bulacaklar, elbette anadillerinde, Ladino’da.
O çiftin dışında da birçok yaşlıyla konuştum, hepsi birbirinden tatlı, böyle bir çabayı görmekten dolayı şaşkın ve mutluydu. Hatta manevi kızları olarak bana Sentia (Ladino’da Kıvılcım demekmiş) ismini verdiler ki, günün en güzel, en anlamlı hediyesiydi. Şu anda bile o anı hatırlayınca gözlerim doluyor.
Kıvılcım / Sentia
http://ladinodersleri.com/?page_id=102
İlginçtir… 13 yıldır AKP hükümeti dış politikada sürekli döngüler yaşıyor.
Mesela… Ne zaman ABD ile ciddi bir sorun çıksa, hemen Amerika’daki Yahudi kuruluşlarına ve İsrail’e başvuruluyor.
Hatırlayın; 2003 yılında 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesinin ardından Türkiye, yakın tarihinde ABD ile en büyük krizini yaşamıştı. Amerikan askerleri işi, Kuzey Irak’ta buldukları Türk subayların başına çuval geçirmeye kadar vardırdı. Ve AKP hükümeti o dönemde çareyi ABD’deki Yahudi örgütlerine ve İsrail’e başvurmakta buldu. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan önce Ocak 2004’te ABD’deki güçlü Yahudi örgütlerinden “Üstün Cesaret Ödülü” aldı. Ardından İsrail’le ilişkiler o kadar gelişti ki, TBMM’nin kapıları ilk kez bir İsrail Cumhurbaşkanı’na açıldı. 2007’de dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, TBMM Genel Kurulu’na hitabeden ilk İsrailli yetkili oldu.
Güçlü İsrail lobisi, o günlerde Türkiye’ye ABD’de çok yardımcı oldu; ABD Kongresi’nden “geçti geçecek” denen pek çok Türkiye aleyhtarı karar, Yahudi lobisinin desteğiyle durduruldu.
Zaman içinde AKP hükümeti, ABD ile ilişkileri de düzeltmenin yolunu aradı ve buldu… Afganistan’a asker gönderildi, PKK ile “çözüm süreci” başladı, Arap baharı döneminde Recep Tayyip Erdoğan, “BOP eş başkanı” bile oldu.
ABD ile işler düzelip, İsrail’e ihtiyaç kalmayınca da, AKP tabanına pek hoş gelen popülist politikalar devreye sokuldu. Önce “one minute”, AKP’li vekillerin son anda binmekten vazgeçtikleri Mavi Marmara gemisine yol verildi.
Yeniden “düşman İsrail devletini” keşfeden AKP’liler, bunu seçim meydanlarında tepe tepe kullandı.
Ancak meydanlarda kullanılan bu “düşman İsrail” argümanı miadını doldurdu. 7 Haziran seçimlerindeki müthiş oy kaybı da, AKP’yi yeni “düşman” arayışına itti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP hükümeti, “yeni düşman” olarak Suriye’deki Kürt oluşumu PYD’yi seçtiler. Böylece seçimlerden önce Ankara’da en üst düzeyde ağırladıkları PYD yetkililerini, 7 Haziran seçimleri sonrasında birden bire “PKK bağlantılı örgüt” olarak lanse etmeye kalktılar.
Ancak AKP’nin dış politikayı iç politikaya alet etmedeki mahareti, ABD’ye sökmedi. Aksine, ABD’nin IŞİD’e karşı “taşeron” olarak kullandığı PYD yüzünden AKP hükümeti ile Washington’un arası açılmaya başladı. ABD ile gerginlik başlayınca da, Erdoğan en baştaki döngüyü yeniden devreye soktu… İsrail’le ilişkilere sarıldı.
ABD’nin önemli Yahudi örgütlerinin liderlerinin geçen hafta Saray’da ağırlanmasına da; İsrail’le başlayan Mavi Marmara görüşmelerine de, bir de bu açıdan bakın. Buna bir de, Ankara’da saraydan çıkan Yahudi örgütleri temsilcilerinin, doğrudan Kahire’ye, Sisi’nin sarayına gittiklerini ekleyin… Sanki arabulucu gibi… Peki AKP’nin “son çare İsrail’e sığınmak” politikası tutar mı?
İsrail Savunma Bakanı Yaalon’un son açıklaması, İsrail’in bu kez temkinli olduğunu gösteriyor. Ne diyor Yaalon…
“İsrail ile krizi Erdoğan çıkardı. Çözmek için adım atmak da ona düşer. Bizim de koşullarımız var…”
Dış politikada her şeyin bir bedeli var. İsrail’e “sığınmanın” da elbette bir bedeli olacaktır. Ve bu bedeli sadece AKP’liler değil tüm Türk halkı ödeyecek.
Zeynep Gürcanlı
http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/zeynep-gurcanli/suriyeye-girer-miyiz-2-1090941/
Economist dergisinin Selin Hanım’ın dinini diline dolaması, toplumumuzda bir kesimin mensubu olmak için can attığı Avrupa’nın bizi nasıl gördüğünü açık şekilde gösteren bir edepsizliktir!
Kendi politikacıları için yazıp söyleyemeyecekleri ve kullandıkları takdirde temizlemeleri çok zor olan bir ayrımcılık suçlamasına muhatap olacakları kavramları Müslüman memleketin politikacısı hakkında pervasızca kullanabilmek...
İngiliz basınının yaptığı işte İslamofobi ile bir alâkası olmayan böyle bir tepeden bakış ve işgüzarlık, Selin Hanım’ın ailesinin bir kısmının Hristiyan olduğunun doğrulamasının adından da “Ne olacak, bunun ne önemi var ki?” denmemesi de bize hiç yakışmayan bir ayıptır!
Daha önce de defalarca yazdım ve söyledim: Türkiye’de “üstad” geçinmek ve menfaat elde etmek maksadıyla senelerden buyana onun-bunun diniyle, inancıyla ve etnik kimliği ile uğraşmayı âdet edinmiş, gayrımüslimi durmadan karalamış, gayrımüslimlikle alâkası olmayanlar hakkında da ortaya yalan-yanlış iddialar atmış bir güruh var!
Din ve etnik aidiyet konularını kendisine sermaye edinen bu güruh on binlerce, hatta yüz binlerce kişiyi palavralarına maalesef inandırdı, daha doğrusu zehirledi! Yazdıkları yalanlardan ibaret kitaplarda ve hayranlarının internet sitelerinde bugün memleketin önde gelen isimlerinin dini ve etnik kimliği hakkında neredeyse tamamı hayâlî iddialar ortaya atılıyor; başarılı olmuş kim varsa Yahudi yahut Dönme, ama hemen tamamı gizli Siyonist ve hatta birer “hain” gösteriliyor. Okumayı ve araştırmayı bilmeyen kesim de böyle iddialara hemen ânında sımsıkı sarılıyor ve başarıların tamamının Türk olmayan unsurlara ait olmasının Türkler’in hiçbir şey yapamayan ve ortaya tek bir eser bile koyamayan işe yaramaz bir sürüden ibaret oldukları mânâsına geldiğini bir türlü idrak edemiyor!
Murat Bardakçı
Türk Yahudi toplumu geniş topluma entegredir evet… Okuyan, gelişen, yenilikleri takip eden, batıya dönük bir toplumdur. Kendi geleceğine yatırım yapmak isteyen, haklı olmak için değil mutlu olmak için yaşayan bir toplum. Bu sadece Türkiye’de değil, Yahudilerin yaşadıkları bütün ülkelerde geçerli bir özelliktir. Dolayısıyla bunu Türkiye’deki geniş topluma entegre olmak olarak mı yoksa hayatın kendisine entegre olmak olarak mı okumak gerekir, üzerinde düşünmek lâzım. Yahudi toplumu hayatın kendisine entegredir çünkü… Azınlık olarak yaşayan toplumların geniş topluma olabildiğince entegre olması doğal bir süreci ifade eder aslında. Ters mekanizma çalışmıyor mu? Oturup bir muhasebe yapmaya girişirseniz çalışmıyor. Çünkü korkunç bir bilgi kirliliği ve yönlendirme var. Üstelik bu yönlendirme tutarlı, bir amaca hizmet eden bir yönlendirme de değil. Toplumda zaten yabancıya, aykırıya, genele ters düşene karşı çıkma, ondan kaçınma gibi bir eğilim var. Bundan bizler de nasibimizi alıyoruz. Evet iş yapıyoruz, normal vatandaş statümüz var. “Normal vatandaş statüsünden” sadece medeni kanun önünde, yasalar nezdinde eşit olduğumuzu kastetmiyorum. Yani yaşıyoruz işte beraber… İyisini de yaşıyoruz, kötüsünü de yaşıyoruz. Burada kişinin kendisini nereye konumlandırdığından ziyade, karşısındakinin onu nasıl gördüğü, nereye konumlandırdığı belirleyici oluyor. Türkiye Yahudilerinin konumlandırıldığı yer çok da sağlıklı bir yer değil. Geniş toplum bize işine geldiği zaman şöyle, işine geldiği zaman böyle davranabiliyor. Geçmişe doğru gittiğimizde bunu örnekleri hem toplumsal, hem bireysel hayatımızda çok fazla… Herkesin bu konuda bir anısı vardır. “Benim Yahudi kimliğimle başıma hiçbir şey gelmedi” ya da “ben bundan dolayı hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadım” demek maalesef mümkün değil. Ama bu Türkiye’ye özgü bir şey de değil. Sosyolojik olarak küçük olan her zaman büyük olandan etkilenir. Bu etki menfi de olabilir müspet de olabilir. Maalesef bizde biraz daha menfi oluyor. Biz bunu kanıksamış bir toplum olarak biliniriz.
(…) Bunu genele yayılı olarak tartışacaksak, en güzel örnek askerliktir. Askere gidiyorsun. Muhtemelen kendi bölüğünde ya da birliğinde tek gayrimüslimsin, tek Yahudi’sin. Herkes gibi kısa künye okuyorsun. Adını, soyadını, nereden geldiğini söylüyorsun. Orada bakışlar hemen sana dönüyor. Ama bak bu kötülükten olmuyor. Senin değişik olduğunu gördüğü için, kimdir nedir bu adam merakıyla dönüyor Ben askerliğim sırasında güler misin ağlar mısın dedirten cinsen 2-3 olay yaşadım. Birinde dediler ki sen çavuş olamazsın! Neden? Çünkü Yahudi’sin! Peki tamam, ne olacağım? Onbaşı da olamazsın. Hatta sen çavuş talimgâhta da kalamazsın. Tabii bunu gayrıresmi olarak söylüyorlar. Bir gün içtima alanındayız, herkes toplandı, bölük komutanı geldi. Dağıtım yapılmama kararı verilmiş ama komutan “kimler gitmek istiyor” diye sordu. Birkaç kişi öne çıktı, ben de çıktım. “Sen niye kalmak istemiyorsun?” dedi. “Ben kalmak istiyorum ama siz beni tutacak mısınız?” dedim. Hadiseyi bilmediği için şaşırdı komutan. Yanındaki Asteğmene sordu, asteğmen kulağına bir şeyler fısıldayınca, “tamam, sen yanıma gel” dedi. Gittim, “sen bölükte kal” dedi. Beni göndereceklerdi ama tuttular. Çavuş olamadım, onbaşı dahi olamadım. Ama yazıhaneyi de bana teslim ettiler. Bir keresinde bir yazı geldi. “Bölüğünüzdeki sakıncalıların ve gayrimüslimlerin listesini gönderin” diye bir yazı. Sene 1983! Bizde “sakıncalı” yoktu ama 1 tane gayrimüslim vardı: Ben! Oturdum, kendi ismimi yazdım ve götürüp Bölük Komutanına teslim ettim. İronik bir şey tabii! Şimdi burada bir antisemitizmden söz etmek mümkün müdür? Bilemiyorum… Bir gün bizim Pesah bayramı bitti, birdenbire beni çağırdılar ve “sen izne gidiyorsun” dediler. “Neden?” dedim, “Sizin bayramınız varmış, 10 gün izinlisin” dediler. “Abi bayram bitti? Ne izni?”… “Yok, gidiyorsun!”… Beni zorla izne gönderdiler iyi mi? (Gülüşmeler)
(…) Şu var; biz bunu Şalom’da görüyoruz. İnternette, sosyal paylaşım sitelerinde falan daha etkin hale geldi Yahudi toplumu. İnsanlar bizi bazen bize rağmen oyunun içine çekiyorlar. Bir olay oluyor, “niye yazmıyorsun, niye tepki göstermiyorsun” diyorlar. Ya da her olayda “siz ne düşünüyorsunuz” diye mikrofon tutulmaya başlandı. Bir biçimde daha görünür olmaya başladık eskiye oranla. Bu da bize ister istemez sorumluluk yüklüyor. Çünkü Yahudi düşüncesinde “bütün Yahudiler birbirlerinden sorumludur” fikri vardır. Galiba bir tek Romanlarda var buna benzer bir şey. Şöyle bir algı vardır: Burada bir Yahudi’nin yaptığı hadise, Arjantin’den Avustralya’ya kadar yaşayan tüm Yahudileri doğrudan olmasa da dolaylı olarak etkiler. Bizden kaynaklanan bir görüş değil bu, bize atfedilen şeylerin toplamı belki de… Bu görüş belki de antisemitizmin, Yahudi düşmanlığının da kaynağını oluşturuyor. Çünkü uluslararası bir “Yahudi görüntüsü” var. Siyon önderlerinin protokolleriyle başlayan, biraz da bağnaz Hristiyan öğretisinin pompaladığı, şu anda da tabii ki siyasal İslamın körüklediği bir görüntü bu: “Bütün Yahudiler birbirlerinden sorumludur”… Dolayısıyla görünürlük, aynı zamanda sorumluluğu da artırır. Kötü mü bu? Hayır değil! Modern hayatın, teknolojinin gereğidir. Bunu doğru ve yerinde kullanmak önemli! Şu anda artmaya başlayan görünürlüğün de altında bu yatıyor. İnsanlar bizim görünmemizi istiyorlarsa, kendimizi gösterelim! Onların bizi kendilerince görmeleri değil, biz kendimizi olduğumuz gibi, arzu ettiğimiz gerçek halimizle gösterelim. Takdir edersin ki, bu artık 80 milyonluk bir ülkede 15-16 bin kalmış bir nüfusun kolaylıkla becerebileceği bir şey değil. Çok tehlikeli yönlendirmeler yapılıyor. Sadece Yahudilere yönelik değil, toplumdaki bütün azınlık toplulukları için benzer yönlendirmeler var. Bu yönlendirmeler bazen beni tedirgin ediyor. Bazıları bu yönlendirmeleri siyasi rant sağlamaya dönük önemsiz, ciddiye alınmayacak söylemler olarak görebilirler. Ama “canım ciddiye almaya gerek yok” denen bu tür söylemler, sokaktaki insanların kontrolden çıkabileceği sonuçlar doğurabilir. Birileri sinagogların önünde toplanıp, “bu sinagogu yakacağız” demeye başlayabilir. Böyle bir şey olursa, kimse önleyemez, Madımak gibi bir şey yaşanır. Kimse engelleyemez bunu. O yüzden siyasilerin kullandıkları dile çok dikkat etmeleri gerekir. Yönlendirmeler, manipulatif haberler çok hızla yayılabiliyor. Güneydoğu’ya bak mesela. Orada bir şeyler oluyor ama şeffaflık olmadığı için gerçekte tam olarak ne yaşandığını bilemiyoruz. Acaba öyle midir, yoksa böyle midir, haklı mıdır haksız mıdır? Refere edebileceğin bir zemin yok.
Marsel Ruso (Sinan Dirlik röportajı)
Arada geçen yıllarda resmi düzeyde ilişkiler bozuk olmakla birlikte, ekonomik, akademik ve sivil toplum kuruluşları düzeyindeki ilişkiler yoğun biçimde devam etti, hatta arttı.
Bir de Türkiye'nin uluslararası camiadaki yalnızlığı arttı. Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulması sonucunda Türkiye, ABD yönetimi üzerinde Türkiye lehinde çabalar sarf eden Amerikan Musevi lobisinin desteğini kaybetti. Aynı şekilde ABD'deki Ermeni lobisine karşı da Musevi lobisi güçlü bir denge işlevi görüyordu. Türkiye bu destekten de mahrum kaldı.
Suriye krizi Orta Doğu'da Türkiye ile İsrail'in işbirliği yapabileceği çeşitli fırsatlar ortaya çıkarmıştı. İlişkilerin bozuk olması bu fırsatların değerlendirmesine imkân vermedi.
Doğu Akdeniz'de son yıllarda keşfedilen zengin hidro-karbon yatakları, Türkiye-İsrail işbirliği için büyük potansiyel bulunduğunu ortaya koydu.
İşte tüm bu veriler karşısında ilişkileri yeniden canlandırma fikri tekrar ön plana çıktı. ABD'deki Büyük Musevi Örgütleri Başkanları Konseyi Ankara'ya gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı ve Başbakan Davutoğlu'nu ziyaret etti. Ardından da Cenevre'de iki ülke heyetleri müzakerelere başladı. Müzakereleri tıkayan engelin Gazze ablukası ve Hamas'ın Türkiye topraklarındaki tüm faaliyetlerinin yasaklanması olduğu anlaşılıyor.
İlişkilerin bozuk olmasından hangi tarafın daha fazla zarar gördüğüne takılıp kalmaktansa, bir an önce ilişkileri düzeltmek gerekiyor.
Yaşar Yakış
http://www.zaman.com.tr/yazarlar/yasar-yakis/turkiye-israil-iliskileri_2346405.html
Netten okumalar
http://www.avlaremoz.com/2016/02/11/hayri-cavusun-not-defteri-2015i-nasil-bilirdiniz/
http://www.avlaremoz.com/2016/02/15/hayri-cavusun-not-defteri-sapkasiz-cikmam-aagbii/
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ekrem-bugra-ekinci/590154.aspx
http://www.hurriyet.com.tr/pkk-isid-varken-isbirligi-acil-ve-elzem-40054514
http://haber.star.com.tr/yazar/mossad-yapmiyormus/yazi-1089162
http://marksist.org/icerik/Kultur/3906/Masonlar,-komunistler,-Yahudiler
Eskilerden
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/7560/adini-sen-koy-bu-sarkinin
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/7549/aciya-ve-korkuya-vurmak
Takılan “İnci”ler
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/fuat-ugur/590096.aspx
http://www.habervaktim.com/haber/456042/yahudi-lobisinden-o-baskana-siyon-samdani.html
http://www.milliyet.com.tr/erdogan-in-bir-kasa-domates-/siyaset/ydetay/2192572/default.htm
http://www.haberturk.com/magazin/sipsak/haber/1194928-yildiz-tilbeye-destek
Cevap: Canım evladım. Devir organik devri. Salatalığa bak misal. Üzerine güneşin batmadığı imparatorluk nimeti mübarek. Ne bahar dinliyor ne kış. Her mevsim cillop gibi. Yeşil yeşil, boy boy hıyarlar. Tıpkı Pakistan ile ilişkilerimiz gibi. Hep aynı hep aynı. Hep dost ve kardeş Pakistan. Hep bi canciğer kuzu sarması hali. Cive, cive Pakistan şarkısı neşvesi içinde ığıl ığıl bir dostluk kumkuması. Halbuki mevsim diye bir gerçek var. Bahar olur, yaz olur, kış olur, son bahar olur, sonra yine kış olur. İsrail dost olur, sonra düşman olur, terörist olur, sonra yine mevsim döner Akdeniz olur. %100 organik ilişki.
http://www.noktadergisi.info/israil-ile-organik-diplomasi-makale,100.html
Takılan tweetler
Kaan Terzioğlu @Kaan_Terzioglu
gnçtrkcll'in Sevgililer Günü videosunu neden yayından kaldırdığımızla ilgili gelen bazı sorulara topluca ve kısaca yanıt vermek istiyorum...
Kaan Terzioğlu @Kaan_Terzioglu
Videoyu yayından kaldırdık çünkü hiçbir içerik, "herhangi" bir milletin ya da dinin hassasiyetlerini gözardı edecek kadar önemli değildir.
Kaan Terzioğlu @Kaan_Terzioglu
Benzer bir durum Türkiye veya Müslümanlık için yaşansa en başta ben hassasiyet gösterip takipçisi olurum. Lütfen kararı böyle değerlendirin.
Teşekkürler Kaan Terzioğlu, hep birlikte her zaman tüm hassasiyetimizle herkes için...
Ladinodersleri @ladinogunlugu
Hani bir yere bir dükkan açılır, sonra aynı dükkanı başkaları da oraya açar ya. Bu bir geleneğimiz galiba. #tarih
Turkcell'den açıklama gelmesi ve viral dahil reklamı durdurması güzel. Ama Holokost bir İNSANLIK utancıdır. Yahudi/İsrail'e indirgenmemeli
1. Alev Alatlı @HaberturkTV 'de program yapmaya mecbur mu? 2. Bir kadına Yahudi ve kadın düşmanlığı