Arap milliyetçiliğinin ivme kazanması

Araplar arasındaki radikal milliyetçiler İstiklal Partisi altında birleşirler. Kısa sürede liderlik kavgalarından dolayı etkinliğini yitirse de, İstiklal, tıpkı Siyonizm içindeki Revizyonistlerin yaptığı gibi, değişik bir soluk getirir Arapların gündelik sıkıntılarına… Ve daha çok feodal değerlere sahip, yapı olarak çoğunluğu kırsalda yaşayan Arap toplumuna, milliyetçi değerlere sahip çıkması gerektiğini öğretir.

Marsel RUSSO Perspektif
17 Şubat 2016 Çarşamba

Arap milliyetçiliğinin yükselmesi ile Arap saldırıları aynı döneme rastlar. Peş peşe düzenlenen toplantılar siyasi ve toplumsal yelpazenin belirginleşmesini, değişik görüşlerin ortaya çıkmasını sağlar. Öğrencilerin ve kadınların katıldığı kongreleri, bu anlamda, Araplar arasında bir ilki oluşturdukları ve Yahudi oluşumlarından esinlendikleri için özellikle saymakta fayda var.

Bir dizi hararetli toplantı sonunda Araplar arasındaki radikal milliyetçiler İstiklal Partisi altında birleşirler. Kısa sürede liderlik kavgalarından dolayı etkinliğini yitirse de, İstiklal, tıpkı Siyonizm içindeki Revizyonistlerin yaptığı gibi, değişik bir soluk getirir Arapların gündelik sıkıntılarına… Ve daha çok feodal değerlere sahip, yapı olarak çoğunluğu kırsalda yaşayan Arap toplumuna, milliyetçi değerlere sahip çıkması gerektiğini öğretir.

Açılan bu yeni pencere, esasen, ilk Genel Vali Herbert Samuel’in kendisini Kudüs Müftüsü olarak atadığı günden bu yana İngilizler tarafından Arap toplumunun lideri olarak görülen Müftü El-Hüseyni’nin etkinliğinin sorgulandığı döneme rast gelir. Popülaritesinin örselenmesi, yeni ve kendisini devre dışı bırakacak söylemlerin artması, Arap milliyetçilerinin kendisini çıkarları uğruna davranmakla suçlamaya başlamaları ile pekişir. Konumu itibarı ile kendisinden bekledikleri uzlaşıyı göstermekle göstermemek arasında bocalaması ise İngiliz Manda idaresinde yeni formüllere kapı açılmasına neden olacaktır.

FİLİSTİNLİLERİN YENİ KAHRAMANI

Ortada artık gitgide belirgin hale gelen bir terör üçgeni vardır. Araplar ve Yahudiler birbirlerine ve aynı zamanda, düşmanlarını savundukları veya siyaseten desteklediklerine inandıkları İngilizlere saldırmaya başlarlar. Revizyonistlere göre, Filistin artık İngilizlerden kurtarılmalıdır. Yahudi göçü özendirilmeli ve bir çoğunluk inşa edilene dek artarak devam ettirilmelidir. Bu topraklardaki bir Yahudi çoğunluğu, ancak aidiyet tartışmasına son noktayı koyacaktır. Bu toprakları savunmak, düşmanı buradan uzaklaştırmak, ona sahip çıkmak demektir…

Araplar ise Muhammed İzzettin El-Kasım’ın kişiliğinde yeni bir lider bulmuşlardır. Suriye’nin Lazkiye kenti yakınlarında küçük bir köyde 1880 yılında doğan El-Kasım tıpkı Kudüs Müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni gibi Mısır’daki El-Ahzar Üniversitesini bitirir ve köyüne dönerek imam olarak çalışmaya başlar. Libya’nın İtalyanlar tarafından 1911 yılında işgal edilmesi onu etkiler ve Hıristiyanlara karşı cihat ilan ederek bulunduğu yerde bunun için para ve adam toplamaya başlar, ancak Osmanlı idaresi tarafından engellenir. Daha sonraları dünya savaşının ilk yıllarında birçokları gibi ilk önce Osmanlı ordusuna katılır ve burada askeri anlamda ilk eğitimini alır. Savaşın sonlarına doğru ise, Osmanlıların yenilmesi ve doğduğu toprakların Fransızlar denetimine gireceğinin belli olmasından sonra, köyüne döner ve buradaki gençleri Fransızlara karşı bir savaşa hazırlar. Dağa çıkar ve ilk gerilla hareketini düzenler. O dönemler, Filistin topraklarının İngiliz idaresine geçtiği, kontrolün tam olarak sağlanamadığı kaos dönemleridir.

Daha sonraki yıllarda, El-Kasım, Hacı Emin El-Hüseyni tarafından görevlendirilecek, köy köy dolaşarak yandaş toplayacak ve ilk terörist hücrelerin oluşmasında, silahlanmasında ve eğitilmesinde önemli bir yer alacaktır. Hedef Yahudi ve İngilizlerin sembolleşen yerleridir.

Bu, Kibbutz Yagur veya Nahalal gibi yerleşimler de olabilir, bir tren istasyonu ya da basit bir vagon da… Hatta özenle dikilen ağaçlar dahi olabilir. Amaç, artarak devam eden Yahudi göçüne dikkat çekmek, Arap rahatsızlığını sokağa taşımaktır.

El-Kasım ilk hayal kırıklığını, Filistin’de yaşayan soydaşlarını yüz üstü bırakan Faysal’la yaşamıştı. Şimdi, Milletler Cemiyeti kararları uyarınca, manda idaresinin sona erdiği Suudi Arabistan’da, Irak, Suriye ve Ürdün’de ve hatta İngilizlerin göz bebeği Mısır’da bağımsızlık rüzgârları esmekteydi. Ancak kendisine yurt olarak seçtiği Filistin halen baskı ve zulüm altındaydı, dahası uzunca bir süre için bu böyle devam edeceğe benzemekteydi.

İşte bu durumdan kaynaklanan öfke, El-Kasım ve yandaşlarını Cenin yakınlarındaki tepelere çıkaracak, buradan yaptıkları saldırılar ilk organize Arap hareketleri olacaktı. Daha önceki ayaklanmalar, kışkırtmalar sonucu oluşan düzensiz halk hareketleriyken, El-Kasım ile başlayan ciddi örgüt işi faaliyetlerdir.

El-Kasım’ın giriştiği çatışmalardan birinde İngilizler tarafından öldürülmesi onu kahraman mertebesine taşıyan bir olay olur. Tıpkı çok önceleri Tel-Hay’da öldürülen Yossef Trumpeldor’un Yahudi gençlerine esin kaynağı olduğu gibi, El-Kasım da Arapların idolü haline gelecek ve gelişecek Arap isyanının manevi gücü olacaktır. Yıllar sonra, uçak korsanı Leyla Halit, mücadeleyi El-Kasım’ın bıraktığı yerden devir aldıklarını söyleyecektir : “Onun nesli isyanı başlattı, bizler sonuca imza atacağız…”

BAŞARISIZ GÖRÜŞMELER

Ağustos 1934’de David Ben Gurion, Müftü El-Hüseyni’nin yardımcılarından Musa Alami’yi Shuafat’taki evine ziyarete gider. Cambridge mezunu Alami değerli bir hukuk adamıdır ve manda idaresinin savcılık makamında İngilizlerle beraber çalışmaktadır. Ziyaretin amacı gittikçe ivme kazanan Arap isyanını durdurmak ve gençlerin bu konudaki umutsuzluklarına çare olabilmektir. 1929 Hebron Olayları ile başlayan süreçte, 1933 yılına gelindiğinde, terör bölgeye damgasını vuran önemli bir unsur haline gelmiştir.

Ben-Gurion görüşmeye somut iki öneri ile gider. Birinci öneri, Filistin Manda İdaresi altında yaşayan Yahudi ve Arap topluluklarının, nüfuslarına bakılmaksızın eşit haklara tabi olmalarını, burada bir Yahudi ve Arap otonom idaresi oluşturulmasını öngörmektedir. İkinci öneri ise, Filistin’in bölgesel bir Arap federasyonuna katılmasıdır. Yahudiler Filistin’in yöneticileri olacak ve Araplar ise bu federasyon üyeliği üzerinden bölgesel anlamda oluşacak çoğunluğun bir parçası olacaklardır.

Ben-Gurion’un önerileri esas anlamı ile Yahudi söyleminin değişik sözlerle ifadesidir. Yahudi liderleri daha yolun en başında, Filistin topraklarının yaşanır hale getirilmesi çalışmalarında Arapların dışlanmayacağını, bu çalışmaların içinde yer almaları için teşvik edileceklerini ve sonuçlarından da eşit şekilde yararlanacaklarını söylemişti… Alami’ye yapılan öneriler bu perspektiften bakıldığında, Yahudilerin bakış açısını göstermektedir.

Ancak Alami önerileri reddeder. Arapların, toplumsal geleceklerini kendilerinin geliştirmesi için, bu topraklarda, gerekirse 100 sene daha sefalet içinde yaşamaları, ona göre daha doğrudur. Onun için kabul edilebilecek öneri Yahudilerin Tel Aviv etrafında otonom bir kanton oluşturmalarıdır. Bu şekilde Balfur Deklarasyonunun hükümlerine uyulmuş olur. Filistin’in genel idaresinin Araplara verilmesi esastır. Ancak Arap toplumu adına buna onay verecek kişi Müftü El-Hüseyni’dir. Gelin görün ki, bu aşamada, önerilerin olgunlaşması için planlanmış olan Ben-Gurion ile El-Hüseyni görüşmesi gerçekleşmez.

Uzlaşma çabaları çerçevesinde Ben-Gurion’un değişik Arap liderleri ile bir araya geldiği bilinir. Yine Cambridge mezunu, okumuş ve esprili bir kişilik olan George Antonious ile olan görüşmesi umut vericidir. Burada da Ben-Gurion tezlerini gündeme getirir. Yahudilerin, atalarının topraklarında özgür bir yaşam arzuladıklarını ifade eder.

Bir hukuk adamı ve İstiklal Partisi  üyesi olan Avni Abdül Hadi ile olan görüşmesi ise daha sıkıntılı geçer. Abdül Hadi’nin, “Ben sizin yerinizde olsaydım bir Siyonist olurdum. Siz de benim yerimde olsaydınız bir Arap milliyetçisi olurdunuz” yaklaşımı, konuşmanın daha hemen başında, bir sonuca varılmasının mümkün olmadığının işaretidir.

Ben-Gurion’un yaptığı temaslardan çıkardığı sonuç iç açıcı değildir: Manda idaresi altında yaşayan Arap ve Yahudi toplumları arasındaki görüş farklılıkları, kapatılması olanak dışı bir seviyeye gelmiştir. Değişik Yahudi liderlerinin de Arap kanaat önderleri nezdinde yaptıkları görüşmelerden sonra, gelinen noktayı Ben-Gurion anılarında şöyle ifade eder:

“Bu durumun en önemli nedeni Yahudilerin bölgede nüfus açısından azınlık durumunda olmalarıdır. Arapların doğasında azınlıklara hoşgörülü davranmak, onları eşit olarak algılamak diye bir yaklaşım yoktur. Hatta ondan öte, düşmanca bir davranış sergilemek ve kendinden olmayanı sindirmeye çalışmak siyasi olmaktan öte, sosyal bir davranış şeklidir Araplar için. Bu çerçevede, Filistin’de Yahudilerin olmaması durumunda, Araplar arasında, Müslüman – Hıristiyan çekişmesi kaçınılmaz olarak yaşanacaktır.”

Ben-Gurion’a göre isyan Araplara göre çok geç, Yahudilere göre ise çok erken başlamıştı. Bu tespit tarih tarafından onaylanmıştır. Gerçekten de Filistin’deki İngiliz idaresinin ilk yirmi yılında Yahudiler tarafından oluşturulmuş sosyal altyapı artık yıkılabilir olmaktan uzaktı. 30’lu yıllarda Arap toplumunun Yahudilerin ulaştığı toplumsal seviyeye meydan okuması olası değildi… Buna güçleri yoktu ancak Yahudiler Filistin’de hala azınlıktaydılar ve kendilerini savunacak yeterli güçleri yoktu. ‘Ulusal Yuva’larını oluşturma yolunda attıkları adımlar hala İngilizlerin desteğine muhtaçtı. Bir keresinde, Ben-Gurion, Ulusal Yuvanın ne zaman gerçek anlamı ile oluşacağını soran bir gazetecinin sorusuna kaçamak cevap vermeyi tercih etmiş ve burada bir sürecin söz konusu olduğunu söylemekle yetinmişti.

Yahudilerin Ulusal Yuva oluşturma süreçlerini siyasi ve sosyal bir modelle engelleyemeyeceğini anlayan Arapların başlattıkları ayaklanma veya Yahudilerin tabiri ile Arap terör hareketleri, bu aşamada, yişuvda yeni bir tartışma başlatır… “Teröre nasıl bir cevap vermek gerekir?” ve “Filistin’i iki halk arasında paylaştırmak bir çözüm olabilir mi?”

Arap terörüne karşı İngilizlerin kendilerini dahi tam olarak savunamamaları, Yahudi toplumunu geliştirdiği toplumsal modeli korumak için savaşmaya itecekti. Öte yandan, azınlık olarak eşit haklar elde edemeyeceğini anlayan yişuv yönetimi, Yahudi göçü üzerindeki baskıların kaldırılması, daha fazla göçmenin manda idaresine kabul edilmesi için çalışmaya başlayacaktı.

 

MEYDANLARDA KAOS

Derdine devayı bulması için çok uzaklara gitmesi gerekmeyecektir. Müftü, siyasi anlamda yaşadığı çöküntüye dur demek için, Yahudi göçünü yeniden gündeme getirecektir… 1933 yılında Filistin’in dört bir köşesinden topladığı binlerce genci meydanlara yığar. Sene sonundan beri 30 bin Yahudi Filistin topraklarına giriş yapmıştı. Bu İngilizlerin, Araplara verdikleri taahhütlerin dışındaydı. Bu duruma karşı kurgulanan Arap protestoları günlere, haftalara yayılır. Göstericiler Kudüs, Nablus, Yafa ve Hayfa gibi kentlerde, İngiliz polisi ile çatışmaya girerler. Sonuçta, 30’dan fazla gösterici ölür, 200’den fazlası ise yaralanır.

Araplar arasında gitgide soluğu kesilen Hıristiyan toplumunun temsilcilerinden Halil al-Sakakini anılarına şöyle bir not düşer:

“Bugün Filistin savaş alanına döndü… Her yerde yoğun gösteriler var. Polis karakollarına, demiryollarına ve garlara saldırılar artarak devam ediyor. Yüzlerce ölü ve yaralı var. Hastaneler kapasitelerini aşıyor. Toplumda korkunç bir gerginlik hakim, tansiyon çok yüksek… Yarının ne getireceğini ancak Allah bilir…”                 

Protestolar, Yahudilere ve onlara arka çıkan hükümete karşıdır. “Tüm dünya, Arap ulusunun kolay lokma olmayacağını görecektir” der Sakakini… Olayların hükümeti ve kararlarını nasıl etkileyeceğini bilmiyordu, ancak Yahudilerin panikledikleri kesindi. “Ya her iki toplum da öfkelerini dizginleyecek ya da kavga büyüyecek ve güzelim Filistin tanınmayacak hale gelecek… Her iki durumda da, hayat yaşanmayacak kadar zor olacak…”

Gerçekten de Arap saldırıları gitgide artmaya başlar. Polis, bunun önüne geçmek bir yana, olayların arkasını bile toplayamaz hale gelmiştir. Bu durum ve yişuvda artan rahatsızlık, İşçi hareketi ile Revizyonistlerin arasını gitgide gerer… İngilizlerin Arap saldırılarına karşı etkisiz ve tepkisiz kalmaları, Revizyonistleri harekete geçirir. Bu sırada, David Ben Gurion’un yakın çalışma arkadaşı, Yahudi Ajansı Başkanı Haim Arlosoroff öldürülür. Ben Gurion’un bu cinayetten Revizyonistleri sorumlusu tutması, taraflar arasındaki iplerin tamamen kopmasına neden olur. İngilizler her zamanki gibi bu saldırının da faillerini yakalayamaz…