Yazar Murat Gülsoy, ‘Başlangıçta yalnızlık vardı’ noktasından başlattığı yeni kitabı ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’ ile okurlarını edebiyatın harikalar diyarında gezmeye götürüyor. Çok yalnız hissettiğinizde, imkân verseler, içinizde başka ölü insanları yaşatarak yalnızlığınıza son vermeyi düşünür müydünüz? Kavramları, düşünce labirentinde coşup taşarak kaleme alan Murat Gülsoy ile yaptığımız ilginç söyleşiyi okumanızı tavsiye ederim. Ben çok keyif aldım; ‘kitap aşığı’ herkesin de seveceğinden kuşkum yok
B u kitabı elinize aldığınız andan itibaren, zihninizde hayalini canlandıracağınız, satır arası ipuçlarını takip ederken, parçaları birleştirmesine eşlik edeceğiniz tümceler sayesinde, her an beyninizin kıvrımlarının kıpraştığını, yüreğinizde bir heyecan, yüzünüzde kâh tebessüm kâh dehşet mimiklerini yakalayabileceksiniz.
Kendi yaşam hikâyenizin başkahramanı Murat Gülsoy karakterini, Şalom okurları için nasıl tanımlarsınız?
İstanbul’da doğdum, hep doğduğum yerde yaşadım. Kendimi bildim bileli, bilim ve sanata ilgim vardı. Şimdi üniversitede hem bilimsel araştırmayla uğraşıyorum hem de edebiyatla. Yazmayı, üzerine düşünmeyi ve bunları paylaşmayı seviyorum.
‘Yalnızlar için Çok Özel bir Hizmet’, başka kitaplara benzemiyor; karşımızda çok farklı bir edebi kurmaca var. Önsöz, kurgu, sonsöz ve ekler olarak ayrıştırdığınız bölümler, birbirinden bağımsız olsalar bile, aslında aynı ana fikre mi hizmet ediyorlar?
Kitabın çok parçalı bir yapısı var. Bazı kitaplar bunu gerektiriyor. Tek çizgide ilerleyen bir hikâyenin beni doyurmadığı noktada, farklı anlatım biçimleri, farklı sesler, farklı metinlerle örmek istiyorum kitabı. Aslında bundan önce yazdıklarımda da zaman zaman bu türden parçalı ve hatta çok sesli yapılar vardı ama bu romanda bir adım daha ileri gittiğimi düşünüyorum. Umarım bundan sonrakilerde daha da cesur davranırım.
Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, gerçeküstücülük konusunda yazdığı denemelerle ünlenmiş. Önsözünüzde, ona çok samimi hatta kişisel sayılabilir bir mektup yazmışsınız. Neden Borges’e mektup?
Borges çok etkilendiğim yazarlardan biri. Tüm yazarlar başka yazarlardan etkilenerek yazmaya başlarlar ve hatta hayatları boyunca bu etkilerle boğuşurlar. Kimisi bunu çalışma masasında yapar. Ben doğrudan romanın bir parçası haline getirmeyi çok dürüst bir tavır olarak görüyorum. Bu kitabın girişindeki mektup, kitabın ‘yazarının’ Borges’e kendini, Tanpınar’ı ve kendi babasını, dedesini anlatmak amacıyla kaleme alınmış. Yazmaya başladığım an bir başkasına dönüşüyorum ve o başkasının kendine özgü çok daha özgür bir dünyası var. O dünyada yazarın dedesi doktor olabiliyor, babası mektupla İngilizce öğrenebiliyor mesela. Bunlar da tüm romanın bir parçasına dönüşen kurmaca kanalları.
Edebiyat dünyasından Nerval, Tanpınar, Oğuz Atay gibi birçok yazarı kitabınıza dâhil etmeniz, hikâyenizin kurgu örgüsünde bir insanın başka insanları içine alması fikri ile ilginç bir şekilde örtüşmüş gibi; ne dersiniz?
Tam da dediğiniz gibi! Okurken başka yazarları, yazarların yarattıkları karakterleri zihnimizin içine alırız. İlk gençlik yıllarımda, uzun saatler boyunca roman okuduktan sonra o romanın cümleleriyle düşünmeye ve yaşamaya devam ederdim. Bu bana çok büyülü gelirdi. Hem yaşıyor hem de bir romanın içinde gibi bir yandan da yazılıyor olmak hissi.
Kitaplarınızda, yalnızlık, ayrılık, ölüm ve delilik gibi insana dair psikolojik ve felsefi temaları işliyorsunuz. Kitapta, “Geleceğin içinden bir gelecek, bedenimin içinden birkaç ölü çıkardım ve sonra yazdım” demişsiniz. Bu kitabı kurgularken, en çok hangi halinizle karşılaştınız?
Kitabın ortaya çıkmasına neden olan düşünce, insanların yalnızlığı ve bunlarla baş etme yollarıydı. Ancak bu öyle temel bir mesele ki, her şeye temas ediyor. Bir ucu ölüme bir ucu deliliğe bağlanıyor. Aşk ve aşksızlık elbette bir başka boyut olarak resme giriyor. Cinsellik, bedenin sınırları. Bir başkasıyla kurulan en derin ilişki nedir gibi bir soruyla boğuştum en çok.
Kitapta, eski bir ceket kendine apayrı bir anlam üstlenmiş. Mirat’ın geçmişe olan bağını simgeleyen bu ceket, kitabın sonsözünde de karşımıza çıkıyor. Rüyalar ve semboller eşliğinde, gerçek ile hayal arasında, aslında neyi arıyorsunuz?
Hakikati. En başından beri. Daha küçük bir çocukken sorduğum soruların peşindeyim hâlâ. Zaten insan, en temel soruları çocukken sorar. Sonra bunlara cevap bulduğu için değil, cevabı aramanın bir bedeli olduğunu hissettiği için bırakır sormayı. Oysa bilim ve sanat bu soruları sormaktan vazgeçmeyenlerin yoludur. Bu sayede arayışınıza başkalarını da ortak edersiniz. Yazarın ya da sanatçının eseri o arayışı sürdürdüğü ölçüde derinleşir. Ancak tam tersi örnekler de çoktur. Yazarın artık ‘bir bilen’e dönüştüğü durumlar. Artık yazar bulduğuna inanıyordur, şimdi de herkesin anlayacağı bir dille bu ‘bulduklarını’ anlatmaya, örneklemeye çalışıyordur. Umarım bir gün o yanılgının içine düşmem.
Kitabınızı okurken düşünmeden edemiyor insan; yalnızlar için bu çılgınca hizmet gerçekten yaşanıyor olsaydı, alır mıydık? Yaşamı bir birey için anlamlı kılan, başkaları mıdır?
Başkaları olmadan yaşayamayız. İnsanlardan yalıtılmak akıl sağlığımızı etkiler. Çünkü değerler sistemimiz, psikolojik durumlarımız hep başkalarıyla ördüğümüz bir ağın içinde anlamlı. Yoksa büyüklüğünü hayal bile etmekte zorlandığımız evrende, minicik bir gezegenin üzerinde kısacık süren hayatımızın ne anlamı olabilir ki? O anlamı hep birlikte üretiyoruz. O yüzden başkalarına ihtiyacımız var. Dil, başkalarının olmadığı yerde yok olur. Dil olmadığında kavrayış da mümkün olmaz.
“Bir insanın içinde ne kadar büyük uçurumlar olduğunu bilsen şaşardın” diyor kadın karakteriniz. Sizce de bu, üzerine saatlerce konuşulabilecek bir konu değil mi?
Evet, iyi ki öyle. O uçurumu araştırmak bu yüzden çok heyecanlı.
Sıra dışı bir kurgu ve insanı kitabın içine sürükleyen kaleminiz, taşkın ruhlu bir kalem. Bu ruhu satır aralarında yakalayıp sizinle birlikte heyecan duyacak ideal okuru, nasıl tanımlarsınız?
İdeal okur, insanı en iyi şekilde anlayacak olan kişidir. Gerçekte olmayacak bir insandan söz ediyoruz. Ama biz her zaman ona doğru yazarız. Yazarın ideal okuruyla ilişkisi platonik bir aşktır. İmkânsız bir durumdur. Öte yandan gerçek okurlarımız vardır. Onlar yazılanları bir şekilde okurlar, zihinlerini yazdıklarımıza açarlar, onları içlerine alırlar. Bazen de çekingenliği bir tarafa bırakıp kısacık da olsa okuma maceralarını paylaşırlar. O anlar insanın, “iyi yazıyorum, iyi ki varım” dediği anlardır.
Murat Gülsoy, Boğaziçi Üniversitesinde elektronik mühendisliğini bitirdikten sonra yüksek lisansını Psikoloji, doktorasını ise Biyomedikal Mühendisliği bölümünde yaptı; tezini de beyin cerrahisinde kullanılacak bir cerrahi lazer sistemi üzerine yazdı. Edebiyat hayatı bir dergiyle başladı; birçok ödüle layık görülen hikâye kitapları ve romanları farklı dillere çevrilirken, bugün Boğaziçi Üniversitesi Yayınevinin Genel Yayın Yönetmenliği ve Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezinin Müdürlüğü görevlerini sürdürüyor. Bir yandan da ‘yaratıcı yazarlık’ dersleri vermeye devam ediyor.