15 seneyi aşkın gidilecekler listemde yer alan ülkeyi, Küba’yı sonunda gezme fırsatını buldum. Ve artık gitmiş, görmüş biri olarak söylüyorum gerçekten dilime doladığım kadar varmış… Küba dünyanın öbür ucunda tropik bir ada değil, bu dünyada bambaşka bir dünya adeta!
Küba’yı Anlamak
Küba’yı anlamak için geçtiği yollara hakim olmak gerekiyor. Doğru arka plan bilgisi ile her gördüğünüz binanın, kişinin ya da eşyanın neden ve niçin orada olduğunu, nasıl oraya geldiğini kolayca anlayabiliyorsunuz. Küba tarihi ve daha önemlisi sosyalizm esaslı yasaları ile iyi bir rehber eşliğinde gezilmeyi hak eden bir ülke. Tabii ki, valizinizi kapıp, uçak ve otel rezervasyonlarınızı yapıp gidebilirsiniz. Ancak güvendiğiniz bir turla, iyi bir rehber eşliğinde gitmek şahane olur. Bizim turumuz ne yalan söyleyeyim harika değildi. Neyse ki ben gitmeden dersimi çalışmıştım. Ve ilk tavsiyem, size de gitmeden dersinizi çalışmanız.
Tabii Küba’nın tarihine gazetedeki bir yazıdan hakim olmak mümkün değil! Ama Küba’yı ve “Küba bozulmadan gitmek lazım” diyenlerin ne kastettiğini dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
Küba’nın ilk sakinleri Guanahatabey ve Kiboni Yerlileri, ardından adaya Taynonlar gelmiş. O zamanlar adanın nüfusu 80-100 bin civarında.
Kristof Kolomb 1942 yılında Küba’yı keşfediyor ve Küba İspanyol sömürgesi olarak tarih kitaplarındaki yerini alıyor. Çok yabancı olmadığımız bir hikâye ile sömürgecilerin baskısından ötürü, açlık, sefalet ve mecburi göçlerle adanın nüfusu 5 bine kadar düşüyor. Ardından adaya gelen barış ve düzen, hayvancılık, tütün ve şeker kamışı üretimi ile birlikte nüfus tekrar 50 bine çıkıyor. Afrika’dan çok sayıda köle bu sektörlerde çalıştırılmak üzere adaya getirtiliyor. 1862’de köle ticaretinin sona ermesi ile iş gücü açığının kapatılması için Meksika ve Çin’den işçiler gelmeye başlıyor.
Ardından Küba halkı sömürgecilik meselesine ayaklanmaya başlıyor. Her ne kadar ortamı yumuşatan anlaşmalar yapıldıysa da sonunda Jose Marti önderliğinde siyasi örgütler bir araya geliyor ve gerilla usulü bir savaş ile İspanya’ya başkaldırıyorlar. (Marti Küba’nın ulusal kahramanı. Aynı zamanda da şair. Küba ve Latin Amerika ülkeleri dışında fazla tanınmasa da burada bağımsızlığın en büyük simgesi ve geziniz esnasında sık sık karşınıza çıkacak.)
Kübalılar fena gitmiyor; neredeyse bağımsızlıklarını kazanmak üzereyken, ABD’nin Havana yakınlarında Maine isimli gemisi batırılıyor. ABD bu durumdan İspanya’yı sorumlu tutuyor, İspanya inkâr ediyor. Amerika’nın savaşa girmek için kendi gemisini batırdığına dayanan teoriler bile mevcut. Gerçek veya değil, Amerika Küba’nın yanında savaşa giriyor ve Küba’nın zaferine ortak oluyor.
Küba’nın ilk başkanı Tomas Estrada Palma emirleri de maaşını da ABD’den alıyor. Zira Küba ABD için gerek jeopolitik konumu gerekse ekonomik sebeplerden ötürü (şekerpancarı) çok önemli. Bu yüzden ipleri sıkı tutuyor. Hatta 1903’te Cumhuriyet kurulduktan bir yıl sonra Platt Anlaşması ile Amerika Küba üzerindeki egemenliğini garanti altına alıyor.
Bu yıllarda Küba çok zenginleşiyor. Ve Havana dünyanın en güzel şehirlerinden biri haline geliyor. Asıl o zaman gitmek vardı Havana’ya diyeceğim ama bizimkiler ellerinden geleni yapmışlar zaten. 1900’lerin başında, Havana en popüler dönemini yaşarken, Edirne’de yaşayan ve Balkan Savaşlarından rahatsız olan babaannemin ailesi Küba’ya taşınıyor ve bir Sefarad Yahudi’si olan babaannem Küba’da dünyaya geliyor. Birkaç nesille tüm eğlenceyi kaçırmışım anlayacağınız. Tabii ki babaannemin ailesi yalnız değil. 1910-1920 arasında Küba’ya Türkiye’den çok sayıda Yahudi göç ediyor.
Havana her ne kadar güzel olsa da, diğer bölgelerdeki yoksulluk, yolsuzluk ve baskılar devrime zemin hazırlıyor. Grevler başını alıp gidince Diktatör Machado sıkıyönetim ilan ediyor ve grevcilerin üzerine orduyu salıyor. Birçok ölüm gerçekleşiyor ve bu bardağı taşıran son damla oluyor. Ardından Küba Bağımsızlık Savaşı kahramanlarından birinin oğlu olan Carlos Manuel Cespedes getiriliyor. Bir ay sonra Batista adında bir çavuş, ekonomik taleplerle bir devrim başlatıyor. Üniversite Öğrenci Yönetimi ile ittifak kurarak Cespedes’i deviriyor. İktidar, Beşler Konseyi’ne devrediliyor. Konseyin başındaki Ramon Grau San Marti ‘Küba için Küba’ isimli bir kampanya başlatıyor. Amerika bu kampanyadan rahatsız oluyor ve Ocak 1934’te adaya 30 savaş gemisi yolluyor. Grau hükümet başkanlığını Amerika’nın ve ordunun baskısı ile Albay Carlos Medieta’ya bırakıyor. 1934-1940 yılları arası uluslararası konjonktürde birçok değişiklik olurken, grevlerin de etkisi ile Batista Komünist Parti ile de ittifak kurarak başa geliyor.
1950’lerde Havana sadece dünyanın en modern şehirlerinden biri değil aynı zamanda Kuzey Amerika mafyasının yönettiği bir zevk adası haline geliyor. Kumarhaneler, eğlenceli gece kulüpleri, şahane kokteyller, kolay bulunan uyuşturucu derken dünyanın en çılgın şehri haline geliyor. Şehrin sinemaları, tiyatroları, restoranları dünyanın belli başlı şehirleri ile yarışıyor, o zamanlar zenginliğin belirgin göstergelerinden olan Cadillac’ın dünyada en fazla bulunduğu şehir oluyor. Ancak Havana hariç diğer şehirlerde yoksulluk son hızla artıyor. Anlayacağınız görünürde Havana Karayipler’in tatil beldesiydi ama suikastlar, aniden kaybolan protestocular, intiharlar ve yer altında çalışan Batista karşıtı örgütler zevk adasının sonunu, ‘devrim’i hazırlıyor.
1950’lerde komünist gruplardan birinin lideri olan Fidel Castro, 1953’te Moncada Kışlasına düzenlediği başarısız bir baskının ardından bir süre hapis yatıyor. Daha sonra çıkan affın ardından Meksika’ya giden Castro 1955’te, 26 Temmuz Hareketi’ni başlatıyor. Arjantinli devrimci Che Guevara’nın da yer aldığı örgütün Aralık 1956’da Küba’da başlattığı gerilla hareketi, zamanla diğer gruplardan da destek alarak Batista’ya bağlı birliklere önemli darbeler indiriyor, sonunda 1 Ocak 1959’da Batista ülkeyi terk ediyor. Küba için Castro liderliğinde yepyeni bir yönetim başlıyor. Castro iktidara geldikten sonra köklü toprak reformu gibi adımlarla geniş bir kesimin desteğini kazanıyor. Bu dönemde gerçekleşen toprak kamulaştırmalarından zarar gören Amerikan şirketlerinin baskısıyla ABD’nin Küba’ya uyguladığı iktisadi ambargo ve bunu izleyen Domuzlar Körfezi Çıkarması, Castro’nun SSCB ile yakın ilişkiye girmesini sağlıyor ve Küba’yı sosyalist bir yönetime yönlendiriyor.
Bugüne kadar Küba ile ilgili ne görmüş, ne okumuş olursanız olun, hangi ekonomik görüşü desteklerseniz destekleyin temel ihtiyaçlar bakımından Castro Küba’ya çok iyi geliyor.
Havana’daki, uyuşturucu bağımlıları rehabilitasyona giriyor. Bu kişilere yeni iş olanakları sağlanıyor.
Yüzde 76,4’lük okuryazar oranı 1961’in Eğitim Yılı haline gelmesi ile sadece bir yılda ülkenin geri kalanına da yayılıyor. Okul sayısı neredeyse iki katına çıkıyor. 10. sınıfa kadar eğitim zorunlu hale geliyor ve her seviyede eğitim ücretsiz oluyor. 2010 istatistiklerine göre Küba’da okuryazar oranı yüzde 99,8.
Sağlığa gelince; çoğu özel çalışan ve 6 bin olan hekim sayısı devrimle birlikte 61 bine yükseliyor. Hekim sayısına, tıp fakültelerine, aşılamaya, sağlıklı yaşamı teşvik programlarına verilen destek ve önem ile 60 yaşın altında olan ortalama yaşam süresi devrim ile birlikte 76’ya çıkıyor. Küba bu oranla dünyadaki ilk 25 ülkeden biri oluyor. Küba’da bugün 184 kişiye bir doktor düşüyor - kişi başına düşen doktor sayısı ile dünyada ilk sırayı alıyor.
Devlet herkese belirli bir oranda yiyecek ve temizlik malzemesi yardımı yapıyor.
Ve hangi işte, hangi pozisyonda çalışırlarsa çalışsınlar tüm yurttaşlar benzer parayı kazanmaya başlıyor. Maaşınızı çok az arttıracak şey ise kıdeminiz. Yani kıdemli bir işçi, fabrikasındaki yöneticisinden - fark çok ufak da olsa- daha fazla maaş alabiliyor.
Hal böyle olunca ülkede inanılmaz bir huzur ve barış hüküm sürüyor. Herkes güler yüzlü, yardımsever ve mutlu. Benim fikrim bu işin sırrının çok açık olduğu yönünde. Kişinin ve gelecek nesillerin barınma, beslenme, eğitim ve sağlığı güvence altında. Öbür yandan; herkes ne yaparsa yapsın ne fazla uzayamayacağını ne de kısalamayacağını biliyor. Yani bir yandan gelecek ile ilgili stresin yok, her şey güvence altında; öbür taraftan geleceği şekillendiremeyeceğini bildiğin için mecbur anı yaşıyorsun. Zaten bugün mutluluğun formülü tüm bilirkişiler(!) tarafından böyle açıklanmıyor mu; stresi azalt ve anı yaşa!
1990’ların başında SSCB’nin yıkılması ile beraber Küba yepyeni bir döneme giriyor. Sokakta konuşacağınız tüm Kübalılar bu dönemi bir felaket olarak nitelendiriyor. Ekonomik açıdan çok zorlanıyorlar. Neredeyse hiç bir ülke ile ticaret yapamıyorlar, temel besin maddelerine ulaşamıyorlar, açlık ve sefalet tüm ülkeyi kırıp geçiyor. Küba’nın bu durumla baş etmek için iki seçeneği var. Ya bugüne kadar getirdikleri ve temel ihtiyaçları karşılama konusunda tüm ülkeyi kalkındıran sosyalizmden vazgeçecekler ya da sosyalizme eşitlikçi anlayışından taviz vererek yeni bir boyut getirecekler. İkincisini tercih ediyorlar ve ‘özel dönem’ ismini verdikleri yeni bir dönem başlıyor.
Ülke turizme açılıyor. Yabancı yatırım desteklenmeye başlıyor. Yüzde 50 yabancı yatırım, yüzde 50 Küba devleti ortaklığı ile birçok turizm yatırımı gerçekleşiyor. Ülke ekonomisi turistler ve vatandaşlar için farklı para birimleri ile ikiye bölünüyor. Castro’nun hayali turistlere farklı vatandaşlara farklı bir Küba sunmak ve mümkün mertebe ikisini birbirinden ayrı tutmak. Bunun için Küba’nın turkuaz denizi, bembeyaz kumları birebir.
Durum böyleyken, Kübalılar için turizm en çok tercih edilen sektör haline geliyor. Turizm ve turizme bağlı işler daha avantajlı konuma geliyor. İnsanlar okumak yerine bir otelde turistlerin valizlerini taşıyıp bahşiş almayı tercih ediyorlar. Kafanızda canlandırmanız için söylüyorum: Çalışarak kazanacağınız para aylık 45 TL civarı. Ancak bir otelde valiz taşıyarak bir seferde 15 TL kazanabilirsiniz. Daha itibarlı bir meslek isteyenler, Kübalıların kendi evinde işletecekleri, Paladar ismi verilen, turistlere yönelik küçük restoranlar açıyor, Casa Particular adı altında -bizim bildiğimiz tabiriyle AirB&B- evlerini pansiyona çeviriyorlar. Yani Castro’nun ‘turistler ülkenin tadını çıkartsın ve para bıraksın, Kübalılar da bildikleri gibi yaşama devam etsin’ hayali tam olarak gerçek olamıyor.
Ancak Castro bu duruma rağmen eşitliği sağlamayı başarıyor. Kübalılar paraları olsun olmasın birbirlerine benzer hayatlar yaşıyorlar. Zira yurt dışına çıkmak yasak. Turistlere özel hizmet veren otellere, gece kulüplerine, marketlere vatandaşların girmesinin yasak. Yani paran varsa da harcayacak yerin yok. Yatırım yapamıyorsun, ev alamıyorsun, başka marka sabun alamıyorsun... Bunun nasıl bir eşitlik anlayışı olduğunu sorgulatsa da Küba’nın tarihine hakim olmadan bu düzenin gerekliliğinin anlaşılmasının mümkün olmadığı söyleniyor. Aslı Pelit’in kitabında yer verdiği 32 yaşındaki felsefe öğrencisi Yamel’in cümleleri ile durum şöyle: “Benim jenerasyonum, bu ülkeyi, on günlüğüne tatil yapan turistten daha az tanıyor. Buralı olduğumuz halde, bazı plajlara, koylara gitmemiz mümkün değil. Ancak bir yabancı ile evlenerek bu güzelim yerleri görebiliyoruz. Siz olsanız sinirlenmez misiniz bu duruma?”
Fidel Castro’nun rahatsızlanması ve yerine daha özgür fikirli kardeşi Raul Castro’nun gelmesi ile birlikte işler değişiyor. Örneğin önceleri sadece evde yaşayanların çalışabildiği ve maksimum 14-16 turiste hizmet verebilen Paladarlar şekil değiştiriyor. Bugün Paladar sahipleri istediği kadar turisti ağırlayabiliyor ve ev halkından olsun olmasın istedikleri kadar adam çalıştırabiliyor. 1950’lerden kalma üstü açık arabalar şehir turu yapan taksiler olarak çalışabiliyor. Saati 90 TL! (Unutmayın devlette çalışanların, yani çoğunluğun kazandığı para aylık 45 TL) Aynı zamanda Kübalılara alışveriş yapamadıkları market ve dükkânların kapıları da açılmaya başlıyor. En önemlisi Kübalılar için yurt dışı yasağı kalkıyor. Yani Kübalılar için hem para kazanmalarının önü daha da açılıyor hem de kazandıkları parayı harcayabilecekleri ortam yaratılıyor. Bunun yanı sıra özellikle Amerika ile gelişen ilişkilerle beraber ambargonun kalkacak olması kararı işin çehresini iyice değiştiriyor.
Küba’nın turistik olmayan yerlerinde bu durumu bu kadar keskin şekilde görmek mümkün değil. Ambargonun kalkma kararı da henüz yürürlüğe girmiş değil. Devrim sonrası çok rahat ithalat yapılamadığından etrafa -özellikle arabalara- bakıldığında zaman 1959’da durmuş gibi gözüküyor. Bunun yanı sıra halkın büyük çoğunluğu hâlâ eşit gözüküyor, eşit yaşıyor ve en önemlisi eşit olduğunu düşünüyor. Dolayısı ile huzur ve barış hâlâ ülkeye hâkim. Aydınlatmanın masraflı olmasından ötürü, karanlık ve kırık dökük, başka bir ülkede olsa ‘ne işim var burada’ deyip sizi korkutacak mahallelerde yürümek, tedirgin bile etmiyor adamı. “Küba bozuluyor, bozulmadan gidin” diyenler Küba’da zamanın duruşunu, eşitliği, huzuru ve barışı kastediyorlar işte!
Küba’yı gezme niyetiniz varsa öncelikle bu sayfayı, koparıp kıvırıp cüzdanınıza koyun. Zira tekrar okumak için upuzun bir uçak yolculuğunuz olacak.
Haftaya: Küba rehberi