Araplar isyan etmeye ediyorlardı ancak bu amaçlarına ne kadar hizmet ediyordu? Eş deyişle, isyan iyi, ancak yeterli miydi? Köylerde, kentlerde İngiliz ve Yahudi hedefleri vurmak, grevler düzenlemek, soygunlar yapmak, adam kaçırmak, Arap davasını canlı tutmaya yeterli olabilirdi, ancak Yahudi toplumunun ulaştığı düzeye gelinmesi için, bunun çok daha ilerisine geçmek gerekirdi.
Yahudi milliyetçiler gibi, bir eğitmen olan Halil El-Sakakini de kültürel vatanseverliğin önemini biliyordu. Arap toplumunun zengin kesiminin kendi yaşam tarzından ayrılarak gün be gün İngiliz adetlerini uygulaması, ona, çıkılan yolda ciddi bir yenilgi olarak geliyordu. Kendisi, davet edildiği meclislerde ikram edilen çay yerine Arap kahvesini, sigara yerine nargileyi tercih etmenin doğru olduğuna inanıyordu, zaten öyle de yapıyordu. Nitekim, anılarında “Aşağılık kompleksine kapılmış, kendinden utanan bir ulus ölmeye mahkumdur” diye bir tespitte bulunmuştu.
Sözün bittiği yere gelinmişti, ona göre... Hayranı olduğu ülkesini gezerken gördüklerini görmemek için kör, duyduklarını duymamak için sağır olmayı binlerce kez tercih ettiğini açıkça ifade eden, sorgulamacı bir kişilikti El-Sakakini… Ondan daha da acısı, çocuklarının Filistin’de yaşamaya mahkum olduklarını bilmek onu çaresiz bırakıyordu, ne yazık ki. Oysa, kültürel anlamda gelişmiş bir ülkede yaşamalarını tercih ederdi şüphesiz. Gençlerin toplum hayatına etkin katılımları, kızlarla erkekler arasındaki ilişkilerin daha normal olması, Arap toplumunun geleneklerini koruyarak, feodal yapıdan arınması gerektiği konusunda çarpıcı değerlendirmeleri vardı…
El Sakakini’ye göre, Filistin Arap kültürü “onur, aile bağları, yemek ve içmek, güçlenip saldırmak” üstüne kuruluydu. “Gelecek için fedakarlık, affetmek ve saygı duymak” bu kültüre tamamen yabancı idi. Ülkenin bazı yerlerini, örneğin Nablus’u her ziyaretinde Ortaçağa döndüğünü söylüyor ve burada yaşayanların, ne elektrikten, ne sinemadan, ne tiyatrodan, konserden ne de tenis kortlarından haberdar olduklarını ifade ediyordu. Oysa, kendisi, bir eğitimci olarak görev aldığı okullarda, geçmişte içinde yaşadığı toplumun değişmezleri olarak hatırladığı, öğrencilerin özgürleşmesi, seks eğitimi ve kadın – erkek ilişkileri, insani ve sosyalist değerler gibi ileri eğitim prensiplerini uygulamaya çalışıyordu.
Bu değerleri kucaklamayan Arap ulusalcılığının, Avrupa toprağında batı kültürü ile yoğrulmuş, aynı zamanda dinine, diline, edebiyatına sahip çıkmayı başarmış, refahın adilane bir şekilde paylaşılması prensibini yaşam felsefesi yapmış ve her ne pahasına olursa olsun 1917 Balfur Deklarasyonunun içeriğini hayata geçirmeyi bir var oluş ilkesi haline getirmiş Yahudi toplumuna karşı şansı çok fazla olamayacaktı…
YAHUDİLERİN GÜVENLİK ENDİŞESİ
Öte yandan, Yahudi halkının kendi içindeki güvenlik bunalımı ise madalyonun diğer tarafını oluşturuyordu. Manda idaresi, Ben Gurion’un bu konudaki girişimleri sonrasında, Yahudilerin kendilerini savunmak için bir örgüt kurmalarına ses çıkarmayacaklarını, ancak bunun gayri resmi bir girişim olması gerektiğini kendisine ilettiler. Bu çerçevede Yahudi Savunma Örgütü ‘Hagana’ faaliyete geçti. Yahudi ulusal beklentisinin göç ve yerleşimlerden sonraki üçüncü aşaması olan güvenlik, yani savunma da, böylece tamamlanmış oldu.
Hagana’nın oluşturulması ve Yahudi gençlerinin bir anlamda silahlanmaya başlaması yişuv için yeni bir durumdu esasında. Gerçi Birinci Dünya Savaşı’nda Yahudi Lejyonu ve Katır Alayları gibi girişimler olmuştu. Ancak onlar İngiliz idaresinde sevk edilen girişimlerdi. Şimdi ise, savunma faaliyetleri Yahudi komutanlar tarafından yönetilecekti. Bu durumun Yahudi halkına ne getirip ne götüreceği tartışmaya açık bir konuydu. Teröre karşı İngilizlerden bağımsız yapılacak mücadele, Yahudilerin beklentilerine fayda sağlayacak mıydı? Bu Yahudi değerleri açısında etik bir durum muydu, yoksa kabul edilemez bir girişime mi işaret ediyordu?
Kimine göre, Arap saldırılarına sessiz kalmak bir zafiyet göstergesi olacak ve Araplar karşılarında kendilerine mukabele etmeyen bir halk görünce, saldırılarını arttıracaktı. Dolayısı ile savunma amacı ile silahlanma yanlış bir şey değildi. Kimine göre ise, böylesi bir durum, İngilizlerin Yahudi yerleşimlerini savunmadan alıkoyabileceği bir sonuç doğurabilirdi. Gerçek askeri hiyerarşiye sahip olmayan, silahlarının neredeyse tamamını İngilizlerden tedarik eden, bir kurmay heyeti tarafından idare edilmeyen ve değişik siyasi görüşleri temsil eden bir grubun etkin anlamda başarılı olması çok da kolay değildi. Ondan öte ahlaki değerler de vardı. Avrupa hümanizminin değerleri ile yoğrulmuş kentli Yahudi toplumunun vicdanında, terör faaliyetlerine karşı yürütülecek mücadelede suçsuz Arap nüfusun, doğrudan ya da dolaylı olarak, zarar görmesi doğru olmayacaktı.
Bu tartışma, çatışmaların her evresinde tekrar tekrar Yahudi halkının karşısına çıkacaktı. Nitekim, daha sonraları, 1939 yılında, bir grup entelektüelin teröre karşı kaleme aldıkları deklarasyondan özellikle söz etmek gerekir. “Eski bir halkın en ilkel dönemlerinden beri savunduğu ‘öldürmeyeceksin’ emri, o gün olduğu kadar bugün de bizi bağlar…” şeklinde özetlenebilecek bildiriyi imzalayanlar arasında, 1966 yılında edebiyat alanında Nobel Ödülüne layık görülecek Shmuel Yosef Agnon, Shaul Tchernikovski, Martin Buber, Berl Katznelson ve daha sonra başbakan olacak Golda Mayerson -Meir- de vardı.
İlerleyen zaman işleri kolaylaştırmamıştı. Ben Gurion, hatta muhalifi Jabotinski bile, Müftü’nün sıkıntılarının benzerini yaşar olmuşlardı. Bir yanda toplumda artarak şiddetlenen güvenlik bunalımı öte yanda İngilizlerle olan iyi ilişkileri arasında sıkışmış, olaylar tarafından bir karar verme noktasına getirilmişlerdi. Ulusal onurun önem kazandığı böylesi bir dönemde, suskun kalmanın sıkıntıları özellikle Yahudi gençliği arasında ciddi anlamda tepki ile karşılaşacaktı.
İşte tam da bu sırada, Revizyonist görüş Hagana saflarından ayrışmaya başladı. Jabotinsky ve arkadaşlarının yeni bir oluşum üzerinde çalıştıkları aleni bir şekilde ortaya çıktı. Bu görüşe göre “Yahudi yaşantısının gelişimi için iki yol vardır: Hayatta kalma ve ölüm arasında bir tercih yapmanın sırası gelmiştir. Onur yolu ile utanç yolu artık birbirinden daha önce olmayacağı açıklıkla kopar. Savaş yolu, zaferi arama yolu ile teslim olma yolu arasında tercih yapmak bir var oluştur.”
‘Irgun Tzvai Leumi’ (Ulusal Askeri Örgüt ) veya popüler adı ile ‘Etzel’ işte bu atmosferde Hagana’dan kopanlar tarafından kurulur ve Arapların yanında, Yahudi toplumunu Araplara karşı savunmada yetersiz ve hatta isteksiz kalan İngilizleri de hedef alacağını açıklar. Yöntem olarak Hagana’nın reaktif politikasına karşılık, proaktif olma esas alınan savunma politikasıdır.
LORD PEEL PLANI
Başarılı ya da başarısız, Arap İsyanı Londra’da bir dalgalanma yaratır. Filistin’deki güvenlik güçlerinin çaresizliği, gitgide sarsılmaya başlayan İngiliz otoritesi ve bölgenin sorgulanan geleceği işi içinden çıkmaz bir hale getirir. Yahudilere yakınlığı ile tanınan dönemin Genel Valisi Sir Wauchope Araplarla Yahudileri bir araya getirecek formüllerin tükendiğini düşünmektedir. Bu durum İngilizlerin dünya kamuoyundaki saygın konumunu, özellikle Avrupa’da savaş rüzgarları esmeye başladığı bir dönemde, sıkıntıya sokmaktadır.
Neticede, bu konuyu araştırması için, 1936 sonlarında, eski Hindistan Dışişleri Bakanı Lord Peel başkanlığında bir komisyon kurulur. Komisyonun Haziran 1937’de yayınladığı rapor, bölgedeki sıkıntının, Arapların artarak giden bağımsızlık arzuları ve yine Arapların Yahudilerin ulusal yuvalarını oluşturmaları çalışmalarına olan tepkileri ile şekillendiğini ifade eder. Manda idaresinin her iki toplumun bu emellerini karşılamada yetersiz kalacağını iddia ederek, bu toprakların iki halk arasında paylaştırılması gerektiği fikri üzerine durur. Yahudi devleti kuzeyde Galile’den başlayacak, Şeria Vadisini ve nihayet kıyı şeridini içine alarak Yafa ile Gazze arasında tespit edilecek bir noktada kalacaktır. Bu Filistin topraklarının yüzde 20’si kadardır. Toprakların geri kalanı Ürdün ile birleştirilecek ve Arap kontrolüne verilecektir. Bir koridor ile denize çıkışı olacak ve içinde Kudüs ile Bethlehem’i de alacak küçük bir kısmı ise İngiliz manda idaresinde kalacaktır.
Esasen raporun önerdiği yeni bir fikir değildi. Geçen 30 sene içinde bölgenin Arap ve Yahudiler arasında bölünmesini öneren, ancak belki değişik söylem kullanan en az üç öneri masaya konmuştu. Bunlardan ikisi Arap önerisi idi. Ancak hiçbiri Peel planı kadar ayrıntılı ve kesin değildi. Planın Londra’dan destek alması da, İmparatorluğun Filistin’in, stratejik saydığı önemini artık göz ardı etmeye başladığının somut kanıtıydı. Bunda Avrupa’da gitgide sert esmeye başlayan savaş rüzgalarının da etkisi vardı kuşkusuz.
Fakat gelinen noktada Arap ve Yahudilerin çoğu, böylesi bir taksim planına karşıydılar. Bu konumları ise tamamen toplumları içindeki siyasi kamplaşmaların dayatmalarından kaynaklanıyordu. Arap kampında Müftü’nün baskısı ile plana sıcak bakan bazı kesimlerin sesi kısılmıştı. Weizmann ile Ben Gurion ise, planı desteklemekteydiler. Ancak muhalif görüşlü bazı çevrelerin baskısı o denli sıkıydı ki, çekince belirtmek durumunda kalmışlardı. Neticede, Arapların plana hayır diyecekleri hemen hemen kesindi. Çünkü üzerinde yaşadıkları toprakları paylaşma fikrine kendilerini uzak buluyorlardı. Planın önerdiği, Yahudilerin elinde kalacak bölgelerdeki Arap halkın, Arap kontrolüne girecek topraklara transferi ise siyaseten planı zorlaştıran bir husustu. Oysa, İngilizlere göre, 1923’de Türkiye Cumhuriyetinin kurulması sonrasında Anadolu Rumları ile Batı Trakya Türkleri arasında yaşanan mübadele, böylesi bir transferin mümkün olduğunu gösteriyordu.
Öte yandan, yişuv’u kasıp kavuran bitmez tartışmaların ana konusu toprakların niceliğidir. Belki, uzun süredir hayal edilen, taksim teklifi ile gerçekleşecektir, ancak, İngilizlerin Yahudilere öngördükleri tahminlerin ötesinde küçük bir toprak parçasıdır. Kudüs’ün İngiliz idaresinde kalacak olması da ayrıca sıkıntı yaratmaktadır. Yahudiler uzunca bir zamandır bu kentte çoğunluk olarak yaşamakta ve ebedi başkentte kendilerine modern bir gelecek yaratmaya çalışmaktadırlar. Bu planı kabul etmekle, hem bir deli gömleği içine girmekte hem de Kudüs üzerindeki ulusal beklentilerini sıfırlamaktadırlar.
Planın tartışılması esnasında gündeme gelen diğer bir konu da Araplarla olan ilişkilerin tabansız kalmış olmasıdır. Hiçbir şeyi paylaşamadıkları komşuları ile geleceklerini paylaşmak – kimine göre – o anda öngörülemeyen sorunlar getirebilirdi. Adeta Yahudi tarihinin ve geleceğinin şekillendirildiği bir ortama girilmişti ve bu toplumun üzerine tahminlerden çok daha fazla bir gerilim yüklüyordu.
Ben Gurion’ a göre, “kısmi de olsa bir Yahudi Devleti bir son değil, bir başlangıçtır…” Bir de İngilizlerin planın içine – bilerek ya da bilmeyerek – transfer konusunu eklemiş olmaları vardı ki, bu Yahudiler için bulunmaz bir fırsattı: Arapların içinde yer almadıkları bir Yahudi Devleti artık çok yakındı sanki…