ABD’nin önde gelen analistlerinden, jeopolitik uzmanı Robert Kaplan ile coğrafyanın ülkelerin kaderlerinde ne kadar belirleyici olduğunu Brüksel Forum da konuştuk.
“Türkiye’nin ihtiyacı olan seküler ve dini kimliğin akıllı kombinasyonu”
Bu hafta konuğumuz Washington merkezli düşünce kuruluşu Center For a New American Security analistlerinden Robert D. Kaplan. Kendisi yakın zamana dek komplo teorisyenlerinin ABD’nin gölge istihbarat kurumu olarak da tanımladığı Stratfor düşünce kuruluşunun baş jeopolitik uzmanıydı. Kaplan aynı zamanda dış politika alanında her biri en çok satanlar listesinde yer almış, farklı dillere tercüme edilmiş birçok kitabın da yazarı. 16-17 Mart tarihlerinde düzenlenen Brüksel Forum’un kapanış panelinde konuşmasını yapmadan evvel bizi kırmayarak Şalom adına sorularımızı yanıtladı.
Dünyanın önde gelen analistlerinden birisiniz. Görüşlerinizi değerli kılan yalnızca tahminlerinizin isabetli olması değil, aynı zamanda ileriye dönük ve uzak görüşlü niteliği. Örneğin, Batı dünyasının olanca iyimserlikle küreselleşmenin büyüsüne kapıldığı 90’lı yılların ortasında yayınladığınız ‘Yaklaşan Anarşi’ isimli kitabınızda, giderek artan nüfusa, tahrip edilen doğaya ve çarpık gelişmeye bağlı artacak etnik ve mezhepsel çatışmalar, bulaşıcı hastalıklar ve terör tehdidine karşı okuyucuları uyardınız. Bugün dünya siyasetine baktığınızda nasıl bir düzen öngörüyorsunuz?
Afrika ve Ortadoğu’da orta ve küçük ölçekli devletlerin çöküşüne alıştık, artık olağan karşılıyoruz. Bunun bir sonraki adımı daha büyük ölçekteki devletlerin-örneğin Rusya, Çin, belki Nijerya ve hatta Suudi Arabistan’ın-çöküşü değilse de, içten içe zayıflama süreci olacak.
Rusya ve Çin, içeride zayıfladıkça, dışarıya karşı daha agresif tavır alacaklar. Ülkenin bütünlüğünü muhafaza edebilmek için bu rejimler milliyetçiliği araç olarak kullanacak.
Rusya’nın ekonomisi çöküyor. Çin’in içinde bulunduğu ekonomik çıkmaz hemen göze çarpmıyor ancak büyüme yavaşlamış ve toplumsal gerilim yükseliyor. Bu bir süredir böyle devam etmekte. Çinli liderler ülkeyi bir arada tutmak için milliyetçiliği kullanacaklar. Bu da Doğu Çin Denizinde saldırgan politikalar izleyebilecekleri anlamına geliyor.
Çok daha ciddi bir ekonomik kriz içinde olan Rusya’nın ise ilerleyen dönemde düşük ölçekli bir Yugoslavya’ya dönüşerek dağılma riski var. Burada Putin’den sonra gelecek liderin ille de daha iyi olacağını varsaymayın, daha kötü de olabilir.
Yani ortada yapısal bir sorun var...
Evet, Rusya’da sorun yapısal kaynaklı. Öte yandan, Nijerya gibi nüfusunda net artış yaşayan bir ülkenin de ayakta kalabilmesini mümkün görmüyorum. Ama şunu unutmayalım, Samuel Huntington 1968’de ‘Siyasal Düzen ve Toplumsal Değişim’ isimli kitabında yolsuzluk düzeninin iyi bir şey olduğunu söyler. Nedir yolsuzluk? Devletin kurmuş olduğu ağlar işlevini yitirdiğinde ya da zayıfladığında alternatif ağların kurulmasıdır. İşte Nijerya gibi ülkeleri ayakta tutan da bu yolsuzluk düzenidir, çünkü bir şekilde herkes bu düzenden para kazanıyor ve dolayısıyla hiçbiri mevcut sistemi yıkmaya istekli değil.
Ama eninde sonunda bu düzen yıkılmaya mahkûm değil mi?
En sonunda muhakkak dağılacaktır.
"TERÖRİZMİN ARKASINDAKİ MOTİVASYONU YETERİNCE ANLAMIYORUZ"
Sizce küresel terörizm kimlikler çatışmasının bir ürünü mü yoksa çökmüş devlet sorunundan mı kaynaklanıyor?
Boko Haram, IŞİD ve El Kaide-Afrika’dan bahsediyorum- Afrika’daki anarşinin son evresi. Dijital devrim ve iletişim sayesinde radikal İslam’ın küresel ölçekte standart haline gelmesine tanık oluyoruz. Afrika’daki çökmüş devletler de bu gelişime elverişli zemin sağlıyorlar. Genç bir adamsanız önünüzde şu seçenekler var: Ya size altın çağlara dönmeyi vaat eden bir harekete katılmayı, bir ütopyayı seçeceksiniz ya da hiçbir şeyi düzeltmeyecek bir hükümetin başa gelmesi için her dört yılda bir oy vermeye devam edeceksiniz. Siz olsanız hangisini seçersiniz? Terörizmin arkasındaki motivasyonu yeterince anlamadığımız kanaatindeyim.
Öteden beri coğrafyanın ülkelerin kaderleri üzerinde belirleyici gücü olduğunu savunursunuz. Bu görüşünüzü jeopolitik konumu hem bir şans hem de bir yük olarak tabir edilen Türkiye’ye uyarlayabilir misiniz?
Benim söylemek istediğim, coğrafyanın ülkelerin kaderini belirleyici bir güç değil, ancak meydan okuyucu bir etken olduğudur. Yönetici elitler bunu çoğu zaman hesaba katmaz. ABD avantajlı jeopolitik konumu sebebiyle, coğrafi açıdan kendisini sağlama almış farz eder ve hatta fazlaca önem vermez. Ama siz eğer Avrupa’da Polonya ya da Romanya gibi Rusya’nın yanı başında bir ülke iseniz ve on kez işgal edilmişseniz, coğrafya sizin izin trajik bir şeydir.
Türkiye’ye gelince, Türkiye Karadeniz’den doğru uzanan dağlık bir köprüdür. Avrupa, Ortadoğu ve Orta Asya’yı birbirine bağlayan bir yarımadadır. Dolayısıyla bir yanıyla Avrupalı, bir yanıyla Orta Asya ve bir yanıyla da Ortadoğuludur. Bana kalırsa, Atatürk zamanında bu coğrafyanın hak ettiği değeri verememiş. Ülkeyi laik Avrupa’ya doğru fazlasıyla yaklaştırmaya çalışmış. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise tam ters istikamete doğru ülkeyi çekmekte. Dolayısıyla Türkiye’nin asıl ihtiyacı olan şey denge. Türkiye’nin coğrafyası da dengeye ihtiyacı olduğunu ortaya koyuyor. İslami olduğu kadar Batılı da olmalı Türkiye; laik ve dini kimliklerin akıllıca bir harmanı olarak.
"iRAN'LA MÜZAKERELER DOĞRU BİR HAMLEYDİ"
Biraz da Obama yönetiminin dış politikasına değinmenizi isteyeceğim, özellikle ABD’nin Ortadoğu’dan çıkışı ve Uzakdoğu’ya yönelmesi konularına... Bir sonraki ABD başkanına tavsiyeleriniz ne yönde olur?
İran Körfezi ABD için hâlâ önemli. Ama yıllar içinde keşfedilen kaya gazı ve diğer kaynaklar dolayısıyla önemi giderek azalıyor. Yine de Amerika’nın Ortadoğu’da yerine getirmesi gereken birtakım sorumlulukları var. Sadece Ürdün, Suudi Arabistan ya da İsrail gibi bölgedeki müttefiklerine yönelik değil. İran Körfezine ulaşımın açık kalmasını sağlayacak bir güçler dengesini muhafaza etmesi gerek. Bunu kendi gücünün meşruiyeti için de yapmalı; çünkü birbirine bağlı bir dünyada yaşıyoruz, bir bölgede gücünüzü yitirdiğiniz yönünde bir algı oluşursa; bu diğer bölgelere de yayılır. Dolayısıyla ABD Ortadoğu’yu bütünüyle terk edemez. Ama neden Sünni kartellerle yakın ilişkiler içinde olan ABD, başlıca Şii güç olan İran ile de yakın ilişkiler kurmasın? Bence İran’la müzakereler doğru bir hamleydi. Öte yandan Suriye meselesi üzerine saatler boyu konuşabiliriz. İçinde en büyük bilinmezleri barındıran bir konu Suriye... Acaba 2011’de müdahale edilmiş olsaydı, her şey daha mı iyi olurdu?
Peki, Başkan Obama’nın “ABD’nin dünyanın polisliğini yapmak zorunda olmadığı” yönündeki beyanatı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Başkan’ın Beyaz Saray’daki özel toplantılarda paylaşacağı türden bir prensip olarak işlevsel kabul edebiliriz. Ama böylesi bir yaklaşımı kamuoyuna duyurmak doğru değildir. Düşmanlarınıza sizin sınırlarınızı denemeleri için davetiye çıkarmış olursunuz.
Caydırıcılık gücünüzü kaybedersiniz...
Kesinlikle. Perde arkasında izlediğiniz siyasete yön veren prensip bu olsa dahi, uluorta söylememeniz gerekir.
Son sorum İsrail-Filistin barış süreci üzerine... Sizce barış süreci yeniden canlandırılabilir mi?
Tarafların hiçbiri bu yönde harekete geçecek istek ve kapasiteye sahip değil. İsrail jeopolitik anlamda çok daha avantajlı bir konumda. “Ezeli düşmanım Suriye kendi içinde savaşıyor. Mısır ile onlarca yıl aradan en yakın ilişkilere sahibiz. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle de fakto stratejik ortaklık içindeyiz.” Yirmi yıl önce tüm bunların gerçekleşebileceği kimin aklına gelirdi ki? Dolayısıyla İsrail tarafı Filistinlilerle barış yapmaya daha az istekli. Ayrıca İsrailliler -korkularının yersiz olduğunu düşünsem de- Batı Şeria’yı Filistin’e bıraktıkları takdirde bölgenin IŞİD’in eline geçmesinden korkuyorlar.
Filistin tarafı ise çok bölünmüş durumda. Abbas zayıf bir lider. İsrail ile barış anlaşmaları imzalayan Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ve Ürdün kralı Hüseyin’i hatırlayın. İkisi de sözünü geçirebilen, güçlü diktatörlerdi. Zayıf demokrasilerle barış yapamazsınız.