‘Marc Chagall: Hayatım’, adlı ve Jaguar Kitap’ın yayınladığı bu yapıt; sanat tarihinin çok önemli sürrealist ressamlarından birinin otobiyografisi niteliğinde olup yaşadığı döneme ve kişisel dünyasına tanıklık etmesi açısından son derece değerli bir kaynak.
Çevirisini İsmet Birkan’ın gerçekleştirdiği kitap, Chagall’ın kitaba özel olarak hazırladığı çizimleri de kapsadığından son derece özellikli bir kaynak… Simgecilik akımının en önemli temsilcileri arasında olan ve iç dünyası ile geleneksel aile yaşantısından esinlenen imgeleriyle şairleri bile derinden etkileyen Chagall’ın öyküsünü mutlaka edinip okumanızı tavsiye ederim.
“Chagall’ın resimlerindeki âşıklar gibi akıyoruz
Çevremiz gökyüzü ve mavi kasaba
Bu çiçekleri bir düğün giysisi için tutarak
Yerden çok yüksekte yaşıyoruz”
Bu etkili sözler, 2006’da ünlü İngiliz The Weepies grubunun ‘Painting by Chagall’ adlı şarkısının sözleridir. Chagall’ın resimlerini adeta sözcüklerle betimleyen bu şarkı, ‘uçan âşıkları’, ‘düğünleri’, ‘mavi kasabaları’ onun öznel dünyasının iki boyutlu tualinden sonsuzluğa yayılan simgelerdir.
Chagall’ın tuallerindeki konuların her biri metaforik açıklamalarla beslenen ruhların dansı ve düşlerin buluşmasıdır adeta. Önümüzde bir sahne: Köyünsokağı. Ön planda Hz. İsa‘nın çarmıha gerilişini betimleyen bir çıplak vücut, yarı tamamlanmış bir haç ve arka planda bir köy… Ateşler içinde, evlerden eşyalar dışarıya fırlatılmakta, Kızıl Ordu askerlerinin köyü tehdit edişi, sokaklarda kaçışan ve sinagoglarından kurtarmaya çalıştıkları Sefer Tora’larıyla göğe doğru yükselen ve uçan köylüler…
Yine bir başka sahne, uçaninektanrısı, elinde bir ‘şamdan’ tutarak, yere doğru inmektedir. Ardından da onu bir horoz izlemekte sahneyi sürrealist ögelerle süslemektedir.
Bu ve bunun gibi tablolar, Chagall’ın kendisi ataları ve Yahudi kültürel değerleriyle olan özdeşleşmesi sonucu olaylar ve yaşananlarla ilgili yansımalardır.
Bunlara daha açık, kavminin hayat ve beka hikâyesidir de denebilir. Onun ruhundaki yakınmayı doğru okuyabilirsek, her yapıtında otobiyografik açıklamaları kolaylıkla bulabiliriz.
“…Yükseklerde kanatlı bir ‘phallus‘ ile bir ‘boğa’ kadar kuvvetli, yürüyen bir ‘horoz’ ya da ‘damda bir kemancı’ olmak şirin ve çok hoş bir görsellik sağlayabilir. Fakat bütün bunlar, Chagall’ın yaşadığı dönem ve kavminin coğrafyasında batmaya ve parçalanmaya yüz tutmuş anların değerlerin ve düşlerin habercisidir.”
“…Dünya bir ‘son’a doğru yaklaştıkça benim köyüm de bu kadersiz sona doğru yaklaşıyor. Eğer bir insan bir yerde çarmıha geriliyorsa, bu benim köyüm içinde geçerlidir.
“…Ay ışığının, bulutlu gökyüzünün altında çok sevdalı anlar geçirdim Paris; fakat köyümde sonsuz ıstıraba ve zulme insanlık adına tanık olduğum için, artık sokaklarında yürümekten korkuyorum Paris…”
Marc Chagall, 1887 yılında Rusya’da Vitebsk kasabası yakınlarında doğdu. Yahudi olan ve asıl ismi Meshe Shagal olan Marc, yoksul ve kalabalık bir aileye sahipti.
Geleneklerine bağlı, sinagoga giden, balıkçı babasına işlerinde yardım eden duygusal bir çocukluk geçiren Chagall, bu dönem Yahudilerin sosyal ve kültürel yaşamlarını sürekli gözlemler.
1906 yılında yerel bir ressamın yanında çalışarak resme başlar. Daha sonra sanat eğitimi almak için St. Petersburg’a gider. Burada dönemin avangart resim okulu Zvantseva’ya bir süre devam eder.
O yıllarda şehir Yahudilerin özel izinle kalabildikleri bir yerdir. Bu yüzden hapse girer. 1909 yılında gelecekteki eşi ve birçok resmine ilham kaynağı olan Bella ile tanışır. Her türlü zorluğa rağmen St. Petersburg’da 1910 yılına kadar kalan sanatçı, daha sonra dönemin sanat merkezi olan Paris’teki Montparnasse’ye gider.
Savaş çıktıktan sonra Vitebsk’e dönen ressam Bella ile evlenir. Çiftin İda adını verdikleri bir kızları dünyayı gelir. Bu yıllardan sonra birçok yapıtı mutlulukla uçan âşıklar konusu resimlerindeki ana tema olur. Aslında o yıllarda Rusya kendine özgü oluşturduğu kültür politikası ile Batı’ya kapılarını kapatır. Birçok sanatçı bu anlayışı kabul etmeyerek Rusya’dan ayrılır. Chagall da 1923’te eşi ile Paris’e geri döner.
1931 yılında Tel Aviv Sanat Müzesinin açılışı için ilk kez İsrail’i ziyaret eder. 1933’de Basel’de retrospektif sergiler açan Chagall’ın 59 çalışması Naziler tarafından karalamak amacıyla ‘Dejenere Sanat’ adı altında gösterilir.
İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’da zor günler geçiren diğer ressamlar gibi o da Amerika’ya gider. 1944’de çok sevdiği karısı Bella ölür. Fransa da Virginia Haggard’la tanışır ve David isimli bir oğlu olur… Chagall hayattayken eserleri Louvre Müzesinde sergilenen nadir sanatçılardandır. Marc Chagall, 1985’te ardında yüzlerce başyapıt bırakarak Fransa’da ölür.
Mütevazı, kalabalık ve mutlu bir ailede yetişen sanatçının çocukluk ve memleket anılarından oluşan hayal dünyası yapıtlarının tümüne yansır. Resimlerinin çocukluk anılarından oluşan imgeler üzerine odaklanması tüm sanat hayatı boyunca kendisini yönlendirecek sanatsal motivasyonu sağlar.
Paris’te kaldığı yıllarda köyünden çıkıp o görkemli şehrin içinde yaşamanın etkisiyle tablolarında güçlü ve açık renkler kullanarak dünyayı bir düşler ülkesine dönüştürür. Konularında fantezi, nostalji, dinsel simgeler birbirleriyle iç içedir ve izleyiciyi adeta bir düşler ülkesine götürür. Chagall’ın yapıtlarında ekspresyonist, kübist, sürrealist akımların ardışık etkileri görülür. Chagall’ın sanatı tümüyle şiirsel ve rüyasaldır adeta. Rus folkloru, Yahudi gelenekleri güncel yaşam aşk ve mutluluktan uçan sevgililer ana temaları arasındadır. Resimlerinde sıkça görülen Viebsk köyü evleri, memleketine olan özlemini yansıtırken; sıkça kullandığı kemancı figürü de yine Viebsk’teki yerleşik olmayan göçebe köklerindeki Yahudi yaşamının bir simgesidir. Klezmer melodileri içinde büyüyen Chagall keman ile çocuk yaşlarda tanışır ve tablolarındaki doğum, ölüm, düğün gibi önemli günleri o müzikle süsler.
Genelde uçar şekilde görülen ‘ringa balığı’ veya insan figürleri sanatçının babasına ve çocukluğuna ait simgesel bir betimlemedir. Chagall yaşadığı andan ve çocukluk günlerinden kalan dinsel imgelerin bir arada yorumlarına duygularını da katarak yapıtlarında bunları içtenlikle kullanır.
Paris yıllarında yükselen Nazizmin ve çocukluk yıllarında köyünde tanık olduğu pogromlara karşı etkisiyle şöyle söyler.
“…Benim rüya gören ve şarkı söyleyen bedensel ve ruhsal varlığım, bir nefret yargısı ile sona erecektir sanırım; Bu ‘nefret soykırımı’, benim milletimin alınyazısıdır.”