“Biz alışmıyoruz, biz hissizleşiyoruz”

‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ ve ‘Ağrı’nın Derinliği’ kitapları hakkında söyleşiler yapmak için Paris’e gelen Yazar Ece Temelkuran ile Ortadoğu’dan, Türkiye’den, kadın olmaktan ve edebiyattan konuştuk.

Pınar Kılavuz EKERBİÇER / Paris Yaşam
13 Nisan 2016 Çarşamba

‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ dört kadının yolculuğunun romanı. Bize Tunus macerandan ve bu yolculuktan bahseder misin?

Tunus, roman için seçildi. Mısır’a gitmeyi düşünüyordum ama Mısır çok çatışmalı, çok kalabalık ve problemliydi. Tunus daha çok Türkiye’ye benziyor, birazcık daha rahat. Kafamın berraklaşmasıyla, Arap Baharı ile, Arap kadınları ile ilgili ve kitapla ilgili düşünebilmek için Tunus uygun bir yerdi. Bu yüzden Tunus’u seçtim. 2011 senesinin ekim ayında gittim. Tunus garip bir şekilde soğuk bir yer, buz gibi. En çok hatırladığım; çok üşüdüğüm ve aç kaldığım, çünkü yemekleri hiç hoşuma gitmedi. Her neyse bunlar çok önemsiz şeyler ama kötü bir zamandı. İşten atılmak en kötü şey değildi, ondan sonraki bir yıl çok kötüydü. “Meğer ne çok insan düşmemi bekliyormuş” diye düşündüm. Psikolojik olarak çok kötü zamanlar geçirdim. Hem yaşadığım yerde de sıkıntılar vardı. İki gecede bir radikal İslamcılar ellerinde meşalaler ile mahallenin etrafını sarıyorlar, bağırıyorlar… Evde yanlızım ve sokağa çıkma yasağı var. Hakikaten bir masal uydurmaktan başka çarem yoktu, kendi kendimi hayata inandırmak için. Fakat bu kitap yazılırken de, Türkiye’de yayınlandığında da, sonra başka ülkelerde de yayınladığında da hep aynı şeyler oldu ve galiba büyüsü o. Yazılırken sanki bana bir kadın gönderdi, bir takım kadın dostlar gönderdi hayat. O dönemi atlatabilmem için destek olacak kadınlardı bunlar. Yayınlandıktan sonra da aynı şey oldu, her ülkede bu kitap kendisine kadın dostlar, ahbaplar buldu ve öyle okunmaya başladı. Tunus macerası garip bir şey, kitapları yazarken çok zorlu zamanlar geçirdiğimi hissediyorum ama insan aklı da garip çalışıyor, sonra unutuyorsun. Geriye sadece yazdığın hikâye ve orada yaşadığın komik ve büyülü zamanlar kalıyor. O yüzden şimdi sorduğun zaman çok zor olduğunu bilgi olarak biliyorum ama aslında çok güzel zamanlardı. Hayatımda ilk kez gül reçeli yaptım, Arap gülü dediğimiz çok kokulu bir gülden yapılır reçel. Bahçede delirmiş gibi Arap güllerinden vardı ve gül reçelini ilk kez Tunus’ta yaptım, çok da güzel oldu. Bir de çok fazla yasemin vardı, mavi ve beyaz yaseminler. Hiç yasemin yazacağımı düşünmezdim, yaşadığın yer bir şekilde kitabının içine giriyor. Esasında bir yerde bir kitap yazdıktan sonra o ülke bitmiş oluyor. ‘Oranın kitabı yazıldı, o bölüm kapandı, şimdi başka yolculuklara, başka kitaplara bakalım’ gibi bir duygu oluşuyor.

 

‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ işten çıkartılmış bir gazetecinin ağzından anlatılıyor. Bu sebepten sana sıkça “Bu acaba Ece Temelkuran’ın kendisi mi?” diye soranlar oluyor. Romanda ‘gerçek’ olan karakterler var mı?

Amira zaten kendi ismiyle var ve hani bu kitaptan çok fazla büyülü diye bahsediyorum ve abartmıyorum. Onun dışında Meryem var, ama onun gerçek ismi bu değil. Ama birçok insan bazı parçalarıyla var kitapta. Bir tek Madame Lilla’yı ben oluşturdum. Dido da mitolojideki haliyle değil, bir kadın tarafından yazılmış hikâyesiyle var. Normalde hikâye intiharla sonuçlanıyor ama benim kitabımde öyle değil. Karakter meselesi enteresan bir şey çünkü hep “gerçek mi?” diye sorduklarında aklıma hep şu geliyor: Anna Karanina ne kadar gerçek? Anna Karanina diye birisi yok, ama kim bunu ispatlayabilir ki? Yaşayan komşumuzdan çok daha gerçek birisi değil mi Anna Karanina? Dolayısıyla gerçeklik meselesi bence problemli bir soru. Daha doğrusu şöyle bir sorun var; hangisi gerçek? Ne kadar gerçek? Ve kurgunun da garip bir tarafı var hakikaten. Yazdığın şeyler sonra gerçek oluyor tıpkı Amira’nın New York’ta ilk kez eline kitabı alıp okuması ve gözlerinin dolması gibi. Yazının, gerçeği yaratma diye bir gücü var hakikaten. ‘Muz Sesleri’ kitabında da aynı şey olmuştu, o kadar çok insan o kitabı okuyup, Beyrut’a gidip Ekmek Ağacı’nı aramış ki Beyrutlular “Ekmek Ağacı var ama biz bilmiyoruz” diye düşünüyor.

 

DEVRİMLER VE KADINLAR

Geçtiğimiz hafta Paris’te romanın hakkında yaptığın söyleşide “Devrimler olsa bile, kadınlar için hiçbir zaman devrim olmuyor” dedin. Bu söylem üzerinden Ortadoğu’da kadın olmayı ve kadın-devrim ilişkisini nasıl yorumlarsın?

Bunu tabii böyle genelleyerek söylemek biraz karikatürize etmek oluyor ama yine de erkeklerin statüko yaratma ya da mevcut statükoyla anlaşmaya varma gibi bir özelliği olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla sürekli devrim, kesintisiz devrim, sonsuz devrim kavramlarının daha çok kadınlarla ilgili olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak binlerce yıldır ikinci sınıf olmuş bir cinsiz biz. O binlerce yılın yarattığı ilişkiler biçimi öyle herhangi bir siyasal devrimle kendiliğinden çözülebilecek bir şeyler değil.  Ortadoğu meselesi o kadar karmaşık ki, kadın meselesine zaten sıra gelmiyor. Ama öte yandan bütün bu devrimlerin taşıyıcısı, bütün bu hareketlerin taşıyıcısı kadınlar oldu. Aslında tarihte birçok devrimci harekette böyle.

 

Evet, mesela Fransa’da 2. Dünya Savaşı esnasında da direnen kadınlar vardı ama hep erkeklerin başarısı konuşuldu. Kadınların rolünden daha yeni bahsedilmeye başlandı. Kadınların direnişi silahlı direnişten daha çok sosyal bir direnişti, belki de bu yüzden göz ardı edildi.

Kurtuluş Savaşı’nda da böyleydi biliyor musun? Anıtkabir’deki kalıcı sergide minik fotoğraflara bakınca bir sürü silahlı kadın da görüyorsun ama belki de insanlar pasif direnişi yapan kadınları anlatmak istediği için biz bunları duyuyoruz. Hâlbuki hemen hemen her ilde silahlı ve lider konumunda kadın var. Ama onu hoş bulmuyorlar. Bence kadınların direniş hikâyeleri anlatılırken de pasif direnişi öne çıkartmak hep erkek bakış açısının ürünü. Ben üzülüyorum, Ortadoğu’daki kadınlar için bir kayıp oldu bu hareketlerin bir adım geri çekilmesi ya da sönmesi. Çünkü onların fotoğrafları, onların yüzleri çok kullanıldı bu hikâyede. Hem uluslararası basın tarafından hem de ulusal basın tarafından. Ama ondan sonra yok oluyor bu imajlar var bütün hikâyeden geriye kalan söylemde onların fotoğraflarını hiç göremiyoruz. Bu da tarihin hep eskik yazılmasına neden oluyor. Düşünsene binlerce yıldır böyle yazılan bir tarih var ve binlerce yıldır böyle yazılan bir tarihten sonra neye inanabilirsin ki? Binlerce yıldır eksiltilmiş ve çarpıtılmış bir tarih.

 

Ortadoğu’nun yaraları hiç iyileşmiyor, barışın geleceğine hiç inanılmayan bir coğrafya. Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin gelişimini nasıl değerlenirirsin?

Sadece Ortadoğu ve Türkiye ile söylemeyeyim de dünyanın tamamıyla bir çaresizlik çağına girdik sanki. Garip bir şekilde liberal demokrasinin krizi var, bir yandan ekonimik kriz var, bir yandan Ortadoğu’da oluşturulan bu şiddet atmosferi, imâl edilen şiddet atmosferi artık bütün dünyaya yayılmaya başladı ve bugüne kadar kurulmuş Avrupa ideası, Batı ideası, insan hakları, eşitlik gibi evrensel kabul ettiğimiz değerleri koruyacak mekanizmalar felç oldu. Kendimi fazla kötümser bulduğum için de bu konular hakkında fazla konuşmak istemiyorum. Ama sanki dünyanın sınır uçları Ortadoğu’da bir yerde, özellikle İsrail ve Filistin’de ve oradan dünya çatlamaya başladı. Bunu yıllar önce bir kere yazmıştım, hakikaten sanki orası dünyanın karnı ve insan midesinde biliyorsun beyindeki kadar çok sinir var, orası ikinci beyin gibi ve dünya karnından çatlmaya başlamış gibi geliyor bana. Dolayısı ile hiç de iyi görmüyorum durumu. Tek bir çıkış yolu var bence ki insanlar çeşitli yerlerde, beklenmedik insanlar bunu konuşmaya başladılar. Sosyalist politiklarla acaba şu anda yaşadığımız dünyanın aşırı eşitsiz durumunu kontrol edilebilir ve sürdürülebilir hala getirebilir miyiz? Diyelim ki Leonardo DiCaprio’dan ya da Bill Gates’den Ortadoğu’daki Müslüman Antikapitalist harekete kadar aslında herkes bunu düşünmeye başladı. Aslında Soğuk Savaş sonrası ilk kez insanlar dünya tarihini yeniden düşünmeye, neyin yanlış yapıldığını düşünmeye başladı. Çünkü Soğuk Savaş döneminde yaratılan Ortadoğu’nun sonucu bu yaşadıklarımız. Bütün o kadar ilerici insanı öldürürsen, sadece Türkiye’de değil bütün Ortadoğu’da, geriye bunlar kalır. Anti-komünist hareket o kadar güçlüydü ki nesiller yok edildi. Sadece Türkiye’den bahsetmiyorum, Arap solundan da bahsediyorum ve geriye bu radikal İslamcılar kaldı. Şimdi Batı, yarattığı canavarla başa çıkamıyor, önümüzdeki on-yirmi senenin meselesi bu olacak.

 

KORKUYLA BAŞA ÇIKMA

Türkiye’de muhafazakârlığın alanının genişlemesinden söz ediliyor, bu durumu nasıl görüyorsun?

O, muhafazakârlık mı ondan emin değilim, bence ona taşracılık dememiz lazım. Çünkü tam muhafazakârlık da değil, garip bir ikiyüzlülüğü de var, yani neo-liberal politikaların izin verdiği bir muhafazakârlıktan bahsediyoruz. Bu yüzden taşracılık demek daha doğru, taşra değerleri ulusallaştırılmaya çalışılıyor bence. En ilkel taşra değerlerini ulusa yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Bu nedenle de seküler olan, özgürlükçü, eşitlikçi, adalet meselesiyle ilgilenen insanlar da azınlık durumuna düştü. Bunu çok enteresan buluyorum, özellikle İstanbul’da ve büyük şehirlerde, aslında benim gibi insanlar artık eskiden sadece azınlıkların yaşadığı mahellelere sıkışmaya başladı. Garip bir azınlık psikoljisi var, sanki biz eski rejimin kalıntılarıyız da yeni rejimde yerimiz yok ve kendimizi azınlıklara daha yakın hissediyoruz. Bu azınlığın sayısı artmıyor aksine azalıyor çünkü birçok insan yurtdışına taşınmaya karar verdi. Kendilerini sadece tehlikede hissetmiyorlar aynı zamanda istenmeyen insan olarak hissediyorlar. İnsanın evinde istenmemesi çok kötü bir duygu.

 

Sence bu gitme fikri teslim olmak mı?

Tam teslim olmak diyemem. İnsanlar başa çıkamıyorlar ve haklılar. Bu kadar çok terörün yaratıldığı ve bu kadar çok adaletsizliğin olduğu bir yerde insanlar çocuklarını yetiştirmek istemiyorlar. Korkuyorlar, evet belki korkuya teslim oluyorlar ama korkuya teslim olmak çok eleştirebileceğim bir şey değil çünkü insan korkuyorsa korkuyordur. Kendi ülkende ne kadar saklanarak ve sakınarak yaşayabilirsin? İnsanlar haklı bir biçimde kendinlerine daha insanca yaşayabilecekleri koşullar oluşturmaya çalışıyorlar. Tabii ki bunun sonucu ‘alanı’ başkalarına bırakmak oluyor. Türkiye’nin, Anadolu’nun tarihi sürekli bir geçiş, bir devir tarihi aslında. Garip bir biçimde genetik kodlarımıza işlenmiş bir bilgi var, şunu biliyor insanlar, “bu da geçecek” ama her geçen şey arkasındaki izleri bırakarak geçiyor yani. Buradan da hasar alarak geçecek Türkiye ama ne zaman ve nasıl geçecek, biz ömrü hayatımızda bu dönemin geçtiğini görecek miyiz bilmiyorum. Bu hasarları tedavi edecek insan kalacak mı memlekette onu da bilmiyorum.

 

Bu devir sona erdiğinde ve hasarların tedavisine başlamak gerektiğinde Türkiye’den giden insanlar yeni bir düzen kurmak için geri döner mi?

Olabilir ama gidince geri dönmek zordur.

 

Hayatında dönem dönem Türkiye dışında yaşadın. Çok kişisel değilse senin gitmelerindeki nedenlerden bahseder misin?

Benimki tamamen yazmakla ilgili çünkü benim için yazmak yolla çok irtibatlı bir şey. Sanki hareket eden bir şeyin içinde olduğum zaman -araba, vapur ya da ne dersen de- sanki o sallantı vücumdaki kimyasal dengeyi düzeltiyor. Benim için yazmak ve yolculuk içi içe geçmiş durumda. O yüzden benimki daha kişisel bir gidiş ve ben evi her zaman tuttum. Somut olarak tuttum ve soyut olarak da ev kavramı benim için orası her zaman. Bunun değişebileceğini de zannetmiyorum doğrusu. Yol her zaman gidilen ve sonra dönülen bir yer. O olmazsa ben kaybolup gideceğimi hissediyorum. Birkaç kere evi kapatıp gitsem mi diye düşündüm ama onun fikri bile korkunç. Hikâyeyi anlatmak için dönmen de lazım o da var. Yoldayken hikâyeni anlatamazsın, dönüp hikâyeni anlatman lazım.

 

Beyrut’la ilgili ‘Muz Sesleri’, Tunus’la ilgili ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ ve Ankara ile ilgili ‘Devir’ romanlarını yazdın. Önce kendine bir kent seçip, oraya gidip bir kitap yazmaya mı karar veriyorsun yoksa önce kitabın konusunu bulup ona göre bir yere mi gidiyorsun?

Önce kitap, önce hikâye. Aslında birlikte oluyor, ben o kente gidiyorum, bir hikâye buluyorum, o hikâye yüzünden o kentte kalıyorum. Devir için farklı ama, Devir için “Ankara’da olacak, Ankara’da geçen bir roman yazacağım ve bu Türkiye ile ilgili roman olacak ve Türkiye’nin ruhunu anlatan bir roman olacak” dedim.

 

Devir, senin Türkiye ile ilgili yazdığın ilk roman.

Aslında ‘Muz Sesleri’ ve ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ da, hepsi Türkiye’den topladığım hikâyelerin de içinde olduğu ve Türkiye’ye göndermelerin olduğu kitaplar. Ama ‘Devir’, adlı adınca Türkiye için yazdığım bir kitap. Çok uzun zaman, “Türkiye ile ilgili o kadar çok duygum var ki ben bu konuda yazamam, yeterince iyi değilim” dedim. Kendine yakın olan bir konuyu yazmak ustalık gerektiriyor ve onun için biraz beklemem gerekti. Türkiye’nin ruhunu anlatmaya çalışmak çok hırpalayıcı bir şey. Bu hırpalanmayı da bir yazı ustalığı ile halletmek lazım.

 

ORTADOĞU’DA KADIN

Sen Ortadoğu’da Tunus’ta, Lübnan’da ve Türkiye’de yaşadın. Türkiye’de kadın olmayı nasıl tanımlarsın?

Galiba en zor tarafı senden çok fazla şey beklenmesi. Çok fazla kimliğinin ve fonksiyonun olması beklenmesi. Türkiye’de kadın olunca, hele de gazetecilik yapınca, biraz daha kamusal ortamda olunca, siyaset denen şeyle de ilgili olunca kadın olman gerekiyor, abla olman gerekiyor, çok fonksiyonel olman gerekiyor. Bu sanırım yorucu bir şey. Bütün Ortadoğu için de geçerli bu. Ama en son yıllarda bu kadın olmakla ilgili beni hiç beklemediğim bir şekilde şaşırtan şey -bunu söyleyeceğimi hiç düşünmezdim- hakikaten kadınları sevmiyorlar. Kadınlara önce nefret etmek üzere yaklaşıyorlar, hem erkekler hem de kadınlar. Kadın sevilen bir şey değil Türkiye’de.

 

Kadınlardan nefret eden kadınlar, onların bakış açısına aykırı oldukları için mi nefret ediyorlar?

Hem öyle hem de kadınlar gene olarak kendilerini haksızlığa uğramış hissediyorlar. Herhangi bir şey yapan bir kadının o haksızlığa uğramadığını, onun daha şanslı olduğunu düşünüyorlar. Ama sanırım bu ezilen olmanın doğurduğu bir şey. “Biz haksızlığa uğramış bir cinsiz, eğer bizim aramızdan birisi bir şey yapıyorsa, başarılı oluyorsa demek ki onda bir hata vardır.” Haksızlığa uğramış herhangi bir toplulukta vardır zaten bu.

 

Az önce de bahsettin, bütün dünyada bir çaresizlik devri yaşanıyor ve umutsuzluk hâkim. “Korkuyla yaşamaya alışmak zorundayız” sözüne hepimiz haklı olarak tepki gösteriyoruz ama aslında hepimiz bununla başa çıkmak için kendimizce stratejiler geliştiriyoruz. Sence bu nasıl bir psikoloji?

Beyrut’ta bir şey görmüştüm, şimdi onu Türkiye’de de yaşıyoruz. Beyrut’ta balkondan görebileceğin bir mesafe bombalanırken başka bir mahallede insanlar, “Bizimle alakası yok, burada ölmüyor” diyorlar. Garip bir şekilde, bu terör eylemleri insanda herhalde bir koruma mekanizması “Bu bana olmuyor, uzakta her şey” gibi bir uzaklaştırma tepkisi yaratıyor. Giderek küçülen bir alana sıkışıyorsun bu yüzden. Biz alışmıyoruz, biz hissizleşiyoruz. Hissizleşmeye çalışıyoruz ve bu çok hastalıklı bir durum tabii ki. İnsanın psikolojik mekanizmaları var ve bu da biri. İnsan beyni de kendini kapatmaya başlıyor ve tabii kapatırken aynı anda duyarsızlaşmaya başlıyorsun. Korku seni yönetmeye başlıyor. Buna bir çare bulunabileceğini zannetmiyorum. Bütün Avrupa’da yaşayan entellektüeller, yazarlar ve çizerler bu konuları düşünüyor. Ben de düşünüyorum, terörle yaşama üzerine, nasıl bir çağ başladığı ve nasıl insanlar olacağımız üzerine. Bu yeni çağda sanat nerde olacak, edebiyat nerde olacak, gerek var mı bunlara bile diye düşünüyoruz. Henüz kimse bir çare bulabilmiş değil.

 

Söyleşilerinde Gezi’nin önemine dikkat çekiyorsun. Gezi’de birçok farklı düşünceden insan belki de ilk kez bir araya gelip direndiler. Apolitik olmakla suçlanan gençlik bu hareketin öncüsü oldu. Gezi için bu çaresizlik ve umutsuzluk devrinin kırılabileceğini gösteren bir hareket diyebilir miyiz?

Elbette. İnsanların politik birer özne olarak kendilerini ilk kez gördükleri bir zamandı. Yeni nesil için özellikle öyleydi. Bir şey yapabiliyorlar, bir araya gelebiliyorlar, bir karar alabiliyorlar ve bu kararlarını gerçekleştirebiliyorlar. Bu çok önemli bir şey. Çünkü o nesil senin de dediğin gibi apolitik olmakla, hafif cahil olmakla suçlanan bir nesildi. Ama son derece insani gerekçelerle ve son derece insani bir biçimde sokağa çıkıp, sokağı bir politik alan olarak kullanıp kendilerini özne kıldılar. O anlamda devrimci bir tarafı var, yani insanların, bir neslin düşünce biçimini değiştirdi. Diğer nesillerin o nesile bakışını da değiştirdi. Ama en önemlisi Türkiye’deki politik atmosferi değiştirdi. Yıllardır yazıp çizen insanların yapamadığı şeyleri birkaç günde genç insanlar sokakta yaptılar. Bu doğru, bu güzel, bu çirkin, bu güzel, bu haklı, bu haksız, bu iyi, bu kötü dediler ve bütün bu kavramları kendi yerlerine geri gönderdiler. Bu yüzden devrimci bir tarafı var tabii ki. Türkiye denilen imajın çok derinden sarsılması ile birlikte insanlar kafasındaki Türkiye imajını korumaya çıktılar. Türkiye’de hiç bir şey çok iyi değildi, bundan şikâyet ediyorduk, söyleniyorduk falan ve çok ağır çelişkileri olan bir ülkeydi ama sallan yuvarlan giden bir düzeni vardı. O düzeni derinden sarsan bir değişikliğe karşı “Tamam bir dakika, o kadar da değil yani” dediler. Gezi’de en önemli şey bu ülkedeki insanların birlikte yaşama iradesi vardır ve bu iradeye karşı olanlara karşı biz koruyoruz denmesiydi. Kutuplaştırılmayı kabul etmedi insanlar. Türkiye aslında en başından beri çok kutuplaşmış bir ülkedir, çok problemli, çok çatışmalı ama artık öyle bir noktaya geldi ki herkesin birbirini öldürmesi, sivil savaş çıkartacak düzeyde bir nefretten öfkeden bahsediyoruz.

 

İçtenlikle söylemek gerekirse okuduğum kitapların içinde en çok ‘Devir’i beğendim. Bunu sana söylediğim zaman “Bunu duymak beni çok mutlu ediyor” demiştin. Devir, benim kişisel hikâyemde yeri olan bir roman. Bu kitap devrimcilerin çocuklarının eksik parçalarını tamamlamasına yardımcı oluyor. Devir’in senin için önemi nedir?

Politik bir aileden geliyorum ve politik olmanın da bedelini ödemiş bir aileden geliyorum. Sanıyorum o küçüklükten itibaren insanda bir yer ediyor. Haksızlığa uğramış, yok sayılmış ya da yenilmiş olma duygusu. Aslında kendinin kişisel olarak yaşamadığın bir acıyı devralıyorsun. Sanıyorum o hikâyeyi devretmek istedim. Çocukluğumdan beri içinde olduğum, yaşadığım o sorumluluk duygusunu anlatmak istedim. Bu ülkede yaşayan ve acı çekmiş insanlara karşı sorumluluk duygumdan söz etmek istedim. Sağ-sol çatışmalarının içinde iyilik ve kötülük gibi çok temel kavramların olduğunu anlatmak istedim. Bu yüzden de çocukların gözünden anlattım. Ve aslında hakikaten uçmak isteyen kuğuların kanatlarının kırılmasıdır. Benim için çok özel, çünkü bu ülkeye, Türkiye’ye kendi kişisel sözümü söyledim. Bir yazarın kendi ülkesiyle ilgili sözünü söylemesi hem zor bir şey, hem de yapması gereken bir şey.

 

Ailen sana yaşadıklarını açıkça aktardı mı yoksa sen araştırarak mı öğrendin?

Biz küçükken hiç o siyasi eğitimden geçmedik. Sadece çok kitap ve şiir okuduk. Hikâyeler zaten bir sonraki nesile doğru dürüst aktarılmaz. İnsanlar bence “Bu ülkede bir problem var” demeye başladılar. Düşünerek, geriye giderek ilk nedeni bulmaya çalışıyorlar. Ben Anadolu’ya inanıyorum, yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti başka bir konu ama Anadolu denen yere inanıyorum. Orası çok görmüş, geçirmiş bir toprak ve zalim krallarla, işgallerle, savaşlarla denenmiş bir toprak. Her şeyin bir devirden ibaret olduğunu biliyor aslında.

 

HAFIZA VE HATIRLAMA

Yazdığın her şeyde toplumsal olaylara değiniyorsun. Bunu tarihle yüzleşmek için mi yapıyorsun? Hissettiğin sorumluluk duygusundan mı kaynaklanıyor bu konulara değinmek?

Sorumlulukla alakası yok, şununla alakası var; hatırlamak denen eylem benim için inanılmaz enteresan bir şey. Yazdığım birçok şey hafıza ve hatırlamak etrafında dönüyor. O konuyla, hafıza kavramıyla ilgileniyorum. Nasıl hatırlarız, nasıl unuturuz? Bir şeyi nasıl unutuyoruz, nasıl hatırlıyoruz ve hikâyeler nasıl eksik anlatılıyor ile ilgileniyorum. Esas varmak istediğim yer bütün hikâye.

 

Son olarak yeni çıkacak olan kitabından bahsedelim…

Kitap Almanya’da kasım ayında yayınlandı zaten. Şimdi Fransa’da ve İngiltere’de yayınlanacak. Kitabın ismi ‘Çılgın ve Hüzünlü’. Türkiye’nin hikâyesi, esasında yabancı birisine Türkiye’yi anlatmak için yazılmış son derece samimi ve rahat şekilde yazılmış bir kitap. İçinde büyük oranda kişisel bakış açım var. Türkiye’de birçok insanın okurken gülümseyeceği bir şey. Kitap “Burası Türkiye” diye başlıyor ve bu cümlenin ne demek olduğunu anlatıyor. ‘Türkiye’nin dağınık fotoğraf albümü’ diye uzun bir bölümü var kitabın, mesela Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a girişi tablosuyla, İstanbul’un fethinin kutlama törenlerindeki fotoğrafları yan yana koyup tarih Türkiye’de nedir ve tarih algısı Türkiye’de ne demektiri yazdım. Mesela Deniz Gezmiş’in yakalandığı andaki fotoğrafı var ve Gezi olaylarında Deniz Gezmiş’in AKM’de asılan devasa posterinin fotoğrafı var. 1950 senelerini anlatmak için Marshall Yardımı ile dağıtılan süt tozu içen çocukların fotoğraflarını koydum ama bu çocuklar 1960 döneminde solcu olan çocuklar. Son on senenin anlatıldığı uzun bir bölüm var. Kitap üç bölümden oluşuyor, ‘Dün’, ‘Bugün’ ve ‘Yarın’. Dün bölümünde bu fotoğraf albümü var, bugün bölümünde son on sene var, yarın bölümünde ise Türkiye’nin geleceğine ilişkin tahminlerim var.

 

Neden ‘Çılgın ve Hüzünlü’?

Turgut Uyar’ın “Doğudan batıya bir güz halinde çılgın ve hüzünlü” dizesinden. Bence Türkiye’yi anlatan bir dize.