“l’homme est condamné à être libre” (İnsan özgür olmaya mahkûm edilmiştir) Jean Paul Sartre
Erdal Beşikçioğlu, Ankara’da Tatbikat Sahnesi’ni kurduğunda yeni oyun olarak, Canan Kırımsoy’un dramaturgisini Jean Paul Sartre’ın ‘Morts Sans Sépulture’ adlı oyunundan yola çıkarak yaptığı Mezarsız Ölüler’i sahneye koymuştu. Başkentte uzun süre oynayan, olumlu eleştiriler, övgüler alan çalışma bu sezon Tatbikat’ın İstanbul Sahnesine de geldi.
Mezarsız Ölüler, varoluşçuluk felsefesinin kurucularından Sartre’ın az sahnelenmiş oyunlarından biri. Sebebi belki ‘tezli bir metin’ oluşunda, oyun kişilerinin, toplumsal değerleri irdelemeyi, varoluşlarının anlamını, Sartre felsefesinin sözcüsüymüş gibi tartışmalarında. 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden biri kabul edilen Sartre’ın, kısaca “insan önceden tanımlanmamış bir varlıktır; içinde bulunduğu koşullarda vereceği kararlar, yapacağı tercihler onun kim olacağını belirler” olarak özetleyebileceğimiz, bir zamanlar göklere çıkarılan varoluşçuluk felsefesi, kendisine verilmiş önemi artık epey yitirmiş durumda. Kendi kendinin yaratısı olan, kendini eylemleriyle gerçekleştirdiği ölçüde var olan, özgürlüğe lânetlenmiş olan insanın bu özgürlüğü nasıl kullanacağını, dört bölüm ve iki buçuk saatte anlatan 60 yıl önce yazılmış bir oyun günümüz insanını ne derecede etkileyebilir?
Mezarsız Ölüler, 1941’de işgal altındaki Fransa’da bağımsızlık mücadelesi veren direnişçilerle işbirlikçi Vichy hükümeti milislerinin arasında yaşananlara odaklanıyor.
Orijinal metin, saklayacak bilgileri olmadığı için anlamsızca işkence görecek olan beş direnişçinin hapsedildikleri tavan arasında sorgulanmayı bekleyişiyle başlıyor. Milislerin kimliğini bilmedikleri liderleri Jean’ın tutuklanarak aynı yere getirilmesi, susmalarını gerektiren sırrı var edecektir. Sır, ekibin kendi kendini yok etmesine önayak olacak, direnişçilerle cellatları arasında, birinin diğerini konuşturmak için her şeyi denediği ölümcül bir savaş başlayacaktır. Direnişçiler tarafında, müşterek amaç için birlikte savaşma içgüdüsü, ya da kişisel gurur, olayı ‘kazanmak’ için her yolun mubah olduğu, konuşmamak için intihar etmekten, konuşabilecek olan en gençlerinin öldürülmesine kadar giden yok edici bir çılgınlığa dönüştürür. Cellatlarıysa, kendi yakın ölümlerini de tartışırken, ne için olduğuna inanmaksızın, işkence yapacaklardır. Ekipler arasındaki fark yok olmaya başlayacak, iki taraf da, insan olmak ile insanlıktan çıkmak arasında bocalayacaktır…
Sartre’ın 80 dakikalık tek bir bölüme indirgedikleri metnine, Beşikçioğlu – Kırımsoy ikilisi, farklı bir açıdan yaklaşmışlar. Mezarsız Ölüler’i sahneleme nedenlerini “Seyirciyi yaralamak, seyircinin kendine itiraf etme duygusunu ortaya çıkarmak gerekiyor. Biz seyirci bu oyunu izlediğinde yaralansın istedik.” olarak açıklayan Beşikçioğlu, sahnede gördüğümüz ya da seslerini duyduğumuz işkenceye, işkencenin insan üzerindeki etkilerine odaklanmış.
Oyunun çatı arası yerine, damlayan su sesinin zindanı çağrıştırdığı morga taşınması, karakterlerin henüz ölmemiş olsalar bile, morg çekmecelerinden çıkarak oyuna katılması parlak bir buluş. Sahneleme gerçekten sert ama, amaç zaten seyirciyi oyunun içine alarak rahatsız etmek.
Direnişçiler Ayça Eren (François), Adem Aydil (Sorbier), Ali Yoğurtçuoğlu (Canoris), Elvin Beşikçioğlu (Lucie), Aytek Şayan (Henri), Erdal Beşikçioğlu (Jean) ile milisler Berkan Şal (Clochet) ve Burak Küçükosman’dan (Landrieu), oluşan geniş kadronun toplu oyunculuğu, çok alçak sesle söylenen bazı replikleri izleyici duyamasa da başarılı. Lucie, Elvin Beşikçioğlu ile yeniyetme François’yı canlandıran Ayça Eren, bayağı iyiler.
Çok parlak ve etkileyici, tokat gibi bir prodüksiyon ama, yorum hakkında iki arada bir derede kaldığımı söylemeliyim. Özgün metindeki kimi sahneler ve karakterler çıkarıldığından, oyun sadece işkence gören, tutsak direnişçiler açısından izleniyor. Otopsi uzmanı bir kasapla tek bir sorgulayıcıya indirgenmiş milislere, Sartre, özgün metninde direnişçiler kadar yer açarak insanlarla toplumların çelişkilerini, tez ile antitezin neredeyse aynı sonuca ulaşmasını varoluşçu açıdan irdeliyordu. Klasik bir metni ruhuna sadık kalarak, kimi zaman değiştirerek, kimi zaman ters yüz ederek okumanın yararına inanan, üstelik büyük edebiyatçı olarak gördüğüm Sartre’ın feylesof tarafına uzak kalmış biri olarak, Beşikçioğlu’nun bakış açısını ilginç buldum ama yazarın asıl amacının göz ardı edilişi bana oyunun özüne ihanet gibi gelmedi değil. Karar sizin. Karar vermek için bile izlenmeye değer.
Hakan Emre Ünal’ı yeniden keşfetmek
Ekip’in iki kapılı ev’inin prömiyerinde, takıma ilk kez katılan Hakan Emre Ünal’ın, topluluğun kusursuz uyumuna müthiş bir rahatlıkla ayak uydurması benim gibi pek çok izleyiciyi şaşırtmıştı. Kısa süre önce izleyebildiğim Avrupa’da, o başarısının tesadüf olmadığını, genç adamın çok yetenekli olduğunu bir kez daha fark ettim. Yine de, geçtiğimiz sezondan beri İstanbul’un iki yakasında sergilemekte olduğu Seyyar Sahne yapımı tek kişilik Trom’daki olağanüstü performansına hazırlıksız yakalandığımı itiraf etmeliyim. Trom’un çıkış noktası, Fransız yazar, ressam, şair, yönetmen, tasarımcı, şarkıcı, aktör ve film yapımcısı Roland Topor’un (1938-1997) ‘L’Hiver sous la table / Masanın Altındaki Kış’ adlı oyunu.
Sürrealizmin önde gelen isimlerinden, 1962’de Alejandro Jodorowsky ve Fernando Arrabal ile birlikte Panik Akım’ın kurucularından olan Topor’un anlatımı acımasızlıkla absürdün iç içe geçtiği, vurucu bir kara mizah içerir.
Çevirmenlik yapan genç bir kadının, Florence Michalon’un çalışma masasının altını kaçak Orta Avrupalı göçmen kunduracı Dragomir’e kiralamasıyla başlayan Masanın Altındaki Kış, bir yandan göçmen sorununu ve globalleşmenin yarattıklarını acımasızca eleştirirken, bir yandan da Florence’ın sık sık Dragomir’e karşılığını sorduğu sözcüklerden ‘trom’ gibi, iki kişi arasında kurulan, elle tutulamayan, tanımlanamayan sımsıcak ilişkiyi ele alır.
L’Hiver sous la table’ı, Fransa’ya göç ettikten sonra ailesini geçindirmek için deri işçiliği yapan Polonyalı Yahudi babasının anısına yazan, çocukken savaş yıllarında ailece Savoie bölgesinde gizlendiklerinde kendi de göçmenliği tatmış olan Topor, oyunu için “göçmenler insanlık düzeyinin altında muamele gördüklerine göre, masanın altında yaşamaları da anormal görülmemelidir” der.
Tiyatronun öncelikle bir öykü anlatma sanatı olduğunu ve en önemli öğesinin oyuncu olduğunu düşünen Seyyar Sahne’ciler, boş bir sahnede tek bir oyuncu ve minimum aksesuarla müthiş heyecan verici işler yapıyorlar.
Küçük çapta kült bir tiyatro olayına dönüşen Tehlikeli Oyunlar’ın Erdem Şenocak ve iki salıncağından sonra bu kez karşımızda, Hakan Emre Ünal’ın bavulu, yırtık ceketi ve bonzaisiyle, kendi kişiliğiyle canlandırdığı karakterler arasındaki incecik çizgide kurguladığı son derece özgün bir çalışma var.
Senem Donatan’ın metin düzenlemesiyle yönetmenliği yüklendiği Ünal’ın yazıp oynadığı, Trom, Topor’un oyununun bir uyarlaması değil; yedi yıllık oyunculuk eğitimi ve deneyimi olan genç bir oyuncunun, yıllardır yönetmek ve oynamak istediği bu oyunla ilgili düşüncelerini ve duygularını, kişisel yaşamıyla harmanlayarak anlattığı, gerçekle kurgunun iç içe geçtiği bir oyun. Oyuncu, kendisi olarak geldiği sahnede izleyicilerle anında samimi bir iletişim kurarak, tanıştığından beri metinle yıllar boyu ilişkisini, birazdan anlatacağı öykünün ne kadarının Topor’a ne kadarının kendisine ait olduğunu artık kendisini bile bilmediğini anlatmaya başlar. O kadar doğal, o kadar sevimli ki, hâlâ oyuna girmediğine dikkat çektiğinde, izleyici, “ne gam” diyerek, monolog olsa da, kendini keyifli bir sohbetin muhatabı gibi hissediyor. Emre, öyküyü anlatırken ve karakterleri canlandırırken metni ara ara bölerek kişisel deneyimlerini araya katarak sohbeti koyulaştırıyor. Bu arada sadece Florence ve Dragomir’i değil, Dragomir’in arkadaşı Gritzka, Florence’ın arkadaşı Raymonde ve editörü Marc gibi ikincil karakterleri de müthiş kontrollü bir ses, mimik ve beden diliyle, canlandırıyor.
Özellikle ‘groukiniak’lı çeviriler ve düğme arama sahnesi gibi çoklu karakterli bölümler çok başarılı.
Emre’yi kullanıyorum çünkü Hakan Emre Ünal ikinci yarının başında bir süre kendisinden, iki karşıt isimli adının onda yarattığı kafa karışıklığından söz ediyordu. Oyun sonrasında, arada bir Hakan’laşsa da sevgiyi çağrıştıran Emre’yi tercih ettiğini söyledi. Trom’un nasıl ortaya çıktığını sorduğumdaysa, mezuniyet hazırlığındayken, tiyatroda anlatıcılık dersi sırasında öyküyü anlatmaya başladığını, oluşum sürecinin eğitmeninin kendisini de katma önerisiyle başladığını anlattı.
Geçen yılki süresi 85 dakika olan Trom’un izlediğimiz yorumu arayla birlikte iki saati buluyordu ve hiç sarkmadan su gibi akması bir yana, metinde çıkarılabilecek bir tek sözcük bile yoktu.
Gerçek ile kurmaca arasındaki incecik çizgide gezinen bu çok parlak performans, “gerçekten Emre mi olduğu, yoksa Emre’yi canlandıran oyuncu mu olduğu”, tiyatronun gerçeği bire bir mi anlattığı, yoksa ‘mış gibi’ mi yaptığı sorusunun, yani aslında tiyatronun ne olduğunun cevabı.
Bu açıdan, fiziksel tiyatro ile hikâye anlatıcılığını bir araya getiren bu incelikli, derinlikli ve ayrıntılı gösteri, yüzümüze yerleşen keyifli bir gülümsemeyle izleyeceğimiz bir seyirliğin ötesinde, tiyatronun özüne inmeye, oyunculuğun ne olduğuna ışık tutmaya çalışan çok ciddi bir çalışma. Dragomir/Emre’nin elinde bavul yolculuğu sanırım Tehlikeli Oyunlar gibi yıllarca sürecek. Yine de ilk fırsatta izleyin derim. 16 Nisan’da Sahne Pulcherie’de.