Ortadoğu denilince günümüzde hâlâ tartışılan konulardan biridir herkesin kendi sınırları içinde yaşaması… Zamanında toprak üzerinden yapılacak bir uzlaşı – ya da belki pazarlık demek daha doğru olur – olarak ortaya çıkan fikir günümüzde ‘İki Devletli Çözüm’ adı altında varlığını koruyor.
Böylesi bir önerinin toplumları gerçek bir çözüme götürüp götüremeyeceğinin, eş deyişle on yıllardır var olan soruna çare olup olamayacağının önünde yatan en önemli etken ise nüfus yapılanması gibi duruyor. Bugün olduğu gibi o günlerde de Yahudi toplumunun kanaat önderleri, karar vericileri arasında demografik bir ‘transfer’ hakkında olumlu görüş belirtenler olmuştu. Hatta daha önceleri, 1895’te yayınladığı bir makalesinde Herzl, “Topraklarımızda yaşayan diğer toplumların sınırın ötesine gitmelerini teşvik ederken, gittikleri ülkelerde kendilerine iş sağlamalarına çaba göstereceğiz. Bunu yaparken topraklarımızda çalışmalarına izin vermemiz söz konusu olmayacaktır” diye yazar…
Bu tarihten sonraki 25 yıl konu gündeme gelmez. İngilizlerin Filistin topraklarını kontrolleri altına almaları ile birlikte, toplumların yerleştirilmesi yeniden tartışılmaya başlanır. Örneğin dönemin önemli gençlik hareketlerinden Hashomer HaTzair’in lideri Yosef Sprinzak’a göre “Filistin hiçbir indirime ve kısıtlamaya tabi olmadan devralınmalıdır. Burada kaç Arap’ın yaşadığı bellidir. Onlara alacakları ödenmelidir. Bu topraklarda kalıp kendisine verileni çalıştırmayı kabul edenlere kolaylıklar tanınmalı, bunu kabul etmeyenlere ise hakkı verilip, geleceğini başka bir ülkede araması önerilmelidir.”
Yazar Israel Zangwill de benzer söylemleri ile öne çıkar. Ona göre Arapları göçe ikna etmek gereklidir. Nihayetinde, Arapların yaşayabilecekleri tüm bir Arap âlemi varken, Yahudiler için olası tek toprak parçası Filistin’dir. Bu anlamda soruna iki çözüm vardır. Azınlıkta olan Yahudilerin Arapları yönetmesi bunların biridir. Ancak bu demokratik teamüllere sığmaz. Diğer çözüm ise, Arap görüşünü temsil eder. Yahudilerin Arap idaresi altında yaşamaları… Bu da arzu edilen bir durum değildir. Dolayısı ile gerçek çözüm, Arapların bu topraklardan gitmeye ikna edilmeleridir. Gerçi Zangwill bir milliyetçi değildir. Yahudilerin dünyanın herhangi bir noktasına yerleşebileceklerini ve arzu ettikleri her yerde kendilerine bir devlet oluşturabileceklerini iddia etmektedir. Ancak, konu Filistin olunca, dile getirdikleri o denli içtendir ki, o denli kaygısızdır ki, Yahudi liderlerin – dünya kamuoyunu karşılarına alma endişesi içinde – söyleyemediklerini, dosdoğru bir şekilde ifade etmiştir.
Her durumda, transfer konusu hep gündemde kalmış ancak muhtemelen etik olmadığı endişesi ile gerçekleştirilmemiştir. Gerçi, Yahudi Ajansı’nın topraklarını satın aldığı Arapların, anlaşma yolu ile Kral Abdullah’ın ülkesi Ürdün’e gittikleri doğrudur. Bu bireysel seviyede kalan ve resmiyete dökülmeyen, dolayısı ile geneli ifade etmeyen bir konudur. Nihayetinde, göç konusunun, bir Yahudi Devletine ulaşılması sürecinde, öyle ya da böyle gündeme gelecek bir karakteri olduğu muhakkaktır. Arapların, Filistin’in hiçbir köşesinde Yahudi çoğunluğun yaşayacağı bir toprak parçasını vermek istemiyor olmaları, Yahudi göçü paralelinde tavan yapan Arap terörü, zaten göç ve benzeri talepleri Peel Komisyonu’nun önüne koyar. Araplara göre, konu en baştaki noktasında durmaktadır. Müftü’nün yardımcılarından Cemal El Hüseyin’in dediği gibi, “Arapların Yahudilerden kurtulmak gibi bir talepleri yoktur, ancak Yahudiler buralarda kendilerini rahat hissetmiyorlarsa çekip gidebilirler. Filistin’deki 400 bin Yahudi için gerekli ulusal yuva başka yerlerde aranmalıdır. Neticede, Yahudiler Filistin’i cehenneme çevirmişlerdir…”
Bir de madalyonun öteki yüzü vardır: Arapların bu söylem paralelinde ortaya koydukları görüş iki toplumlu bir Filistin Devletinin kurulması konusunda iyimser olan Yahudilerin umutlarını tamamen söndürür. Seneler önce Arthur Rupin’in başını çektiği Orta Avrupa kökenli Yahudilerin oluşturduğu ‘Brit Şalom – Barış Anlaşması’ bu konuda çalışmalar yapan bir topluluktur. Çoğu üniversite mezunu olan ve Kudüs’te yaşayan bu kişilere Martin Buber ile Zalman Schocken Berlin’den, Herbert Samuel ise Londra’dan destek verirler. Kudüs İbrani Üniversitesi Başkanı Yuda Leib Magnes de bu hareketin destekleyicilerinden olmuştu.
1930’larda Brit Şalom, Arap ve Yahudi toplumlarını bir araya getirecek bir dizi öneri geliştirir. Yetiştirilen narenciyenin ortak pazarlanması, yangına karşı mücadele kampanyaları, ülkede toprak kiralama sisteminin yeniden yapılandırılması çalışmaları, filmlerin denetlenmesi, ortak işçi sendikalarının kurulması, eğitim ve siyasi partilerin oluşturulması gibi birçok konu, belli ki, olası bir plandan ziyade bir özlemi dile getiriyordu.
Brit Şalom Yahudi toplumunun liderleri ile de temas halindeydi, ancak şu gerçektir ki, milliyetçi oluşum onları ilkesel olarak reddetmekteydi. Böylesi olabilirliği düşük önerilerin tartışılıyor olması, “Yahudilerin kendi aralarında, bir devlet oluşması konusunda, henüz bir anlaşmaya varamadıklarını göstermekteydi” ki bu kabul edilebilir olmaktan uzaktı. Arap isyanına kadar gelişecek süreçte ulusal düşünce, Brit Şalom’un önerdiği çift uluslu devlet alternatifi ile yüzleşecek ve zaman zaman zor durumda bile kalacaktı.
Esasen Yahudi liderleri, kendilerinden oluşturdukları moral bir kodla hareket etmiyorlardı. Üzerinde durdukları ilkeler batı liberalizmi çerçevesinde anlam buluyordu. Adaletten söz ettiklerinde insani ve sivil hakları ifade ediyorlardı. Bu da Avrupa ve Amerika’da I.Dünya Savaşından sonra gelişen demokratik anlayışla örtüşüyordu ki, bunun bir parçası da, toplumların kendi geleceklerini belirleme hakkıdır. Bu durum, Yahudi liderlerinin çoğunu rahatsız eden bir konuydu. Onlar hem kuvvetli ve muzaffer olmak istiyorlardı, hem de yüreklerinin derinliğinde adil ve iyi… İşte bu ikilem, milliyetçi liderleri her tür fikrin tartışılması gerektiği noktasına getiriyordu. Bu çerçevede Ben Gurion başta olmak üzere, Yahudi liderlerin Brit Şalom ile konuştukları ve tartışma zemini içinde görüş alışverişinde bulundukları bilinir. Görüşmelerde siyasi yöneticiler moral değerlerden, Brit Şalomcular ise siyasi durumdan çokça söz ederler: Gerçekten de, birinci grup moral olarak kabul edilmenin, ikinci grup ise siyaseten tanınmış olmanın peşindedir. Fakat görüşmelerin bir sonuca vardığını söylemek mümkün değildir.
Bunda Arap tarafının Brit Şalom’un açılımına karşı duyarsız kalmasının önemli rolü vardır. Yahudi toplumunun geneli gibi, onlar da zafere kilitlenmiş, ulusal ihtirasları doğrultusunda yelken açmışlardır. El Sakakini’ye göre Yahudi ile Araplar arasındaki problem “ya bu ülke bizim kalacak ya da bizden zorla alınacak…” noktasında çözülebilecektir. El Sakakini gibi aydın ve ileri görüşü Arapların bile, Brit Şalom’a uzak kalmaları, temelde kimsenin Yahudilerin iyi niyetine gereksinimi olmadığını gösterir. İşte bu sıralarda, Nazilerin Almanya’da iktidara gelmeleri ile başlayan süreçte varılan nokta, Filistin’deki Yahudiler ile Arapların arasını, fazlaca görüşmeye mahal vermeyecek şekilde, giderek açar.
“Hitler dünyanın gözlerini açmıştır” diye yazar El Sakakini. “O iktidara gelmeden önce herkes Yahudilerden korkuyordu. Onların çok güçlü olduğunu sanıyordu. Oysa Hitler Yahudi silahının boş olduğunu gösterdi dünyaya. Almanlar Yahudilerin karşısında ilk dimdik duranlar oldular ve onlardan zerre kadar korkmadılar. Gerçekten de dünyayı kandıran iki ulus vardır: İngilizler ile Yahudiler. Hitler iktidara geldi ve Yahudileri yerlerine oturttu… Mussolini Etiyopya’yı işgal etti ve İngilizleri yerlerine oturttu.” Südet bölgesi halkının Almanya’ya katılma konusunda olumlu görüş bildirdiği gün, Kudüs’te yapılan belediye seçimlerini El Hüseyin’in kazanmasını coşkuyla kutladı El Sakakini… İki zaferi bir algılamıştı!
Araplar bu iklimde Peel Planını reddederler. Ne taksim, ne transfer, ne yaşamı beraber paylaşmak geleceklerini ifade edemezdi. Bundan sonra Arap isyanı yeni bir dönemece girecek, ilk kez İngiliz yetkililer terörün hedefi olacaklardı. Çok sonraları, Ben Gurion anılarında şöyle yazacaktır: “Peel Planı işlese ve öngörüldüğü gibi topraklar iki toplum arasında taksim edilebilseydi, Yahudi tarihi değişik şekilde yazılabilirdi. Altı milyon Avrupa Yahudi’si ölmez çoğu İsrail’de güvende olabilirdi…” Tarihçiler bunun romantik bir yaklaşım olduğunu söylerler. Filistin topraklarının o dönemde milyonlarca kişiyi alabilmesi olası değildi. Ben Gurion’a bu tespiti yaptıran olsa olsa yaşadığı çaresizlik duygusuydu…
Kasım 1938’de, Avrupa Yahudileri Kritallnacht ile sonun başlangıç dönemecine girerken, İngiliz hükümeti Peel Komisyonu’nun önerisini geçersiz kılan bir bildiri yayınlar.
Buna göre, Majesteleri Hükümeti Peel Planı üzerindeki detaylı çalışmalardan sonra, önerilerin siyasi, finansal ve sosyal açıdan uygulanamaz olduğu sonucuna varmıştır. Filistin toprakları üzerinde bir Arap bir de Yahudi devletinin kurulmasının getireceği sorunlar sağlayacağı faydadan fazladır. Dolayısı ile Majesteleri Hükümeti Filistin’i yönetme sorumluluğunu ifa etmeye devam edecektir. Bu aşamada, hükümet, Peel Komisyonu’nun tespit ettiği sorunları çözmede değişik alternatifler bulmak için detaylı çalışmalar başlatacaktır. Majesteleri Hükümeti bu alternatiflerin bulunmasının mümkün olduğuna inanmaktadır. Doğal olarak Filistin’deki sorunların çözümü noktasında Arap ve Yahudilerin birbirlerini iyi anlamaları gereği önem kazanmaktadır. Majesteleri Hükümeti toplumlar arasında bu gibi bir anlayış zemini oluşturulması için gayret göstereceğinin altını çizer. Bu aşamada bir yanda Filistinli ve komşu ülkelerdeki Arapları, öte yanda Yahudi Ajansını, Londra’da, birçok başlık arasında, Filistin’e göçün de tartışılacağı bir konferansa davet eder… Ancak Majesteleri Hükümeti Arap heyeti içinde yer alacak ve şiddetle bağlantılı olan temsilcilerin katılımını ret etme hakkını saklı tutar. Majesteleri Hükümeti Londra’da gerçekleştirilecek bu toplantının sonuçlarını sorunun çözümü aşamasında, önemli bir dönüm noktası olacağını ummakta, çözüm kararının olabildiğince erken bir tarihte alınmasını arzu etmektedir. Dolayısı ile Londra görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması veya sonuca ulaşılmasının gecikmesi durumunda sorun Peel Komisyonu’nun çalışmalarının ışığı altında, ele alınacak ve Filistin toprakları ile ilgili uygulanacak politika Hükümet tarafından ilan edilecektir. Bu politikayı oluştururken Majesteleri Hükümeti Manda idaresinin uluslararası karakterini göz önünde bulunduracaktır.”
Altın bir fırsat mı kaçmıştı bilinmez! Esas itibarı ile gözlenen Arapların “ne öyle ne de böyle olsun” yaklaşımları mıdır o günlerden bugünlere bölgeyi ateş çemberine çeviren? Yoksa Yahudilerin Araplara güven telkin etmemeleri mi, gizli bir gündemleri olduğu kanısını uyandırmaları mı? Üzerinde konuşulan ve bir türlü anlaşmaya varılamayan konuların, o günlerden bugünlere benzerlik göstermesi ve defalarca sonuçsuz kalması, aslında komşu yaşamaya mecbur iki toplumun gelecekten beklentilerinin çok farklı olmasından dolayıdır.