Ödüllü sinemacı, senarist, yönetmen, yazar Ümit Ünal, bu kez resimleriyle bizlerle.
Siz onu ödüllü sinemacı, senarist, yönetmen, yazar olarak tanıyorsunuz. Hatta “Ben aslında ressam olmalıymışım” dediğini biliyorsunuz belki, ama resim çalışmalarını hiç görmediniz. Şimdiye kadar görmediniz. Ayakları yere basan, sakin; başarılı, bir o kadar da kadar mütevazı, hani hayata mizah penceresinden bakan, içi dışı bir komple bir sanatçı o.
Ümit Ünal ‘Mahlukat Bahçesi’’ sergisinin açılışında heyecanlı ancak evinin oturma odasında, en yakınları ile muhabbet eder gibi rahat hali ile içimizi ısıttı. İlk defa tanışıyordum Ümit Ünal ile; oysa sanki kırk yıllık dosttuk.
Dalİa MAYA
İ
stanbul Concept’in yapımcılığını üstlendiği, küratörlüğünü Zeki Coşkun’un yaptığı Mahlukat Bahçesi sergisinde Ünal, her birimizin içinde var olan, kimi zaman farkında bile olmadığımız; en derinlere bastırdığımız, reddettiğimiz; kimi zaman bir şükür nefesle kabullendiğimiz bin bir hayvansal, mahluksal yanımızın bir ayna misali yüzümüze tutarak hicvetmekte. Bazan keyifli, neşeli bir ruh hali, bazan bireysel ve toplumsal yaşanmışlıkları, yüzleşmekte zorlandığımız korkuları, hatta dehşeti; yüreğinden çıkan her duyguyu doğrudan yüreğimize akıtan bir resim/karikatür hikayesi Mahlukat Bahçesi.
Son bir buçuk yılın bir ‘resim günlüğü’. Bireysel olduğu kadar toplumsal. İnsan bedeni çizimlerinin üzerine yerleştirilmiş hayvan kafaları, bitkiler, şeyler... Ve alt yazı görünümlü hikâyeler: aforizmalar. Gündelik yaşamdan, sokaklardan alınma, o kadar gerçek ve bir o kadar da gerçek dışı. Gerçek ile gerçek dışının birlikteliği ile çarpıyor insanı. Sakınmıyor sözünü. Tek bir çekiç darbesiyle söylüyor diyeceğini. O denli güçlü! Son derece ciddi, bir o kadar da hercai. Bir çocuk gibi... Oyun oynuyor yaşamla, toplumla, yaşananlarla... Oyun oynuyor, eğleniyor, kahkahalar atıyor, dehşete düşüyor, sırasında çığlık çığlık bağırıyor! Ama ne yapıyorsa ciddiyeti ile, yaptığı işle bütünleşerek yapıyor.
İnsanın içinde toplumsal öğretiler sonucu sakladığı gerçek özündeki iyi ya da kötü nitelediği ne varsa çekinmeden açığa çıkardığınız, beyaz boşluğun, siyah var yok çizgilerin, capcanlı renklerle bütünleştiği, sessiz olanın sese büründüğü bu serginize ve içten samimi duruşunuza hayran kaldım.
İçindeki meşrebini mi dışarı çıkarıyor herkes bu sergide? Mahlukatlar mı çıkıyor ortaya?
Olabilir. Ya da çıkamadığı için korkuyorlar. Ya çıkarsa diye korkuyorlar. (kahkahalar) O da olabilir.
Orası önemli bir nokta değil mi asında? Kabuklar, duvarlar koyuyoruz, kendimizi korumak için mi?
Dışarıya çıkacak şeylerden de korkuyor olabilir, dışarıdan gelecek zarardan da korkuyor olabilir insan. İnsan kendi zayıflığı anlaşılmasın diye çevresine zırh örüyor.
O zaman daha zayıf olunmuyor mu?
O fark edilirse evet de… (gülüşmeler) Çoğunluk fark edilmiyor. Türkiye’de en çok işleyen şey o bence, büyük bir ciddiyet duvarı. Herkes çok ciddi, çok dramatik. ‘Işık Gölge Oyunları’ kitabımda da yazdım. Çocukken bir belgesel seyrediyorum. Bir kuş cinsi var, saz taklidi yapıyor. Bataklıkta. Çok ince zayıf bir kuş. Korunmasız da normalde. Tek korunma yolu ‘bööyle gagasını dikiyor’, saz taklidi yapıyor (bunu anlatırken kendi de kafasını dikiyor), sazların arasında saklanıyor. Bunun bir tanesini yakalamışlar. Getirmişler stüdyoya koymuşlar, masanın ortasına ışıklar, herkes çevresinde, bakıyor inceliyor. Bu da yazık hâlâ saz taklidi yapıyor. Büyük bir ciddiyetle. Kafayı dikmiş (gülüşmeler) o kadar ışığın, kameranın ortasında!
Böyle çok ciddi olan insanlar ve böyle çevrelerine zırh geren insanlar, bu kuş gibi bence . Aslında her şeyimizle ortadayız değil mi? Bütün zayıflıklarımızla… Herkes her şeyimizin ne olduğunu biliyor
Kendimiz hariç belki de...
Kendimiz hariç. Bir de işte ona rağmen söylememek ve böyle gizlemeye çalışmak. Bizde en çok işleyen şey o. Ama ben büyük ölçüde ilk işlerimden beri çok kişisel işler yaptım. Teyzemden beri insanlara hep çok açık olarak her şeyimi anlattım.
Eserlerin arasında içine kapanık biri vardı. “Bana asosyal diyorlar, ama asosyal değilim” diyor.
Kirpi. Öyle insanlar var. Aslında kirpi ama “hiç asosyal değilim” diyor. (gülüşmeler)
Geçtiğimiz hafta, 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. Çocuk dediğimiz kirpiliklerini, kurtluklarını, tilkiliklerini, her bir özelliğini yaşıyor. O bir özgürlük belki. Yaş ilerledikçe biz yaratıcılığı, mizahı kaybediyoruz ve bütün o bize has özellikleri de saklıyoruz.
Çocuklar deli gibi bir şey aslında. Cıva gibi, elle tutulamaz bir şey. ‘Aslında her çocuk dâhidir, dâhi bir sanatçıdır, sadece büyüdüğünde unutur onu’ diye meşhur birisinin lafı vardı. İnsan küçükken çok daha deli, çok daha özgün şeyler düşünürken sonra ister istemez belli kalıplara göre düşünmeyi öğreniyor ve hoşa gitmeye çalışıyor. Aslında insanı en çok kısıtlayan şeylerden bir tanesi o sanatta: Hoşa gitmek. Başka insanları memnun edecek şeyler yapmaya çalışmak. Halbuki, bir yandan da en özgün şeyler, hiç başkasını düşünmeden yaptığın şeyler. Piyasanın kurallarını düşünmeden, satar mı satmaz mı, sakıncalı mı değil mi gibi şeyleri düşünmeden yaptığın şeyler aslında, sanatta en ilginç şeyler oluyor. Çünkü sanatın öyle bir algısı var. Yemekte böyle olmaz. Yemek yaparken bir insan onları kimin yiyeceğini düşünmek zorunda. (gülüşmeler - bir sinemacı olarak gözünün önünden nasıl bir sahne geçiyor acaba?) Sanatta öyle yaptığınız zaman olmuyor. Ticari iş tam da seyircisi düşünülerek yapılmış işler. Hollywood ona göre çalışıyor. Araştırmalar, sosyolojik veriler vs hepsi göz önünde bulundurularak yapılıyor. Bunu şuna satabiliriz, şu kadara satabiliriz. Ama onların içinde bile en tutması beklenen iş bazan yatabiliyor ve bazan hiç hesaplanmamış özgün bir iş kenardan sıyrılıp ticari olabiliyor. Ticari dünyanın haricinde ‘gerçek’ sanat diyeyim, orada gerçekten özgünlük ve kendi sesini bulmak şart. Her alanda sinemada, edebiyatta, resimde… Başkasının hoşuna gitmeye çalışmadan bir şey yapabilmek şart.
Sizi sinemacı ve yazar biliyorduk. Ama resim aslında en başında varmış da biz pek bilmiyorduk.
Aslında çocukluğumdan beri hep bir şeyler çiziyorum. Hatta her yerde söylüyorum ressam olmak istiyordum küçükken, sinema biraz tesadüfen çıktı.
Başarılar da öyle geliyor. Farkında olmadığınız başka bir mahluk belki içeriden çıkan?
Ve aslında belki de hikâye anlatma tarafım daha ağır basıyor. Resimlere, baktığınızda tam bir ressam gibi düşünmekten çok, aslında her birinin bir hikâyesi var. Eserler de sanki o hikâyeyi görselleştiren işler.
Altında da dip notu var o hikâyenin.
Bazısı sessiz, konuşmuyor. Ama çoğu konuşuyor. Ve bundan sonra bir seriye daha başladım. O biraz daha resimsel ve daha büyük boyutlu. Umarım seneye bir sergi daha açarız. Dev manzaralarda küçük, kaybolmuş insanlar.
Mahlukat Bahçesi filmi de yaparsınız. Besliyor mu bir birini?
Bence her sanatçı aslında kendi dalına göre yaşıyor. Sürekli kafasında not alarak. Ressam buraya girdiğinde buranın ışığına dikkat eder, şuranın yeşili, o siyah çizgiler. Sinemacı benzer şekilde burada kamerayı nereye koyayım diye bakar. Kafasında hemen notlar almaya başlıyor. Veya edebiyatçı aklına gelen cümleleri, şair mısraları not alıyor kafasına. Sonra bir yer geliyor ve oradaki şeyler birleşiyor.
Kusuyor bir şekilde…
Bu eserlerin altına yazdığımız notlar hep yollarda duyulmuş, kulağıma çalınmış sözler. Ya da twitter da birisi bir şey yazıyor, onu görüp etkileniyorsun. Aslında altındaki bütün notlar onların ağzından yazılmış laflar. Her biri bir karakter gibi. Biraz da o ‘sinemacı notları’.
Şu anki toplumumuza dair tek bir şey çizecek olsanız ne olurdu?
Herhalde her bir parçası diğer parçalarla boğuşan bir şey çizerdim. (gülmeler – bu sefer ciddiyeti biraz dağıtmak için bu gülmeler) Ben 51 yaşındayım. 12 Eylül öncesi -çocuktum gerçi, çok algılayamıyordum- ama galiba bir tek o zaman böyle bir kutuplaşma vardı. Herkeste birbirinden acayip bir nefret ve güvensizlik ortamı vardı. Bir de galiba şimdi var. Korkunç bir kutuplaşma var. Toplumun bütün uçları birbirinden giderek ve çok nefret ederek ayrışıyor ve birbirini aynı zamanda yok etmek istiyor. Öyle bir toplumda yaşar hale geldik. Herhalde öyle bir şey çizerdim.
Umut var mı?
λ Var. Sonuçta bu tür bir iç gerginlikle bir toplum uzun süre yaşamaz. Bir şekilde kendi yolunu bulacak ve bütün bu kutuplaşmayı bir şekilde çözecek. Başka yolu yok. Bu böyle yukarıdan emirle veya eğitimle olacak bir şey değil. Toplumun kendi kendine farkına varıp geliştireceği bir şey. Ama dediğim gibi zaman alacak. Birkaç on yıl.
GERGEDAN
Gergedan, gergedana dönüştüğünü sonradan fak etmiş, karısı demiş ya “alnında bir şey çıkıyor”. Sonra farkına varınca çok geç oldu diyor. Gergedana dönüşmüş. Bu seride ilk çizdiğim oydu. İonesco’nun bir oyunu var: Gergedan. Giderek gergedanlaşan bir toplumu anlatıyor.
Şimdiki son durum ne kadar acıklı! İnsanlar buradan geçip Avrupa’ya sığınmaya gidiyorlar. Avrupa bir de diyor ki “bunları geri alın, onun yerine size üç milyar euro.” Ne kadar korkunç bir şey! Ne kadar aşağılayıcı! Hem o insanlar için hem bizim için! Avrupa’nın gardiyanı! Açık hava hapishanesi! (Yeni serginin ipuçları, demedi demeyin )