İlk günlerinde, 69. Cannes Film Festivali’nin son yılların en zengin seçkisine sahip olduğu kanıtlandı
Zengin programı ile son yılların en parlak festivali olacağı belli olan 69. festivalin ilk beş günde izlediğim bazı filmlerin ödül listesinde yer alacaklarına inanıyorum. Genç Alman kadın yönetmen Maren Ade’nin ‘Toni Erdman’ı, İngiliz usta Ken Loach’un ‘Ben, Daniel Blake’i, Rumen Cristi Puiu’nun ‘Sierarevada’sı, Güney Koreli Park Chan-Wook’un ‘Agassi’si, özgün konuları, mükemmel mizansenleri ve kaliteli oyunculukları ile çok alkışlandı. Gösterilen üç Fransız filmi, festivalin ev sahibini kayırdığı dedikodularını boşa çıkardı. Festivale parlak bir açılış yaptıran ‘Cafe Society’ ile Woody Allen, sinemada Yahudi mizahının en iyi temsilcisi olduğunu bir kez daha kanıtladı. 69. festivalin resmi seçkisinde yer alan tek Türk filmi ‘Albüm’ Eleştirmenler Haftası bölümünde izleyicisiyle buluştu.
Cannes Film Festivali’nde Türkiye adına yarışan tek film, Eleştirmenler Haftası bölümünde yer alan ‘Albüm’. Filmin yapımcıları arasında Yoel Meranda, Eytan İpeker ve Cannes’dan En İyi Senaryo Ödüllü Bosna Hersek’li Danis Tanovic var.
Kara mizah türündeki film, Antalya’da yaşayan kırklı yaşlardaki evli bir çiftin, evlat edinmeye hazırlanırken, bunu çevreden gizlemek için, hamile rolü oynayan kadının fotoğraflarını bir albümde toplamasını anlatıyor. Kısırlığın ayıplandığı bir toplumda, tarih öğretmeni koca ile ev kadını eşi bu fiktif albümü hazırlayıp, evlat edinecekleri çocuğa bir kılıf aramaktadır.
Görevi icabı şehirleri, ilçeleri dolaşan bu orta direk ailesi, çareyi çocuk hasretini bir evlatlıkla gidermekte bulmuşlardır.
28 yaşındaki Akhisar doğumlu Mehmet Can Mertoğlu bu ilk uzun metrajlı filminde, Türkiye’de çığ gibi yayılan fotoğraf çekme ve selfie merakından hareketle, konusunun odağına bir fotoğraf albümü yerleştirmiş.
Senaryosunu yazdığı filmde Mehmet Can Mertoğlu, sahte gebelik hilesine başvuran ve bu işi beceriksizce yapan kahramanlarının iyi niyetine inanıyor. Konvansiyonel anlatım diline ve sinema tekniğine itibar etmeyen film bir yerde özgünlüğünü koruyor ve yaratıcısını umut vaat eden genç sinemacılar arasına sokuyor. Sınıfta büyük karmaşa yaşatan talebelerine söz geçiremeyen, pasif lise öğretmeni rolünde, ülkemizde az tanınan (Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir zamanlar Anadolu’sunda oynayan) Murat Kılıç’ı izliyoruz. Sessiz, itaatkâr eşini ise, televizyon dizilerinin ve tiyatronun popüler oyuncusu Şebnem Bozoklu oynuyor.
SEVİYELİ ÜÇ FRANSIZ FİLMİ
Yarışmadaki dört Fransız filminin üçü ilk dört günde gösterildi. Bruno Dumont’un ‘Ma Loute’u, Alain Guiradie’nin ‘Rester Vertical’i ve Nicole Garcia’nın ‘Mal de Pierre’i bu prestijli yarışmaya yakışan filmlerdi.
‘İnsanlık’ (1999) ve ‘Flandres’ (2003) ile Cannes’de iki kez Jüri Büyük Ödülü kazanan Bruno Dumont’un ‘Ma Loute’u, konusu 1910’da Fransa’nın kuzeyindeki Saint-Michel’de geçen barok bir polisiye komedisi. Laurel-Hardy’yi hatırlatan beceriksiz bir polis amiri ile kabiliyetsiz yardımcısı, bölgede turistlerin gizemli bir şekilde ortadan kaybolmalarının sırrını çözememektedir. Yazlık evlerinde tatillerini geçiren Lille’li aristokrat ve burjuva bir ailenin kızı Billie ile balıkçı Ma Loute birbirlerine âşık olurlar.
TV serisi ‘P’tit Quinquin’den sonra ilk kez komediyi deneyen Dumont, bürlesk bir atmosfer içerisinde, balıkçı proleter bir aile ile snob bir burjuva ailesini karşı karşıya getirip, sınıf farklılıklarının altını çiziyor.
İsimsiz oyuncularla çalışma prensibinden bu filmde vazgeçen Dumont, müthiş bir oyuncu kadrosuyla karşımıza çıkıyor. ‘Camille Claudel, 1915’teki oyuncusu Juliette Binoche, mutsuz ve tatminsiz bir kadını, Fabrice Luchini sakar ve kambur bir emekli mimarı, eşsiz Valerie Bruni Tadeschi, onun karısını oynuyor. Dumont, senaryosunda çizdiği, karikatür tadındaki ironik karakterleriyle, vodvili akla getiren mizanseniyle, burlesk komedi türünün başarılı bir örneğine imza atarken, oyuncularına doğaçlama yapma imkânı tanıyor.
Film senaryosunu yazmaya çalışan bir genç ile bir çoban kısının öyküsünü anlatan ‘Rester Vertical’ festivalin ilk skandal filmiydi.
Eşcinsel kimliğinin altını çizmeyi her filminde ihmal etmeyen Alain Guiraudie, vatandaşı François Ozon’un yolunu izliyor. Ama onun yaratıcılığına sahip değil. Nicole Garcia’nın ‘Mal de Pierre’i, konusu 1950’lerde geçen bir imkânsız aşkı anlatıyor. Marion Cotillard ikinci kez En İyi Aktris seçilebilir.
WOODY ALLEN BİLDİĞİNİZ GİBİ
Cannes Film Festivali’nin açılışını yapan, W. Allen’ın ‘Cafe Society’ filmi basın gösteriminde çok alkışlandı, hakkında övgü dolu eleştiriler çıktı. Allen’ın zekâ dolu diyalogları, bilinen mizah gücünü yansıtan esprilerle renklenen filmiyle, izleyicisini eğlendirmeyi sürdürdüğü görüldü.
New York, Bronx’taki Yahudi bir ailenin 1930’lardaki öyküsünde, kuyumculuk yapan pasif bir baba, sürekli konuşup şikâyette bulunan bir anne, karanlık işlerde uzmanlaşmış gangster oğulları ve onun hayata atılmanın eşiğindeki, naif kardeşi Bobby (Jesse Eisenberg) var. Dayı Phil (Steve Carell) ise Hollywood film endüstrisinin güçlü ve etkili bir yapımcısı. Karısını sekreteri Vonnie (Kristen Stewart) ile aldatan Phil, Bobby’yi yanında işe alır. Bobby, Vonnie’ye âşık olunca işler karışır ama kendisi karısından boşanan Phil’i tercih eder.
New York’a dönen Bobby ağabeyinin gece kulübü Cafe Society’de başarılı bir kariyerin ardında sosyetenin gözbebeği olur.
W. Allen öyküsünün merkezine yerleştirdiği Yahudi aile üzerinden müthiş bir mizah geliştiriyor. Durum komedilerinin büyük ustası olan aile, genç kahramanına “Biz Yahudiler her şeye hâkimiz” dedirtirken, yakalanıp müebbet hapse mahkûm edilen ağabeyi, ölmeden evvel Hıristiyan dinine geçtiğini söyleyip, annesini çıldırtıyor.
Cannes sokaklarında asla rastlayamayacağınız, oteliyle Festival Sarayı arasında arabayla mekik dokuyan, mahcup Allen, basın konferansında son derece samimi idi; “80 yaşındayım ama hiç takmıyorum. Annem 100, babam yüz yaşından fazla yaşadı. Ben kendimi çok genç hissediyorum. Yatalak düşeceğim güne kadar film yapmaya niyetliyim. Ailem aynen filmdeki gibiydi. Karı- koca sürekli didişir, kavga ederdi. Aynı aile ortamında büyüdüm. Romantik yaratılışta bir insan olduğum için filmimde ilişkilere romantik açıdan yaklaştım. Filmdeki dış ses bana ait. Bu hem ucuza mal oldu, hem de yarattığım kahramanları kendi sesimle açıklamama yaradı.”
Festival Direktörü Thierry Frémaux, W. Allen’ı tarif ederken; “Moliere Comedie Française için ne ise, Woody Allen Cannes için odur” demişti. Zira sanatçının az bilinen bir sıfatı var. Kendisi festival tarihinin en çok sayıda yarışma dışı filmle katılan sanatçısı. Woody Allen ‘Cafe Society’ ile Cannes’a 14 kez geliyor. Evvelce ‘Hollywoodvari Bir Son’ ile 2002’de, ‘Pariste Gece Yarısı’ ile 2011’de Cannes’in açılışını yapmıştı.
Ayrıca 1989’un Açılış Filmi, Coppola ve Scorsese’yle birlikte yaptığı ‘New York Öyküleri’nin, ‘Oidipus Harabesi’ bölümünün yönetmeni idi. Cannes’a en çok sayıda filmle katılma rekorunu İngiliz usta Ken Loach elinde bulunduruyor. Bu yıl ‘Ben, Daniel Blake’ ile yarışan Loach’ın 18. gelişi oldu.
LOACH YÜREKLERE HİTAP ETME ALIŞKINLIĞINI SÜRDÜRÜYOR
Kariyerini işçi sınıfının sorunlarını dile getirmeye adamış Ken Loach bu yıl Cannes’a 25. filmi ‘Ben, Daniel Blake’ ile geldi. İlk kez 1970’te Cannes’da İngiltere’yi temsil eden Loach, burada bir kez Altın Palmiye (Özgürlük Rüzgârı -2007), üç kez Jüri Ödülü (Gizli Gündem -1990, Yuvarlanan Taşlar 1993 ve Meleklerin Payı -2012) kazandı.
Loach’ın demirbaş senaristi avukat kökenli insan hakları savunucusu Paul Laverty ile ‘Carla’s Song’ ile 1996’da başlayan beraberliğini 14 filmde sürdürdü. Laverty ‘Afili Delikanlı’ ile Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü’nü aldı (2002).
Kariyeri boyunca sosyalist kimliğini her zaman öne çıkaran Ken Loach, sıradan insanı ele alarak, onun günlük yaşamını, yaşadığı sosyal ve maddi zorlukları tüm çıplaklığıyla işledi. ‘Ben, Daniel Blake’te proleter sınıfa mensup, bir erkek ve bir kadın kahramanın üzerinden sosyal içerikli filmlerini sürdürmüş.
59 yaşındaki marangoz Daniel Blake, geçirmekte olduğu sağlık sorunları yüzünden, hayatında ilk kez sosyal yardım istemeye karar verir. Doktoru çalışmasını katiyetle yasaklamasına rağmen, Daniel kendisine yeni bir iş bulma ihtiyacını duyar. İş arama merkezinde yolu iki çocuklu Rachel ile kesişir. Bir düşkünler yurduna yerleştirilmeyi reddeden Rachel, doğup büyüdüğü Londra’nın 450 km mesafesindeki bir lojmanı kabullenmek durumunda kalmıştır.
Günümüz İngiltere’sinin hata ve yanlışlıklarla dolu sosyal hizmet ağının kurbanı Daniel ile Rachel, bürokrasiye karşı açtıkları bu savaşta birbirlerine yardımcı olmayı denerler.
Ken Loach, sosyal hizmet vermek için devletten maaş alan, bakanından bürokratına, en küçük memuruna kadar “insanlığınızdan utanın!” diye haykırıyor. Festivalin ilk günlerinin bu en çok alkışlanan filminin gösteriminden sonra yapılan basın konferansında, Ken Loach’a ‘Jimmy’s Hall’dan sonra sinemayı bırakma sözü hatırlatıldı. Loach, “Anlatacak o kadar hayat öyküsü var ki, kendimi anlamadım. Burada bürokrasinin gönüllü, bilinçli etkisizliğini, ilgisizliğini gözler önüne sermek istedim. Sosyal yardım görevlilerinin kötü niyetli politikalarına isyanım beni bu filmi yapmaya itti” diye açıkladı.
Ken Loach, politikacıların işçilere verilen düşük asgari ücretleri kabul etmeleri için, açlık ve fakirliği bir baskı unsuru olarak bu kullandıkları gerçeğinin altını çiziyor.
Gıda yardımı müracaat formu ancak bilgisayar aracılığıyla doldurulduğu için, Daniel gibi teknolojiye yakınlığı olmayanlara, sistem “internete giremeyen ölsün” diyor.
Sosyal yardım görevlileri fakirleri aşağılıyor, hakir görüyor. Daniel gıda yardımı alamadığı için eşyalarını satarken, Rachel de kendini satıyor. Genç kadın için çocuklarını doyurmanın tek yolu fahişelikten geçiyor.
Az tanınmış oyuncularla çalışma prensibini bu filmde de sürdüren Loach, Daniel rolünü one-man-show’ları ile, İngiltere’de Stand-up’un ileri gelen sanatçılarından Dave Johns’a teslim etmiş. Partneri Rachel rolünde ise, sahnedeki ilk oyunu Vera Vera ile sivrilen genç tiyatro aktrisi Hayley Squires var.
İngiliz emekçi kesiminden duygusal tablolar çizerken izleyicinin yüreklerine hitap etme alışkanlığını, Loach bu filmde de sürdürüyor. İkinci Altın Palmiye’sini alıp, ‘Çifte Altın Palmiye’ sahibi yedi yönetmene katılıp katılmayacağı Cannes’da merak konusu.
69. festivalin başlarında gösterilen Alman filmi ‘Toni Erdman’, Altın Palmiye Ödülünün ilk ciddi adayı oldu. Cannes’da pek az yarışma şansı bulan Alman sineması, genç kadın yönetmeni Maren Ade ile bu kez çok iyi temsil edildi. Zekâ dolu, kapitalizm üzerine güncel konulu senaryosu, tıkır tıkır işleyen mizanseni ve kaliteli oyuncuları, ‘Toni Erdman’ı birinci sınıf bir komedi filmi yapmış.
Rumen yönetmen Cristi Puiu Sieranevada’da, aile büyüğünün birinci yıl mevludunu yapan bir aileyi odağına alıyor. Tiyatro havasındaki film parlak diyalogları ve zeki tespitleriyle çok alkışlandı.
Güney Kore’li usta Park Chan-Wood ‘Agassi: The Handmaiden” ile görkemli bir freske imza atmış. Ödül listesinde yer alacaklarına inandığım bu üç filmden önümüzdeki haftalarda söz edeceğim.