Favorisi olmayan bir yarışmada Altın Palmiye Ödülü’nün, kariyerini hep sosyal amaçlı filmlere adayan Ken Loach’a gitmesine kimse itiraz etmedi.
Vİktor APALAÇİ / CANNES'DAN YAZDI
Ancak, ödül listesine giren yedi filmin dördünün yarışmanın en kötüleri arasında olması tam bir skandaldı. Jüri 29 yıldır Cannes’da böylesine yuhalanmamıştı. Bu yazımda, ödül dağıtımı sonrası jürinin ve ödüllü sanatçıların basın toplantısına katılan iki Türk gazeteciden biri olarak, kulis dedikodularını okuyacaksınız. Eleştirmenlerin övgüsünü kazanan ‘Toni Eldmann’, ‘Elle’, ‘Agassi’, ‘Sieranevada’ gibi kaliteli filmler göz ardı edilip, bir İran filmine iki ödül verilmesi garip karşılandı. Kariyerini sosyal amaçlı filmlere adayan, hep haksızlıkların karşısına çıkan, işçi haklarını hararetle savunan Ken Loach’ın ikinci Altın Palmiye’sine kavuşması herkesi memnun etti.
Türk sinemasının Cannes’daki tek temsilcisi, festivalin paralel bölümlerinden Eleştirmenler Haftasında yarışan Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk filmi ‘Albüm’ bölümün ikincilik ödülü sayılan Visionary Ödülü’nü kazandı.
21 filmlik seçkisiyle, 69. Cannes Film Festivali’nde bir başyapıt yoktu. Herkesin üstünde birleştiği ortak bir favori de yoktu. Ancak kaliteli 7-8 yarışmacıdan birinin Altın Palmiye’ye layık görülmesine hiç kimsenin bir itirazı olamazdı.
Bunlardan biri olan ‘Ben, Daniel Black’ yarışmada ipi göğüsledi. Bu hak edilmiş bir ödüldü. Zira kariyerini işçi sınıfı ve proletaryanın haklarını korumaya adamış Ken Loach’ın, hassas bir konuda izleyicinin yüreğine hitap etme alışkanlığını sürdürdüğü bu film birinci sınıf bir seyirlikti.
Bu yazımda, ödül dağıtımı sonrası jürinin yaptığı basın toplantısında ve ödül kazanan sanatçıların basın toplantısında bulunan iki Türk gazeteciden biri olarak, tanık olduğum kulis dedikodularını okuyacaksınız.
İlk söyleyeceğim şey, jüri heyetinin 29 yıldan bu yana en çok protesto edilen, en çok yuhalanan jürisi olduğu. 1987 yılında bulunduğum ödül töreninde Maurice Pialat’nın Georges Bernanos’un romanından alınan ‘Şeytanın Güneşi Altında / Sous le Soleil du Satan’ filminin Altın Palmiye’nin galibi ilan edilmesi, festival tarihinin en büyük skandallarından biri sayılmıştı.
Protesto çığlıklarından yıkılan bir salonda, sahneye çıkan Pialat, yumruğunu havaya kaldırıp, izleyicilere “Siz beni sevmiyorsunuz. Ben de sizden nefret ediyorum!” karşılığını vermişti.
Aynı tepkiyi pazar akşamı, kibarlığı ve sakinliğiyle tanınan vatandaşı, Yahudi asıllı Olivier Assayas verdi. Mizansen Ödülü elinde girdiği basın toplantısında yuhalamalarla karşılanan Assayas, Pialat’ya nazire yaparcasına, yumruğunu havaya kaldırarak protestolara karşılık verdi.
29 yıl aradan sonra 69. festivalde yaşanan, jüri kararları skandalı için şu örneği vermek yeterli: Ödül listesine giren yedi filmin dördü, yarışmanın en kötüleri arasındaydı.
Bu yalnız benim kanaatim değil, festival boyunca yayınlanan Screen ve Film Français dergilerinin, uluslararası eleştirmenlerden oluşan gazeteciler ‘American Honey’, ‘Personal Shopper’, ‘Ma’ Rosa’ ve ‘Juste la Fin du Monde’ için değerlendirmelerinde çok düşük not vermişlerdi.
Bu filmler ödül listesinde yer alırken, eleştirmenlerin övgüsünü kazanan, Alman Maren Ade’nin ‘Toni Erdmann’ının, Paul Verhoeven’in ‘Elle’inin, Dardenne Kardeşlerin ‘La Fille İnconnue’sünün, Rumen Cristi Puin’in ‘Sieranevada’sının dışlanmasını, ‘skandal’ın dışında bir kelimeyle izah etmek zor.
FİYASKO ÖDÜLLER
Bir Fransız yazar jürinin verdiği kararlarla altını tenekeye çevirdiği yorumunu yaptı. Jüri Ödülü kazanan ‘American Honey’, Andrea Arnold’un, Mizansen Ödüllü ‘Personal Shopper’ Olivier Assayas’ın, ikincilik ödülü sayılan ‘Juste La Fin Du Monde’ Xavier Dolan’ın kariyerlerinin en zayıf halkalarıydı.
İsabelle Huppert’in, Juliette Binoche’un, Sonia Braga’nın, Marion Cotillard’ın, Alman Sandra Hüller’in mükemmel performansları ile katıldıkları yarışmada, Filipinli Joclyn Jose’nin sıradan yorumuna En İyi Kadın Oyuncu Ödülü verilmesi şaşırtıcıydı.
Avustralyalı George Miller’in başkanlığındaki jüride yer alan İranlı yapımcı Katayoon Shahabi’nin jürideki arkadaşlarını etkilemedeki becerisine şapka çıkarmak lazım: Asghar Farhadi’ye ‘Müşteri/Forushande’ için hak edilmiş bir senaryo ödülü veren jüri, filmin oyuncularından Shahab Hosseini’ye En İyi Aktör olarak ikinci bir ödül vermesi garipti.
Çünkü bu ödülü hak edenler arasında ödül listesine alınmayan filmlerin aktörleri, ‘Toni Eldmann’ın Peter Simonischek’i, ‘Sieranevada’nın Brancescu Mimi’si, ‘Ma Loute’un Fabrice Luchini’si vardı.
Ödül listesinde sırıtan filmlerden biri, İngiliz kadın yönetmen Andrea Arnold’un Amerika’da çevirdiği, inandırıcılığı olmayan, sıkıcı, monoton, sönük yol filmiydi.
Keza, Mizansen Ödülü’nü Christian Mungiu ile paylaşan Olivier Assayas’ın ‘Personal Shopper’ı, izleyicisini sıkıntıdan bunaltan, garip ve anlamsız bir hayalet öyküsüydü.
Oyuncusuna En İyi Aktris Ödülünü getiren, Filipinli Brillante Mendoza’nın ‘Ma’ Rosa’sı sinemada sayısız kez çok daha iyilerini izlediğimiz bir polis yozlaşması filmiydi.
Bir tiyatro oyunundan alınan, Xavier Dolan’ın ‘Juste le Fin du Monde’u, dört duvar arasında geçen konusuyla, 12 yıllık bir ayrılığın ardından ailesini görmeye gelen genç bir şairin bir gününü anlatan, diyaloglara boğulmuş, vasatın altında bir filmdi.
Ödül dağıtımından sonra jüri üyeleri, basın toplantısının yapıldığı salona girdiklerinde, tepkiler sürerken, yuhalamalar devam etti.
Protestolara hazırlıklı olan jüri üyelerinin basının sorularına cevap verecek yerde, kendilerini haklı göstermedeki çabaları görülecek şeydi.
Başkan George Miller, “Ödüllü filmler hakkında eleştirmenlerin yazdıkları negatif yazıları biliyoruz. Okuduklarımızdan, duyduklarımızdan etkilenmeyip aramızda yaptığımız uzun müzakerelerden sonra kararlarımızı verdik. Biz bu kararların arkasındayız. Üstünde çok tartıştık. Alelacele alınmış kararlar değildir” dedi.
ALTIN PALMİYE ÖDÜLÜ’NE GELİNCE...
Kariyerini sosyal amaçlı filmlere adayan, hep haksızlıklara karşı çıkan, işçi haklarını hararetle savunan Ken Loach’ın ‘Ben, Daniel Blake’ ile ikinci kez Altın Palmiye kazanması ben çok mutlu etti. İrlanda Bağımsızlık Savaşı’ndan gerçekçi bir kesit sunan ‘Özgürlük Rüzgârı / The Wind That Shakes The Barley’den tam 10 yıl sonra gelen bu ödül, yaratıcısı Ken Loach’ı ‘Çifte Altın Palmiyeli Yönetmenler Kulübü’nün 8. üyesi yaptı.
Cannes tarihinde ikişer kez büyük ödülü kucaklayan diğer yönetmenler, Michael Haneke, Francis Ford Coppola, Shohei İmamura, Emir Kusturica, Dardenne Kardeşler, Bille August ve Alf Sjöberg.
Filmde, 59 yaşındaki marangoz Daniel Blake, geçirmekte olduğu sağlık sorunları nedeniyle, hayatında ilk kez sosyal yardım istemek zorunda kalır. İş arama merkezinde yolu iki çocuklu Rachel ile kesişir. Günümüz İngiltere’sinin hata ve yanlışlıklarla dolu sosyal hizmet ağının kurbanı Daniel ile Rachel, bürokrasiye karşı açtıkları savaşta birbirlerine yardımcı olmayı denerler.
Ken Loach, sosyal hizmet vermek için devletten maaş alan, bakanından bürokratına, en küçük memuruna kadar “İnsanlığınızdan utanın!” diye haykırıyor. Görevliler fakirleri aşağılıyor, hakir görüyor. Daniel internetten doldurulan formu veremediği için gıda yardımı alamıyor, aç kalmamak için eşyalarını satıyor. Rachel çocuklarını doyurmak için kendini satıyor.
Film, bu yönüyle bir Kafka romanını akla getiriyor. Filmin iki proleter kahramanının devlet karşısında çaresizliğini, çıkışsızlığını izlerken, boğazınızda bir düğüm, yüreğinizde bir yumruk hissediyorsunuz.
Hastalandıktan sonra çalışamayacağını öğrenen, kalbi her an iflas edebilecek Daniel, isyanını caddedeki binaların birinin beyaz duvarına, ‘Ben, Daniel Blake’ diye yazarak dile getirir. Filmin sarsıcı finalinde, yorgun kalbinin sosyal yardım görevlilerin sadistçe yarattıkları strese yenik düştüğünü görüyoruz.
Ödül töreninde Ken Loach “Rüya fabrikası sinema bizlere haksızlıkları protesto etme misyonunu da getiriyor” derken aslında bir insanlık dersi veriyordu.
Neo-liberalizmin getirdiği kemer sıkma politikalarının dünyamızı felaketin eşiğine getirdiğini söyleyen Loach “Başka bir dünya inşa etmek mümkün. Umudumuzu koruyarak yeni bir dünya yaratmamız lazım. Çünkü insanlığın buna ihtiyacı var. Basın toplantısında Loach, Avrupa Birliği’nin, Yunanistan ve Portekiz gibi ülkeleri aşağıladığını söylerken filmlerinin ana temasının günlük hayatımızın dramatik yönleri olduğunu ilave etti.
“Kısıtlı ekonomik imkânları olan insanların sosyal sorunları ilgimi çekiyor. Seyircinin yüreğine hitap eden haksızlıkları anlatmayı, onlara yapılanlardan insanların etkilenmesini istiyorum” diyen İngiliz solunun efsanevi temsilcisi Ken Loach, sosyal içerikli ‘Ben, Daniel Blake’in bazı duygu yüklü sahneleriyle Cannes izleyicisinin göz pınarlarını harekete geçiriyordu.
80 yaşında, 25 film yapmış, ödüllere boğulmuş, efsane yönetmenin, ödülünü almak için sahneye çıktığında titreyerek konuşması, duygulanması, heyecanını gizleyememesi, Cannes Film Festivali’nin dünya sinemasındaki öneminin göstergesi.
Yazımı Cannes’dan ödüllü bir başka filmle bitirmek istiyorum. Türk sinemasını 69. festivalde tek bir film temsil etti. Genç yönetmen Mehmet Can Mertoğlu kariyerinin ilk uzun metrajlı filmi ‘Albüm’ ile festivalin paralel bölümlerinden biri olan ‘Eleştirmenler Haftası’nda yarıştı. Ve bu bölümün ikincilik ödülü sayılan Visionary Ödülü’nü kazandı. Sempatik ve cana yakın davranışlarıyla, sinemamızın bu yeni umudu, Cannes’daki tüm Türk eleştirmenlerin sevgisini kazandı.